Çoğunluğun iyiliğini sağlamanın en iyi yolunun az sayıda insanın yeteneğini cilalayıp parlatmak ve destekleyip ödüllendirmek olduğuna inanmak doğrultusunda eğitildik ve talim ettirildik. Yeteneğin, doğası gereği düzensiz dağıldığına inanıyoruz; bu nedenle bazıları, başkalarının ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar yapamayacakları şeyleri yapmaya yatkındır. Herhangi bir yeteneği olmayan veya yeteneğin bir alt türüne sahip olanların sayısı çokken, yetenek bahşedilmiş olanlarınki son derece azdır; aslında, insan türünün üyeleri olarak çoğumuz bu ilk kategoriye dahiliz. Bu nedenle bize ısrarla, sosyal konum ve ayrıcalıklar hiyerarşisinin piramide benzediği söylenir: Ne kadar yukarı çıkılırsa, oraya erişebilenler kümesi o kadar daralır. Vicdan azabını yatıştıran ve egoyu pohpohlayan bu tür inanışlar, hiyerarşinin tepesindekiler için memnuniyet vericidir. Bununla birlikte, hüsranı ve kendini paylamayı azaltan argümanlar olarak, merdivenin alt basamaklarındaki herkes için bir tür iyi haber niteliği de taşırlar.
Ayrıca, orijinal mesaja kulak asmayıp, doğuştan gelen yeteneklerinin izin verdiğinden daha yüksekleri hedefleyenlere de faydalı bir uyarıda bulunurlar. Özetle, bu tür haberler ihtilaf ve direnme ihtimallerini azaltırken, başarısızlığa boyun eğip teslim olmanın acısını hafifleterek, bizi piramitte erişilebildiğimiz noktalar arasındaki ürkütücü ve esrarengiz bir şekilde büyüyen eşitsizliğe razı olmaya teşvik ederler. Kısacası, sosyal eşitsizliğin tüm şiddetiyle sürmesine ve derinleşmesine yardım ederler.
Daniel Dorling’in belirttiği gibi: Zengin ülkelerdeki sosyal eşitsizlik, eşitsizlik doktrinlerine inancın sürmesi sayesinde hayatta kalabiliyor ve yaşadığımız toplumun ideolojisinin büyük bölümünde yanlışlıklar olabileceğini fark etmek insanları hayrete düşürebiliyor. Tıpkı kölelik zamanında çiftlik sahibi ailelerin kölelere sahip olmayı doğal gördüğü gibi ya da tıpkı kadınlara eskiden oy hakkı verilmemesinin “doğanın bir kanunu” olarak görüldüğü gibi, günümüzdeki çok büyük eşitsizliklerin çoğu da normalliğin fotoğrafı içinde kendine yer buluyor.
Barrington Moore Jr. , eşitsizliğe verilen yaygın tepkilerle ilgili “Adaletsizlik: itaat ve Başkaldırının Sosyal Temelleri” başlıklı önemli çalışmasında “adalet” ve “adaletsizlik” fikirleri söz konusu olduğunda, daha önde gelen ve “doğal” kabul edilenin ikincisi olduğunu, bunun zıddı olan “adalet” kavramını ise diğerine referans göstererek tanımlama eğilimi gösterdiğimizi belirtiyor. Herhangi bir sosyal düzende, adalet standardı, adaletsizliğin o andaki en tiksindirici, en sancılı ve en sinir bozucu şekilde hissedilen ve dolayısıyla üstesinden gelinip her taraf edilmesi en çok istenen hali tarafından akla getirilir, harekete geçirilir ve hatta belirlenir. Kısacası, “adalet”, “adaletsizliğin” belirli bir halinin reddedilmesi olarak algılanmaktadır.
Moore’a göre ayrıca, “normal” ya da “doğal” olana dönüşecek kadar uzun süre maruz kalınmaları ve tecrübe edilmeleri koşuluyla, insanların yaşam koşulları ne kadar ağır, baskıcı ve dışlayıcı olursa olsun, nadiren adaletsiz olarak algılanmaktadır; insanlar “bizim gibilerin” yaşadığı daha iyi koşullara hiç sahip olmadıklarından ya da bu koşulları hayal meyal hatırlayabildiklerinden, ellerinde kendi mevcut durumlarını karşılaştırabilecekleri bir şey yoktur ve dolayısıyla isyan edecek bir durum (hiçbir gerekçe veya gerçek bir olasılık) görememektedirler. Ne var ki derhal eşitsizlik olarak sınıflandırılıp direnişe ve karşı koymaya çağıran davidanın bir tur daha dönmesi, katlanılan sonu gelmez talepler listesine küçük de olsa bir yenisinin eklenmesi (diğer bir deyişle, yaşam koşullarının biraz daha kötüleşmesi) olmuştur. Örneğin, ortaçağda köylüler kendi yaşam koşulları ile efendilerininkiler arasındaki bariz eşitsizlikle genel anlamda barışıktı ve ne kadar zahmetli, ne kadar gereksiz olursa olsun kendilerinden beklenen kölelik hizmetlerine ve angaryalara itiraz etmezlerdi; fakat efendilerin talep ve baskılarındaki en ufak artış bile, saldırıya uğrayan mevcut durumun, diğer bir deyişle “geleneksel hakların” savunulması için köylülerin ayaklanmasını ateşleyebilirdi. Bir diğer örnekte, modern fabrikalardaki sendikalı işçiler benzer özellikler gerektiren, aynı sektördeki başka bir fabrikada çalışan işçilere verilip de kendilerinden esirgenen zamma tepki olarak ya da beceri bakımından kendilerinden daha aşağıda gördükleri işçilerin maaşları kendilerininkinin seviyesine çıkarıldığında greve giderlerdi: Her iki durumda da, itiraz ettikleri ve karşı koydukları “adaletsizlik’: “normal” veya “doğal” olarak görmeye alıştıkları statü hiyerarşisinde istenmeyen bir değişikliktir; nispi kayıp durumudur.
Dolayısıyla, aktif direniş gerektiren “adaletsizlik” algısı karşılaştırmadan türemiştir: Kişinin içinde bulunduğu kötü durumun, yeterince uzun sürede normalliğe dönüşmüş olan eski koşullar ile karşılaştırılmasından ya da kişinin bulunduğu konumun “doğal olarak aynı” veya “doğal olarak daha alt” statülerle karşılaştırılmasından. “Haksız” kelimesi çoğu kişi için çoğunlukla “doğal” (siz, bunu “alışılagelmiş” olarak okuyun) olandan ters yönde bir ayrılış anlamına gelmiştir. “Doğal” ne haklıydı ne de haksız; sadece ve sadece “olaylar dizisinin içindeydi’: “olayların olduğu” veya olması gerektiği gibiydi, nokta. “Doğal” olandan ayrılmaya direnç göstermek de, nihayetinde, bilindik düzenin korunması anlamına geliyordu.
Barrington Moore Jr. ve “nispi kayıp” olgusunun araştırmacıları tarafından incelendiği kadarıyla, durum en azından geçmişte böyleydi. Fakat işler değişti. .. Günümüzde, ne “bizim gibiler” ne de geçmişteki statülerimiz veya hayat standartlarımız karşılaştırma için “doğal” referans noktaları olabiliyor. “Yüksek” ya da “düşük” tüm hayat biçimleri şimdi ekranlarda ve herkesin gözleri önünde, sahici de olsa, cezp edici biçimde herkesin erişimine açık ya da en azından herkese “takdim ediliyor’: Zaman veya mekanda ne kadar uzak ve ne kadar yabancı olursa olsun, herhangi bir yaşam şekli prensipte, insanın kendi yaşamıyla kıyaslaması için referans noktası ve yaşamını değerlendirmesi için kıstas olarak seçilebiliyor.
Durumun gitgide bu hali almasının nedeni, belgesellerin, televizyon programlarının, magazin haberlerinin ve reklamların okur ya da izleyici ayrımı yapmaksızın, istenilen hedef kitlelerinin yanı sıra kendi iniş pistlerini bulmaları için mesajlarını atmosfere yaymalarıdır (varsayılan veya amaçlanan hak sahipleri arasındaki statü farklarını kabul edip desteklemek bir yana, tanımayı bile açık açık reddeden insan hakları fikrinin, teoride her zaman olmasa bile pratikte paylaştığı bir alışkanlık). Böylelikle, “haksız” eşitsizlikleri belirleyip cımbızla çekmek, tüm pratik niyet ve amaçlarla “serbestleştirildi” ve öznel karara terk edilmesi bakımından büyük ölçüde “bireyselleştirildi’: Bireysel olarak verilen kararlar, bir sınıf veya kategori tarafından belirlenen bir bakış açısından ziyade, bireysel tercihlerin müzakeresi ve kamu ihtilafının sonucu olarak, nadiren örtüşür veya bir bütünlük meydana getirir.
Onaylanma oranı ve onaylayan tarafın sosyal mahiyeti, katılımcıların özerk, tercihlerininse bağımsız olduğunu (gerçeği yansıtarak ya da çarpıtarak) varsayan kamuoyu araştırmalarında görülür; insanlar anketi gerçekleştirenler tarafından yayımlanan İstatistiklerin, dağınık ve düzensiz fikirlerin Durkheimcı yaklaşımla “sosyal gerçeklere” dönüşmesi için esas ve belki de tek fırsat olduğu sonucuna varmaya teşvik edilir. Örneğin, İngiltere’deki Yüksek Ücret Komisyonu tarafından bir yıl boyunca yapılan araştırmanın yayımlanmasından sonraki anket bulgularını ele alalım. Ankete katılan vatandaşların beşte dördü üst düzey yöneticilere verilen maaşların ve primlerin kontrolden çıktığına inanırken, üçte ikisi de maaş ve primlerin makul bir şekilde belirlenmesi konusunda şirketlere güvenmiyordu. Açıkça görülüyor ki, bu iki istatistiksel çoğunluk, üst düzey yöneticilere verilen maaş ve primlerin aşırı, haksız ve tabii ki “anormal” olduğunu düşünüyor.
Fakat aynı zamanda bu anormalliğin “doğallığını” da tasdik eder gibi görünüyorlar … İngiltere’deki üst düzey yönetici maaşlarının son otuz yılda yüzde 4.000’den fazla artmasının, İngiltere’nin kendi “doğal yeteneklerinin” sayı ve nitelik bakımından benzer oranda artış göstermesinden kaynaklandığı fikrine aramızda en ahmak olanın bile başkaldırması kaçınılmaz olmasına rağmen, istatistiksel çoğunlukların hiçbiri, eşitsizliğin anormal aşırılıklarına karşı durmakta istatistikler dışında herhangi bir şekilde birleşme alameti gösteremedi. Daha önce de gördük ki, bireylerin yeteneklerinin, becerilerinin ve kapasitelerinin doğal eşitsizliğine olan inanış, günümüze dek ulaşan sosyal eşitsizliğin uysallıkla kabulüne katkıda bulunan en güçlü faktörlerden biri olarak süregelmektedir; fakat aynı zamanda, eşitsizliğin “anormal” (diğer bir deyişle aşırı) ve dolayısıyla haksız olan, tamirat gerektiren boyutlarının belirlenmesinde ve ölçülmesinde kullanılabilecek bir kıstas sunarak, sosyal eşitsizliğin dizginlenmesinde kısmen etkili olmuştur. Sosyal (“refah”) durumun altın çağında olduğu gibi, zaman zaman sosyal hiyerarşinin tepesindekiler ile dibindekiler arasındaki mesafenin az da olsa kapatılmasını sağlamıştır. Öyle görünüyor ki, günümüzün sosyal eşitsizliği “doğallık” bahanesine başvurmadan kendi kendini idame ettirmenin yollarını bulmuş durumda. Sonuçta kaybetmekten çok kazanmışa benziyor. Evet, geçerliliğini koruyabilmek için başka argümanlar bulmak zorunda olduğu doğru. Fakat buna karşı, “doğallık” argümanını müdafaasından çıkararak, vazgeçilmez yoldaşı olan, aşırılıklara karşı “anormallik” yükünden kurtulmuş oldu (ya da en azından, önemini azaltıp etkilerini nötrleme yetisini kazandı). Kendini idame ettirebilmeye ek olarak, kendi kendini çoğaltma ve güçlendirme yetilerini de kazandı. Artık, büyümesinin önünde hiçbir engel yok …
Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına mıdır? – Sosyal Eşitsizliğin ” Doğallığı ” | Zygmunt Bauman