Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Kasım 24, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeFelsefe (Genel)Ütopyalarda Sanat ve toplum ilişkisi | Ömer Naci Soykan

Ütopyalarda Sanat ve toplum ilişkisi | Ömer Naci Soykan

Sanat ile devlet ya da toplum arasındaki ilgi, sanatın toplumsal işlevi konularında ilk kez düşünen, düşüncelerini çepeçevre kuşatıcı bir biçimde ifade eden Platon olmuştur. Platon’un uğraştığı ‘sanatın toplum için önemi nedir?, ‘sanat toplumun yararına mıdır?’ gibi sorular, bugün bile, topladıkları ilgi zaman zaman eksilip artsa da, gündemde kalabiliyorlar. Bu da, bu sorunların, işi bitirilebilen, tüketilebilen sorunlar olmadığı, tersine, onların ‘philosophia perenrüs’ (hep yeniden gelen felsefe) içinde yer aldığım gösterir.

Platon’un ülküsel bir devlet, bir toplum tasarlamasının belli bir nedeni vardı. Bu aynı neden, düşlenen, ama gerçekte olmayan ülke, devlet demek olan ‘ütopya’ düşüncelerinin tümünde vardır. Bu ortak neden, var olan devletlerin düzenlerinin bozuk olduğu kanısı ve bozukluğun nedeni ise, iyi, doğru, güzel diye üç yüksek değer’de toplanabilecek değerlerin bu devletlerde eksik oluşu, bu değerlerin taşıyıcısı olan insanda, akıllı varlık’ta herkesçe ortak olduğu kabul edilen aklın yeterince egemen olmayışı inancıdır.Tanı bu olunca, sağaltım şu olacaktır: Devletin düzenli işleyişini sağlamak, devlette aklın egemenliğini berkitmek. Çünkü devlet, düzen demektir, örgütlerin düzeni ya da düzenli örgütlenme demektir. Düzen, düzleştirmek, düze koymak, şuraya dizmek, birleştirmek, işleri yoluna koymak, uyum sağlamak anlamına gelir. Peki, düzleştirilecek olan, sıraya dizilecek olan nedir, kimdir? Yolunda giden, daha doğrusu, gitmesi gereken işleri yolundan çıkaran bir şeyler, birileri mi var? Bir toplumda düzen koyan ve koydukları düzeni koruyan insanlar olduğuna göre, korunacak bir şey olduğuna göre, kendisinden korunulacak, sakınılacak insanlar, şeyler de var demektir. Nelerdir, kimlerdir bu sakıncalılar? Bu yazı, bu soruyu yanıtlamayı amaç edinen Ütopya’lann başlıcalanna, ama onların yalnızca sınırlı bir alanına bakma ereğindedir. Bu sınırlı alan sanattır. Sakıncalı diye gösterilen sanata, sanatçıya bu ütopyalarda nasıl bakılmıştır? Bu sakıncalının sakıncalılığı nasıl giderilecektir? Eldeki yazıda, bu soruların araştırılacağı ütopya’lar, başlıcası Platon’un “devlet”i olmak üzere, bir de Campanella’nın “Güneş Ûlkesi”dir.

Platon’un devleti bir akıl ve ahlâk devletidir. Yunanca’da “ethos”la dile getirilen ahlâk’ın bir anlamı da “önüne geçme”, “durdurma”, “durulan, oturulan yer” demektir. Öyleyse, düzeni kuran ve koruyan akim bu işteki en önemli yardımcısının, düzen bozucularının önüne geçen, onları bir yere oturtan ‘ahlâk’ olması doğaldır. Böyle bir devlette hiçbir şey rastlantıya bırakılamaz. Her şey, bütün’ün mutluluğu için birbirine örülmüştür; örgütlenmiştir. Toplumun tüm öğeleri, tek tek ele alınıp gereken yerlerine konulacak, oturtulacaktır. İşe devletin bekçilerinden başlar Platon. Yapılacak ilk iş devletin bekçilerinin yetiştirilmesidir. Bir şeyi yapmadan önce, onun korunmasıyla ilgili önlemlerin alınması gerektiğine inanılan bir tavırla karşı karşıya bulunuyoruz. Demek ki, o şeyin korunması gereken bir şey olduğu, korunamazsa yok olabileceği önceden kabul ediliyor. “— Şimdi bu yetiştirme nasıl olacak?”

Gelenek – görenek ne güne duruyor: “Öteden beri sürüp gelen yetiştirme yolundan daha iyisini bulmak zordur. Bu yolsa, beden için idman, ruh için müziktir.”

— Müzik dediğimiz eğitime, söz sanatları da giriyor mu? — Giriyor tabii.

“Her aklına gelenin uydurduğu masalları çocukların dinlemesi doğru mudur? — Hayır. O zaman ilk işimiz masalcıları kollamak olacak. Masalları güzelse bırakacağız söylesinler, kötü ise yasak edeceğiz.”

Konuşmalarda görüldüğü gibi Platon, sanatçının karşısına yasakla çıkıyor. Bu yasak estetik değil, etnik kaygıdan kaynaklanıyor.

Son konuşmadaki “güzel – kötü” karşıtlığı, aslında ‘iyi-körü’ karşıtlığı anlamındadır. Bunun böyle olduğu, aşağıdaki alıntılarda daha açık bir biçimde görülecektir. Masalların yasak edilmesi, onların ahlâka aykırı oluşlanndandır, yoksa güzel olmadıkları için değil. Bu masalcılar kim olursa olsun, isterse Hesiados ya da Hameros olsun, onlar da Platon’un devlerinden kapı dışan edilecektir. Masalcılar, ancak toplumun yararına olan masalları söyüyebilirler: “Şairler de verilen öğütlere uygun masallar düzmeğe zorlanmalı.”

“İyilik yolunu gösterecek güzel masallar olmasına çok önem vermeliyiz.”

Masalcıların neyi söyleyip, neyi söylemiyeceğine devlet yöneticileri karar verecek. Tanrılar üstüne kötü şeyler anlatılmamak. Tanrılar hep iyi ve güçlü gösterilmeli. “Hele söylemeli de şairlere, tanrıları hiç şöyle konuşturmasınlar: “Ah başıma gelenler”, bende bahtsız yiğit anasıymışım..’ Haydi kimi tanrılar varılansın diyelim. Ama tanrıların en büyüğü Zeus’a şunları nasıl söyletebilir insan: ‘Eyvanlar olsun! Sevdiğim insanı şehrin surları boyunca böyle kovalanır mı görecektim? Yüreğim parçalanıyor.'”

Şairlerin, yalnızca, insan ustu ya da üstün varlıklar diye bilinen tanrılara ilişkin konuşmaları değil, aynı zamanda insanlara ilişkin sözleri de denetlenecektir: “Şairler, yazarlar, insanlar üstüne de doğru dürüst konuşmuyorlar. Masallarda eğri insanların mutlu, doğruların mutsuz olduğunu görüyoruz. Eğriliğini gizlemesini bilen türlü nimetlere kavuşuyor; doğru insansa, başkalarına yararlı, kendine zararlı oluyor. Bu çeşit sözieri de söyletmeyiz şairlere; bunun tam tersini gösteren masallar anlatmalarını istemeliyiz.”

Şairlerin, masalcıların neleri anlatmalarını, neleri anlatmaktan sakınmalarını gördük. Ancak Platon, bu kadarla yetinmez. Şairlerin anlatım tandan da onun için önemlidir. Burada Platon’un daha çok bir estetikçi tavır aldığını görüyoruz: “Şairler, masalcılar, olmuş, olan, ya da olacak bir şeyi anlatırlar… Anlattıklarını ya doğrudan doğruya, ya taklit yolu ile, ya da her iki türlü anlatmazlar mı?”

“…Demek şiirin ikitürlü anlatma yolu varauş: Biri, dediğin gibi tragedya ve komedyadaki taklit yolu; öteki, şairin olan biteni kendi anlatması. Bu çeşit de Dithyrambos’larda görülür sanırım. Her iki çeşidin de bir araya geldiği olur, destanlarda ve başka şiirlerde olduğu gibi.”

Her ne kadar burada Platon, bir estetikçi tavn ile görünüyorsa da, onun asıl amacı, sanatın devlet içindeki yerini belirlemek, sınırlarını çizmektir. Öyleyse Platon’un asıl amacına uygun olarak şunu soralım: Bu devlette izin verilen anlatım tara hangisidir? Gerek taklide, gerekse yalın anlatıma izin verilebilir. Ama bir koşulla; Yalnızca iyi hareketler anlatılacak. Şiirleri ne denli ilgi çekici, ne denli güzel olursa olsun bir şair, bu kurala uymazsa, onu Platon devletinden kovuyor:

“Öyleyse, her kılığa girmesini, her şeyi ustaca taklid etmesini bilen bir adam, bizim topluma gelip de şiirlerini halkın önünde söylemek isterse, bu kutsal, bu eşsiz, bu tadına doyulmaz şairin önünde saygı ile eğilir, deriz ki: Bizim ülkemizde senin cinsinden insanlar yok, olması da yasak. Böylece başına kokular sürer, çelenkler kor, onu başka bir ülkeye yollanz. Bize daha ağırbaşlı bir şair gerek, deriz. O kadar hoş olmasın zararı yok, ama ise yarar masallar söylesin, yalnız iyi
adamın taklitçisi olsun, onun davranışlarını anlatsın, askerlerimizin eğitiminde uygulanan kanunlara uysun sözleri.”

Platon’un devletinde sanat, gençlerin yetiştirilmesi için bir araçtır. Gençlerin yetiştirilmesi iki adımlıdır: ruh eğitimi, beden eğitimi. Ruh eğitimi için söz sanatları ve müzik, beden eğitimi için idman. Söz sanatlarının nasıl olacağını gördük, şimdi sıra müzikte. Ancak müziği de söz sanatlarıyla birlikte düşünmek gerek. Çünkü Platon’a göre, “melodi üç şeyin karışımıdır: söz, makam, ritim: “Söz, düzenli sözler ve masallar üstüne demin söylediğimiz kurallara uyacak”

Söz konusunda ağlamalara, vahlanmalara yer verilmemişti. Makam ve ritmin de sözlere uyması gerekir. Hangi makamlar hüzünlü sözler uyar? “Karışık Lydia, uzun Lydia makamları ve benzerleri.”

Bu makamlar devlete sokulmamalıdır. “Değil erkeklere, aklı başında kadınlara bile zarar verir bu makamlar.” “Biz bekçilerimizin sarhoş, gevşek, tembel olmalarını da istemiyoruz.” “Peki, makamlar arasında gevşek olanlar ve içki sofrasına yakışanlar hangileridir?” “— Çözük denilen Ionia e Lydia makamları.”

Bunlar, savaşacak insanların ağızlarına yakışmaz. “… Öyle bir makam alalım ki, savaşta, ya da zor karşısında kalan, yaralanan, yenilen, ölümle karşı karşıya gelen ve her türlü mutsuzluk içinde kaderine kafa tutabilen bir adamın yiğitçe davranışına uysun. Bize bir başka makam daha lâzım ki, banş içindeki yaşayışımıza uysun.

(…) İşte biri sert, öteki yumuşak bu iki makam, iyi günde oisun, kötü günde olsun, aklı başında ve yiğit insanların sesine uyacak olan bu iki makam bize yeter.”

“En çok sesi olan, bütün makamları çalabilen flauta”ya ve “onun bir taklidi olan telli sazlara” izin verilmez. Yalnızca lyra, kithara bir de kırlarda çobanların çaldığı kavala bu devlette yer vardır.

Platon’ca onaylanan müzik, şu askeri ifadede tam anlamını bulacaktır:

‘Hazarda ve seferde’ müzik. Askeri bandolarda yaylı sazların olmayışı, burada anımsanmalıdır. Yaylı sazlar duygululuğu arttırır, dinliyenleri gevşetir. Keman’ın verem yaptığı biçimindeki halk inanışı da aynı bağlamda anlaşılmalıdır.

Ritm’lere gelince: “Haydi böyleyse temizliğe devam edelim. Makamlardan sonra, ritmlere geldi sıra. Onların da değişik, çok çeşitli olmasını istemiyoruz. Hem yiğitçe, hem de ölçülü bir hayata uygun olmaları gerekir.”

Böylece, melodiyi oluşturan üç öğe olan söz, makam, ritm ayn ayn incelenmiş ve onların nasıl olması gerekeceği saptanmış oldu. Bu üç öğeden Platon’a göre en önemlisi ‘söz’dür. Bu nedenle ölçü ve melodinin söze uyması gerek. Makam ve ritm ölçüleri söz ölçülerine göre olacak.

Platon’un müzik eğitimi ile böylesine inceden inceye ilgilenmesinin nedeni şudur: Ona göre, “hiçbir şey insanın içine ritm ve düzen kadar işlemez.” “Gereği gibi yapılan müzik eğitimi” kendini iyi bir insan olarak yetiştirmek isteyen” için vazgeçilmez koşuldur. Böyle bir “müzik eğitimini gören”, “içi dışı birbirine uyan düzenli kişileri sevecek. Düzensiz insanları sevmiyecek.”

Amaç bütün’ün mutluluğunu sağlamak, bunun için de toplumun düzenim korumaktır. Şiir de, müzik de bunun için birer araçtırlar. Yalnız şiir ve müzik mi? Kuşkusuz hayır. “Öbür sanatlarda da aynı titizliği göstermiyecek miyiz? Onların da kötü huylan, ölçüsüzlükleri, bayağılığı, çirkinliği canlı varlıkların resimlerinde olsun yapılarda olsun, şu veya bu işlerinde olsun, göstermelerine engel olmamalı mıyız? Olamazsak, iş görmelerini yasak etmeli değil miyiz? Bekçilerimiz kötülük tasvirleri içinde, tıpkı kötü yiyeceklerle beslenir gibi mi yetişsinler? Her gün farkında olmadan birçok zehirli bitkileri azar azar yiyerek zehirlensinler de içlerine kötülük işlesin mi?”

Bu sözlerin bizim için asıl ilginçliği şuradadır! Burada konuşan, sanki, günümüzden iki bin beş yüz yü önce yaşamış bir düşünür değil de, sokakta, işyerimizde, yaşamın her kesiminde karşılaştığımız, toplum adına konuşan içimizden biridir. İnsanlık, bunca yıldır aynı düşünceleri, belleğinde nasıl da taşıyagelmiştir. İyisi mi, biz yine İsa’dan öncesinin Yunanistan’ına dönelim. Platon’u dinlemeyi sürdürelim :

Platon, düşlediği toplumun öylesine yetkin olduğuna inanmıştır ki, orada hiçbir yeniliğe izin vermez. “Devletin bekçileri eğitimin bozulmamasına bakacaklar. Ne beden, ne de kafa eğitiminde, kurulmuş düzene aykırı hiçbir yeniliğe meydan vermiyecekler. Biri tutar, “şair ağzından çıkan yeni sözlere bayılır insanlar’, derse, bu söz tehlikelidir. Çünkü herkes şairin yeni havaları değil de, müzikte yeni makamları kastettiğini sanır. O türlü bir yeniliği de hoşgörür. Oysa böyle bir şey ne onaylanmak, ne de şairin düşüncesi için kabul edilmelidir. Müzikte yeni bir çeşidin doğması kaçınılacak bir şeydir. Bununla her şey tehlikeye girer. Damon’un dediği, benim de inandığım gibi, müzikte yol değişti mi, devletin anayasası temelinden sarsılır.”

Sanatın toplumdaki yerinin kesin çizgilerle saptandığı Platon’un devletinde sanat ve sanatçı, görüldüğü gibi, sıkı bir denetim altındadır. Böylesine bir durumda, sanatçının özgür yaratmasından söz edilemez. Zaten Platon, her türlü yeni yaratmaya karşı olduğunu açıkça söylemektedir, niyetini gizlememektedir.

Onun için önemli olan devletin düzeninin korunmasıdır. Akim, düzenin egemen olduğu bu devlette düzen bozucu hiçbir şeye yer verilmez. İnsanda aklın karşıtı duygudur, daha doğrusu, aklın egemenliğine karşı koyan duygudur. Duygu, bu egemenlik içerisinde kaldığı sürece, ona söylenecek söz yoktur. Tersine, bu durumda o, akim, düzenin hizmetindedir. Duyguyu bu hizmet, bu görev dışına itebilecek, onu bu yönde besliyebilecek en önemli ‘sakıncalı’ araç ise sanattır. Sanat, daima insanın duygu yönüne seslenir. Ona dikkat edilmeli. Aklın düzenini bozmaya kalkmasın. O, böyle bir şey yapmaya kalktığında akıl, ethos’u, ahlâk’ı hemen göreve çağıracaktır. Ethos da sanatın önüne geçecek, onu bu sakıncalı işten caydıracaktır.

Platon’un- sanata karşı takındığı bunca yasakçı tavrının ardında, onun sanata verdiği önem de görülür: Sanatın hem toplum düzenini koruyucu, hem de bozucu bir gücü olabileceği varsayılmıştır. Platon’un sanatla bu denli uğraşmasının temelinde böyle bir varsayım yatar. Oysa Platon’dan sonraki ütopya’cılarda sanata böyle büyük bir yer verilmez. Örneğin, ne Thomas More’un “Utopia”sında, ne de şimdi ele alacağımız Campanella’nın “Güneş Ülkesi”nde sanata ayrılan yer, Platon’un ayırdığı yerle boy ölçüşemez. “Güneş Ûlkesi”nde de sanat, öncelikle bir araç olarak görülür ve zanaat-sanat ayrımı yapılmaz:

“…Daha sonra, çeşitli zanaatları öğrensinler diye, çocuklar bölük bölük, aşçı, marangoz, kunduracı, demirci ve resim atelyelerine götürülerek, hangi zanaata eğilimleri olduğu, nelerden hoşlandıkları öğrenilir.”

Burada sanat (zanaat), yalnızca bir uğraş, bir meslek olarak anlaşılıyor. Herkesin bir işi, bir uğraşı olmalıdır. Yoksa düzen bozulur, ahlâksızlık kol gezer: “Güneş (İlkelilerin, zanaatları hor gören, buna karşılık, hiç bir meslekleri olmıyan, hiç bir yararlı iş görmiyen, bolluk içinde aylak yaşayıp zevkleri ve keyfieri için sürü sürü insan kullanan kimselere soylu kişi gözüyle bakan bizlerle ne denli alay ettiklerini anlatamam. Onlara göre, böylesine bir tutum bir devlet için en kötü sonuçlar doğurabilir: Ahlâksızlıklar okulu denebilecek böylesi bir topluluktan sürü ile haydutlar, eli bıçaklılar çıkar.”

Campanella için sanatın şöyle ya da böyle olması değil, var olup olmaması ahlâkı, toplumsal düzeni belirler. Ancak, yine de sanat ile ahlâk ya da toplum düzeni arasında bir ilgi kurulur ve sanat, yine ahlâkın yedeğine alınır.

“Güneş, Ülkesi”nde en büyük yönetici “Hoh”un üç yardımcısı vardır: “Güç”, “Akıl” ve “Sevgi”. Hoh, bu üç yardımcısıyla ülkeyi yönetir. Müzikçi, ozan, söz ustası, ressam, heykelci, Akıl’ın yönetimi altındadır. Demek ki, bu sanatları denetleyen, düzenleyen, yöneten yine Platon’da olduğu gibi akıl’dır. Ne ki mimarlık, askeri işlerden sorumlu Güç’ün yönetimine verilmiştir. Ayrıca, Platon’un devlet’indeki kadar olmasa bile “Güneş Ülkesi”nde de sanatçıların, yöneticilerin denetimi altında tutuldukları açıkça ifade edilir : “Bayram törenleri, kadınların bir ağızdan söyledikleri türküler ve top sesleriyle başlar. Ozanlar en ünlü savaşçıları ve zaferleri dile getiren şiirler okurlar. Övgülerinde yabancı bir kahramanı kötüleyerek bile olsa, gerçeği değiştirip bozanlar cezaya çarptırılırlar.”

Sanatçı gerçeğe uymak zorundadır. Yoksa, devletin cezalandırıcı eli onun karşısına dikilir. Campanella’ya göre, gerçeği olduğu gibi söylemiyen sanatçı yalan söylemiş olur. “Yalan ise insanlara uğursuzluk getirir. Çünkü yalan erdemli insanın gölgede kalmasına, ahlâksız insanların övülüp yüceltilmesine yol açar.”

Campanella’nın Platon kadar sanatı ve sanatçıları ele alıp, inceden inceye araştırmamış olması, onun sanatı önemsemediğini gösterir. Onun için sanat, herhangi bir uğraştan farksızdır. Platon, bir töre bekçisi olmakla birlikte, aynı zamanda estetik kaygılan olan bir filozoftu, Üstelik Platon’un “Şölen”-gibi başka-diyalog’larında sanatı, yaratmayı olumlayıcı, yüceltici bir tutum içinde bulunduğunu da biliyoruz. Oysa Campanella’nın bu tür kaygıları yoktu.

Gerek Platon’un “Devlet”inde, gerekse Campanella’nın “Güneş Ülkesi” nde, sanat, hep ahlaksal açıdan ele alınmıştır. Sanat için asıl istenen değer ‘güzel’ değil, ‘iyi’dir. Bunun anlamı açıktır : Sanatın değeri, toplumun mutluluğuna katkısıyla orantılıdır. Bu mutluluğu arttıran sanat değerlidir, yalnızca böyle bir sanata yer vardır. Onun ölçütü de ‘iyi’dir. Sanatın ‘güzel’i gerçekleştirmesi demek, aynı zamanda “iyi’yi gerçekleştirmesi demektir. Güzel – iyi birlikteliği, tüm ülküsel devletlerin ortak amacadır. Bu birliktelikte ‘iyi’, ‘güzel’in önüne geçer, ‘Güzel’, ‘iyi’ de olmalıdır, iyi değilse, güzel olmasının bir anlamı yoktur. Oysa, ‘iyi’ için ‘güzel’in böyle bir belirleyiciliği söz konusu değildir. İyi, güzel olabilir, ama o, güzel olmasa da olur. Kuşkusuz böyle bir tavır, estetiği, ethik’in emrine veren, onun kendi bağımsız varlığını tanımayan bir tavırdır.

 

KAYNAKÇA :

CAMPANELLA, Thomas; Güneş Ülkesi, Çev.: Vedat Günyol – Haydar Kazgan, Çan Yayınlan, İstanbul, 1965
MORE, Thomas; Utopia, Çev.: S. Eyüboğlu – M. Urgan – V. Günyol, Çan Yayınlan, İstanbul, 1964
PLATON (Eflâtun); Devlet, Çev.: S. Eyüboğlu – M. A. Cimcoz, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1962; der Staat, übersetz von Otto, Apelt, Verlag von Felix Meiner, Leipzig, 1923

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments