Gölge:
Çoktandır dinlemedim konuşmanı, bir kolaylık vermek isterdim sana konuşasın diye.
Gezgin:
Biri konuşuyor – nerededir? Kimdir? Öyle yakın ki bana, dersin benim konuşan; oysa cılız çıkıyor sesi benimkinden.
Gölge:
(Bir süre sonra) Sevinmiyor musun bir konuşma yolu bulduğuna?
Gezgin:
İnanmadığım Tanrıya da, bütün varlıklara da ant olsun ki gölgemdir konuşan; duyuyorum konuşmasını, inanmıyorum yalnız.
Gölge:
Bırakalım artık bunu, uzun boylu düşünmeyelim; bir saat içinde olmuş, ne varsa.
Gezgin:
Ben de öyle düşünmüştüm. Pisa’da bir ormandayken; ilkin iki sonra beş deve gördüğümde.
Gölge:
Bir kesmeye görsün usumuz sesini, ne de sevgili saygılı oluruz birbirimize karşı, ne de iyi; sıkmayacağız birbirimizi böylesine konuşmayla; başkalarının da sıkmayacağız canını, bizce anlaşılmaz olsa bile sözü. Bir iki söz edildiğinde, çokluk, yeterli karşılığın ölçüsü bilinmez olur. En iyi kuraldır bu, başkası ile konuşmaya daldığımda. En bilge olan bile bir kez aldanmaya; üç kez aptallığa düşer uzun boylu bir konuşmada.
Gezgin:
Doğrusu, sözünü bu açıkça söyleyişin, bir yaltaklanış değil.
Gölge:
Yaltaklanmam mı gerekir?
Gezgin:
Ben, insanın gölgesini onun kendini beğenmişliği sanırdım, yoksa “yaltaklanmam mı gerekir” diye sorulmazdı böyle.
Gölge:
İnsanda çoktandır tanıdığım kendini beğenmişlik, konuşayım mı konuşmayayım mı diye sormaz, konuşur boyuna.
Gezgin:
Anlıyorum iyice, sana karşı ne denli kaba davrandığımı, ey sevgili gölgem: daha bir tek söz bile söylemedim, ne çok seviniyorum bilsen, seni uluorta görmeden dinleyeceğime. Bileceksin gölgeyi sevdiğimi, ışığı sevdiğim gibi, böylece yüzün güzelliğini, söylevin açıklığını, niteliğin sağlamlığını, iyiliğini koyuyor ortaya, bu yüzden ışık gibi gereklidir gölge de. Birbirinin atışanı, yarışanı değil onlar. El ele vermiş, sıkı fıkı gönüldeştiler çokluk; bir çekilmeye görsün ışık, yayılır gelir ardından gölge.
Gölge:
Tiksinirim yalnızlıktan, senin geceden tiksindiğin gibi; insanları severim ben, onlar ışığın çocuklarıdır; kıvanırım aydınlıktan dolayı, onun gözünün içindedir kişilerin öğrendiği, bulduğu, tükenmeyen öğrenişler, buluşlar. Ben’im bütün nesnelerin gösterdiği gölge, bilginin ışığı üstüne düştüğünde.
Gezgin:
Anladığımı sanıyorum seni, bir gölge gibi koydun ortaya kendini. Sen haklısın gene de. İyi arkadaşlar, ister burada olsun ister orada, bir üçüncüsü için bilmece olması gereken karanlık bir sözü birbiriyle anlaşmanın belirtisi olarak sunarlar. İyi arkadaşlarız biz de. Bu yüzdendir önsöylevin yeterliliği. Baskı yapıyor içime senin karşılık verebileceğin iki yüz soru; zaman da çok kısa doğrusu. Nereye baksak bu konuda, nesnelerin bütünüyle bir hız, bir barış güveni içinde bir araya geldiklerini görürüz.
Gölge:
Öyle, gene de gölgeler daha ürkektir insanlardan; bildiremeyeceksin kimseye burada ne konuştuğumuzu.
Gezgin:
Ne denli konuştuğumuzu mu? Tanrı korusun beni uzun uzadıya yazılı, sıkıcı konuşmalardan. Platon, örümcek gibi ağ örmekten daha az sevinç duyaydı, daha çok tadını çıkaracaktı okuyucular. Gerçeklik içinde yazıya görüş çizgileriyle yapılmış bir tablo gibidir. Ne varsa ya kısa ya da uzundur onda. Üzerinde anlaştığımız konuyu bildirebilir miyim dersin?
Gölge:
Yeniden öğrenecek el gün, senin bu konudaki görüşlerini; kıvanç duyuyorum bundan. Düşünülmeyecek senin gölgeninkiler.
Gezgin:
Ey arkadaş, yanılıyorsun belki de. Görüşlerim için de benden gölge algılanmıştır şimdiye dek.
Gölge:
Işıktan çok gölge mi? Olabilir mi?
Gezgin:
Ağırbaşlı ol! Sevgili maskara! Ağırbaşlılık ister benim ilk sorum, evet…
************
1 / BİLGİ AĞACI ÜSTÜNE – Gerçeklik değildir olabilirlik gene de: Özgür gibi görünmek de özgürlük değildir hani, gene de bu iki umutsuzluk yüzünden değiştirilemez bilgi ağacı yaşamınki ile.
2 / EVRENİN USU – Sonsuz bir akıllılığın bütünü (toplamı) değil evren, bu yüzden bizim kavradığımız her parça evren akla uygun değildi, öyle gösterilemez de. Evren iyiden iyiye bilgece, akla uygun değilse hep, öteki evren de değil besbelli. Burada yargı, küçük önermeden büyük önermeye (a minori ad majus), bölümden bütüne (a parte at totum) doğru geçerlidir bir bakıma.
3 / “BAŞLANGIÇTA VARDI” – Ortaya çıkışı ululamak – gerçeküstü bir tomurcuktur bu, tarihin incelemesinde yeniden ortaya konur, düşünce konusu yapılır: bütün nesnelerin en olgunu, en özlüsü Başlangıçta vardı diye
4 / DİLGEREKSİNİŞİ İLE GERÇEKLİK – İkiyüzlüce bir aşağılanması vardır, kişilerin en çok önem verdiği bütün nesnelerin; en yakın olan nesnelerin. “Yaşamak için” deniyor, -kargışlanası bir yalan bu, hani çocuk doğurmada cinsel birleşmeden alınan tadın özel bir amacı vardır diyen yalan gibi. Yoksa kimse değer vermezmiş, “en önemli nesnelere” duyulan yüce saygıya. Papazlar, metafizikçiler bu konularda böylesine olağanüstü iki yüzlüce bir dili gereksemeye alıştırmış bizi; şu küçümsenen en yakın nesneler gibi bu pek önemli olayları önemseyen sezgi tutum değiştirmemiş gene de. Bu katmerli ikiyüzlülüğün acı sonu süreklidir; bu pek gerekli olaylar, sözgelişi yemek, oturmak, giyinip kuşanmak, gidiş geliş, durgun olarak kavranamayan, genel bir düşünmenin, değiştirmenin konusu olamaz; insan bunları çoğu kez aşağılık sayar; aydınca, sanatçıya yaraşan ağırbaşlılığını uzak tutar bunlardan… Öyle ki burada alışkanlık, açık saçıklık; şu düşünülmeyen, toy sayılan gençlik üzerinde kolay bir başarı sağladı: öte yandan bizim ruhla gövdenin yasalarına karşı olan sürekli suçlarımız, topumuzu birden, daha genç olanı da daha yaşlı olanı da utanç verici bir bağlılığa, bir bağımsız olmamaya doğru götürüyor, -gerçekte benim düşündüğüm; öğretmenlerden, doktorlardan, ruh kaygılarından doğan, bütün toplum üzerinde baskısını gösteren bağlılıktır.
6 / TOPRAK GEVŞEKLİĞİ İLE ANA NEDENİ – Yaşamları boyunca yumurta yediğinden pek uzun, ağzının tadına pek düşkün kişiler, çevreye bir bakıverince hemen ve sık sık görülürler. Bilmezler karınlarında bir fırtınanın kopacağını, en iyi kokuların soğuk, açık bir havada daha güçlü koktuğunu. Bizim tat alma duygumuz, ağzın her yerinde bir değildir. Yıkım getirir mideye, güzel güzel söyleşip gülünerek yenen her yemek. Bu örneklerle açığa vurulan gözlem duygusu eksikliğinin kıvanç verecek bir yönü yoktur, bu pek gerekli olayların birçoklarınca kötü sayıldığı, onlara pek kulak asılmadığı çok kez söylenebilir. Bir ilgisizlik midir bu? –Şu da söylenebilir: bu eksiklik yüzünden bireylerin gövde gerçekliği, ruh gevşekliği, başka bir yöne çevrilmiştir. Yaşam biçiminin düzene konmasında, gidiş geliş zamanında, seçiminde, uğraşıda, boş zamanlarda, buyruk vermede, eş olmada, doğa sezgisinde, sanat sezgisinde, en çok gündelik olanda, bilmemenin, keskin bir gözü olmamanın,daha doğrusu bize neyin yıkım, neyin kazanç getireceğini öğrenmek gereğinin bilinmesini isteyen yok. Bu, birçokları için, yeryüzünün “yıkım çayırında” neler yaptığı anlamına gelir. Her yerde olduğu gibi burada da, kişinin gerçekte bir tür akılsızlık içinde bulunduğu söyleniyor: çok kez, us yeterlidir. Çok yeterlidir de, şu küçük, gerekli olaylar yüzünden yanlış yöne çevrilmiş, yapmacıklara yöneltilmiş, saptırılmıştır. Papazlar, öğretmenler, her türden ülkücülerin, kaba sabaların, seçkinlerin egemenlik isteği, bir çocuğa söylev çeker, o da bambaşka bir sonuca varır, şöyle ki: ruhun sağlığı için devlete çalışmayı, bilim isteğini, ya da ün kazanma, mülk edinme için araç olarak bütün insanlık uğruna yapılan çalışmayı, bilim isteğini, ya da ün kazanma, mülk edinme için araç olarak bütün insanlık uğruna yapılan çalışmaları ortaya koymalı; bu sırada birey gerekseyişini, günün yirmidört saati içindeki irili ufaklı gereçlerini az da olsa küçümsemeli, ya da küçümsenecek düzeyde görmeli. Sokrates bütün gücüyle insanlığın bu kendini beğenmiş yetişkinliğine karşı insanın elinden tutulması için direndi; Homeros’un bir sözü ile bütün kaygıların, düşüncelerin gerçek yöresi, bütünü içinde şunu ansımayı sevdi: “Beni evde iyi ya da kötü ile karşılaştıran nedir?” Böyle diyordu o…
7 / İKİ AVUNTU ARACI – İlkçağ sonunun ruh eğitimcisi Epiküros’un olağanüstü bir görüşü vardı, örneği bugün bile az bulunur doğrusu; ona göre ruh esenliği için son dışadönük kuramcı sorunlarından iyice çözülmek gerekir. “Tanrı korkusu”ndan doğan acıyı çektirecek sözleri söylemek yetiyor: “Tanrılar varsa bize acı çektirmezler.” – Artık bu son soru üzerine, gerçekten, Tanrı var mıdır sorusu verimsiz, tartışılmaya değmezdir. Oysa şu durum daha yararlı, daha güçlüdür: gidip başkasının önünde durarak onu anlamak, daha yumuşak yürekli, daha iyiliksever yapmak. O kimse kalkar bize bunun karşıtını, Tanrıların acı çektirdiğini, yoksulun ne denli bir yanılmaya, bir dikenli çalılığa düşmek zorunda kaldığını göstermeye çalışır; oysa bu, yeterince inceliği, insancılığı elinde bulundurması gereken söylevcinin kurnazlığı değildir; bu oyunda o, kendi esirgeyiciliğini gizlemek için bunu kendiliğinden yapar. Sonunda bir başkası her yargıya karşı güçlü bir tiksinme duyar, kendi özel savına karşı kanıt getirir, ondan soğur, salt bir tanrıtanımazınkine benzeyen inancı ile ilerler boyuna: “Ne ilişkisi var benimle Tanrı’nın, götür onları şeytan.” Yarı fiziksel, yarı töresel bir varsayımın duyguyu kararttığı başka durumlarda ise bu varsayımı yeniden koymaz ortaya; açıkça şöyle bakabileceğini söyler: bu özel görünümü açıklamak için ikinci bir varsayım daha vardır, belki başka türlü de davranılabilir. Sözgelişi çağımızda şu ruh gölgesini benimsemek için iç acılarının kaynağı üstüne olan varsayımların çokluğu yeter de artar bile. Bu gölge biricik, görünebilen, yüzlerce yönlü, çoğunsanmış varsayımlar üstüne olan düşünceden çıkıyor kolayca. Kim yıkımlara, böyle kötülük eden, sayrı olduğunu sanana, olmakta olana bir avuntu vermek istese Epiküros’un birçok soruya uygulanan şu iki büyüleyici tutumunu anımsayabilir; en yalınç biçimde bile şöyle söylemelisiniz: ilkin, öyle davranmalı ki bizi ilgilendiren bulunmasın; ikincileyin, böyle olabilen başka türlü de olabilir…
8 / GECE İÇİNDE – Birden bastırdı gece, değişti en yakınımızda nesneler sütüne olan duyumlarımız bile. Yasak yollardan dolanı gelen yeldir bu, bir fısıltı tutturmuş, aradığı varmış gibi, kızgındır aradığını bulamadığından, bir lamba ışığıdır bu; bulanık, kızıl aydınlığı ile bakar yorgun argın; gece isteksiz diretir durur, uyanır, yerinde durmaz insanoğlu. Uyuyanların soluk alış verişleridir bunlar; boyuna dönüp duran bir kaygıyı ezgi kılığında fısıldayan, bunların görünür uyumudur –biz duymuyoruz onu, uyuyanların sıkışık yüreği iner çıkar sessiz; soluk kesilip de gelince ölüm sessizliği: “Dinlen biraz, sen yoksul, sen acı çekmiş ruh!” deriz– her yaşayana, böyle baskı altında yaşadığından, ilksiz sonsuz bir dinlenme dileriz, gece inandırıyor ölüme. –İnsanlar güneşten yoksun kalınca ay ışığıyla, yağla geceye karşı savaştığında, felsefe örtecekmiş üstlerine örtüsünü! Artık çok iyi anlıyor insan, ruhsal varlığının bir yarı karanlıkta, yaşamının bu güneşten yoksunlukla ne denli kuşatıldığını, örtüldüğünü.
9 / İSTENÇ ÖZGÜRLÜĞÜ ÖĞRETİSİNİN VAROLDUĞU YER – Birinin üzerinde tutkularının biçiminden gelen gereklilik durur, ötekinin üzerinde ise dinlenme, esleklik alışkanlığı, üçüncünün üzerinde mantıksal olan bilgi (Gewissen), dördüncüde de tutku, taşkın bir günün tadını çıkarma isteği bulunur. İşte onların sımsıkı bağlandığı istenç özgürlüğü bu dört konudan çıkarılıyor: ipekböceği de istenç özgürlüğünü örmeye koyulmuş sanırsın, durum budur işte. Nereden geliyor bu? Bütün kişilerin kendilerince yaşam duygusunun en büyük olduğu yerde en çok özgür olmaya çalışacakları apaçıktır. Öyleyse söylendiği gibi bir bakıma tutkuda, görevde, bilgide, günün tadını çıkarma isteğinde olan da budur: İnsan tekinin güçlü olduğu nesne içinde kendini dipdiri duyduğudur; insan istemeyerek de olsa boyuna düşünür, gerekli mi özgürlüğünün bir ilkesi diye. İnsan; bağımlılığı, ussuzluğu, bağımsızlığı, yaşama duygusunu birlikte bulunan gerekli ilkeler diye düşünür. Burada insanın toplumsal–siyasal çevrede yaptığı bir deneme, yanlış olarak bütün gerçek ötesi alanlara aktarılıyor: oradadır güçlü adam, sevinçle acının dipdiri duygusu, umudun yüksekliği, isteyişin yüceliği, tiksinmenin kudreti; beylerle bağımsızların buyruğu altında oradadır. Evet oradadır bunlar; kullar, tutsaklar, baskı buyruk altında ussuzca yaşarken. İstenç özgürlüğü öğretisi, egemen durumların bir buluşudur.
10 / YENİ BAĞIMLILIK YOK ARTIK – Çoktandır sezmemişsek neden dolayı bağımlı olduğumuzu, kendimizi bağımsız sayarız: yanlış bir yargı, kişinin ne denli kendini beğenmiş, beylik isteğine kapılmış olduğunu gösteriyor. Burada, kendini bütün durumlardan bağımsız sayıyor; onun acısını çekiyor; alışkanlık yüzünden yaşıyor, yoksa bir yitirse bu bağımsızlığı, duygunun karşıtını da birden sezecek; bunu bir tasarı olarak benimsemek, göz önünde bulundurmak gerekir. Gerçekten bunun bir karşıtı olsaydı, başka bir deyimle, çok ilkel bir bağımsızlık içinde yaşasaydı, orada bağımlılığın doğurduğu baskı alışkanlığını sezer de bağımsız olmak için çabalar mıydı? Ancak yeni bağımlılıklar içinde acı çekerdi doğrusu: buna “istenç özgürlüğü” demez, bir tek yeni bağımlılık da duymazdı o gün.
GEZGİN ile GÖLGESİ
Fredrich NIETZSCHE
Broy Yayınevi
Haziran 1998, 4. Basım, Sf. 5-13
************
33 / ÖÇ ALMANIN ÖĞELERİ – “Öç alma” sözü çok acele söylenmiş bir sözdür: görünüşe göre, bir kavramın, bir duyuşun kökü olarak ondan kaçınılmazmış gibi hani. Bu yüzden, gene o nesneyi bulmak için boyuna uğraşıp durulur: tıpkı bizim ulusal ekonomicilerimizin bugün bile “değer” sözünde böyle bir birliğin ipucunu görmek, değerin gerçek kavramını araştırmak için yorulmak istemeyişleri gibi… Sözlerin her biri, sanki Bu’nun Şu’nun Başkaları’nın sokulduğu çantalar değilmiş! “Öç alma” da böyledir işte; Bu, Şu az çok bir araya toplanmıştır onda. Bir kez olsun şu koruyucu geri tepme incelenirse, istemeden bize yıkım getiren cansız nesnelere karşı (devinen makinelere karşı olduğu gibi) neden ortaya çıktığı gösterilebilir: biz bir yıkımı önlemek için makineleri durdururuz, karşı devinmemizin anlamı budur, karşı vuruşun güçlü olursa makineyi dağıtır; makine, insanın vuruşu ile birden dağılabilecek durumda ise vuruşlar gitgide hızlanır; bunu yapabilir kişi –buna benzer bir deneme yapılabilir. Bir yıkımın doğrudan doğruya duyuluşunda yıkıcılara karşı da böyle davranılır; bu eyleme bir öç alma eylemi adı verilmek istenir; böyle de olur, ne var ki burada kendi kendini koruma, usun arabasını harekete geçirmiştir, gerçekte ise yıkıcıyı değil kendi kendini düşündüğü söylenebilir: biz yıkım getirene karşı böyle davranmak istemiyoruz,bütün varlığımızla ondan kurtulmak istiyoruz. –İnsan kendi düşünceleriyle kendinden kalkıp düşmana doğru gitmek, hangi tutum içinde en duyulabilir olanla karşı karşıya gelineceğini sormak isterse zamanı gerekser… Bu, öz çalmanın ikinci türünde olur: bir kimsenin yırtıcılığı, sevecenliği üstüne yoğunlaşan bir düşünce, onun karşısındakine acı çektirmek sanısının ürünüdür. Buna karşılık bir kimse öç almanın görüş açısı içinde sürekli yıkımlara karşı sürüp giden gerçek yıkımı kurala uygun olarak savmak, ona karşı soğukkanlı davranmak için daha önceden kendini az çok güven altında bulundurur. Öç almanın ilk türünde karşı vuruşu elden geldiğince güçlü kılan, ikinci vuruş karşısında duyulan korkudur; işte düşmanın saldırısına denk tepki de böyledir, karşı vuruşun gücü ancak düşmanın bize yaptığı ile belirlenir. O ne yaptı? Düşman acı çekiyorsa, bizim ona acı çektirmemizin bize sağlayacağı kazanç nedir? Bu bir yeniden kurma davranışıdır: bu da ilk öç alma türünde kişinin ancak kendini korumasına yarar. Belki de düşman yüzünden malımızı, mevkimizi, arkadaşımızı, çocuklarımızı yitiririz –bu yitimler, öç almakla geri alınmaz; aslında onarım da adı geçen yitimler içinde anacak bir ekyıkımdır. Yeniden kurmanın öcü daha geniş yıkımları önlemez, acı çektirmek yıkımları gidermez– özel durumlar dışında. Yavı yüzünden namusumuza dokunur bir durum varsa öç alma onu yeniden onarabilir. Öç alma, her durumda, bize bile bile acı çektiren birinin acı çektiğini gösterir; yavı, öç almakla bizi korkutamadığını anlamıştır. Biz de öç almakla onu korkutamadığımızı ortaya koymuşuz; işte uzlaşma, yeniden onarma buna dayanır. (Amaç, korkunun eksikliğini göstermek için birkaç kişi üzerinde alabildiğine açılmak, öç almada korkulur bir durum –sağlık ya da yaşam yıkımının ya da başka bir yıkımın– olduğunu, öç almanın bırakılmaz bir kural olarak geçerlik taşıdığını bildirmektir. Yargıçlar ne denli onlara el atarsa atsın, onlar gene küçümsenişten dolayı gönül alma için kaynağın yolunu tutarlar. Oysa onlar gene de yıkım gören namuslularının korkusuzca onarımını yeterli bulmazlar; bu, korkudaki eksikliklerini ortaya koyamadıklarındandır.) –Öç almanın ilk anlatılan türünde düpedüz korku vardır, bu korku geri tepmeye götürür insanı (karşı vuruşa): buna karşılık buradaki karşı vuruş, söylendiği gibi, korkunun bulunmadığını göstermek içindir. Bu “öç alma” sözü ile adlandırılan iki davranış biçiminin gizli yönü dışında farklı özellikleri yoktur artık: buna karşı ortaya çıkan da kin gütmenin karanlık bir tutum olduğudur, korkudan dolayı kendini koruma uğruna karşı vuruşa geçen kimse belki de onu gerçek bir eylem olarak belirlemiştir; oysa onun yıkıma uğramış namusu açısından düşünecek zamanı vardır, namus öcünün yarı yarıya alındığını boyuna söyleyebilir: bu tutum ötekinden yeğdir. Şimdi önemli olan onun namusunun başkalarının (evrenin) gözünde ya da yalnız yerenin gözünde sarsılıp sarsılmadığıdır: son durumda o, gizli öç almayı yeğ görecek, ilk durumda ise bunu açıktan açığa yapacak… Onun öç alması eylemde bulunanın ya da gözleyenin içini okuduğu ölçüde öfkeli ya da yumuşak olacaktır; bu türden bir sanı onu iyice aldatır, öç almayı büsbütün düşünmez olur, onda “namus” duygusu olmadığından incinme de olmadığı sanısı doğurur. Böylece bir kimse eylemde bulunanı, eylemi görenleri küçümserse öç almayı da düşünmez artık: öç almanın ona bir şey kazandırmayacağını bilir, küçümsenmiş olarak da kazancının bulunmadığını anlar. Eninde sonunda alışılmamış bir durumda öç almayı bırakacak; bu, eylemde bulunanı sevdiğindendir: belki de onun gözünde namusa yıkım gelmiş, karşı sevgi bu yüzden azalmıştır. Karşı sevgi uğruna öçten dönme, sevgiyi ortaya koymak için bir adağı gereksinir, sevilen varlığa acı çektirmek gerekmez: bu duruma gerçekte adakla daha çok acı çektirme denir. Böylece her kimse, öcünü almış olur; namusu yıkım görmüşse, yıkım getirene, yerene karşı dopdolu bir sevgi duymak, yoğun bir yergi ile karşılık vermiş olmaktır. O kimse yargıçlığa başvurmakla da öcünü kişisel olarak toplumun enine boyuna düşünen, işini bilir bir insanı olarak toplumun öcünü bir tek kimseye, ona saygı duymayana yöneltecek. Böylece yargıçlığın vereceği ceza dolayısıyla tek kişinin namusu, toplumun namusu olarak onarılacak: başka deyişle –ceza öç alma olacak–, onda öç almanın daha önce belirtilen kuşkudan uzak başka öğeleri vardır, toplum bu öç alma ile onun kendini korumasına yardım ediyor, kendini koruma yarım bir karşı vuruşa geçmiş oluyor. Ceza sürekli, yıkımı önlemek, sürüp atmak ister. Gerçekten cezada öç almanın bu iki ayrı öğesi bu tutuma bağlıdır, belki de bu en çok etki gösterenidir; bu sözü edilen kavram kargaşasını korumaya gücü yeten, öç alan birey ne istediğini açıkça bilmiyor doğrusu.
GEZGİN ile GÖLGESİ
Fredrich NIETZSCHE
Broy Yayınevi
Haziran 1998, 4. Basım, Sf. 28-31