Her şairi; gerek edebiyat tarihi gerek eleştiri disiplini içine yerleştirmek, çoğu zaman farklı değerlendirme ve yaklaşım yöntemlerini gerekli kılar.
Okurlarıyla aralarındaki bağı kurmada kimi şairler için eleştirmenlere daha ağır görevler düşer. Bazan bir şârih, bazan bir eleştirmen, bazan bir edebiyat tarihçisi özelliğini aynı teknede yoğururlar.
İyi ve has şiir, her zaman zor anlaşılan, kendini güç ele veren şiir anlamına gelmez. Şiirin anlaşılabilirliğini, algılanabilirliğini şairin kendisi seçer. Okurunu o tayin eder.
Neden bu girişi yapma gereğini durdum?
Attilâ İlhan’ın şiiri ne kolay ne de zor anlaşılan bir şiirdir. Şiirsel tadın alınabileceği şiirdir.Okurların önünde onu popüler yapan, herkesin içindeki şiiri keşfetmesinden kaynaklanır. Hepimizin içinde keşfedilmeyi bekleyen bir şiirsellik vardır, bir öz, bir nüve, nebula uyandırılmayı bekler.
Attilâ İlhan bu uyandırmayı başarmıştır.
Onun çok okunurluğu, şiirinin mahiyetini belirlemiyor. Ama şiirinin kitlelere ulaşmasını sağlıyor.
Şairlerin çoğunluğu için geçerli bir yargıyı savunurum. Her okur, şiir bilgisi oranında o şairi sever ve anlar. Her şiiri bir metin incelemesi mertebesinde okuyanlara, yorumlayanlara sözüm yok.
Çünkü ben şiirin, herkesin hayatında karşılığının olmasını savunanlardanım. İşte onun şiirinin ortak paydası burada. Bazan aşk şiiriyle yetinenler bir yönünü tanır, toplumsal gerçekçi edebiyat ürünlerini sevenler bir başka yönünü bilir.
Şairlerin bazısı, ilk şiirlerinden son şiirine kadar bir değişimin peşindedir. Değişim, gelişimle çatışabilir de, çakışabilir de.
Onun ilk şiirinden bugüne kadar yazdıklarına düzgün bir hat çekilebilir.
Donanımını sağlayıp şiir yazmaya başladığından, kendi çizgisindeki bir gelişimi yaşamış ama reddetmiştir.
İçerik çeşitlemesindeki zenginlik, okuru değişim ve gelişim kavramları arasında yanıtabilir. Yukarıdaki tezden onun kendini tekrarlayan bir şair olduğunu çıkarmayın. Aynı özü, aynı kalitede yazmak da ustalığın bir başka tanımıdır.
Şairleri değişik okumalarla sınamak, benim zevklerimden biridir. Onun şiirinin kaç vitraydan geçtiğini prizma kırılmalarından sonra kaç ışık kırılmasına uğradığını saptamanın yollarından biridir, benim için ilkidir.
Onu her dönemde de başka başka okuyabilirsiniz. Zaten o meraklısı için notlarla size yardımcı olabilecektir. Bana kalırsa siz sadece onun notlarıyla da sınırlamayın kendinizi. Şairin siz çekmek istediği anlam evreninde kısılıp kalmayın.
Onun şiirini eleştirirken, hep düzyazısını da hep belleğimden çıkarmak istemem. Çünkü o şiir, yazdığı bir yazının uygulamasıdır, şiirsel alandaki tezahürüdür. Ya da o şiir bir düzyazıya gönderme gereksinimi doğurmuştur onda.
Her okur, her şairin bir başka şiirsel katmanına ulaşabilir, imge, çağrışım ağacına çıkabildiği kadar ondan yaralanır.
Eleştirmenler şiiri, şiir tarihinin içine yerleştirirler, bunu yaparken de biraz soldururlar. Ben bu kimyasal işlemden mümkün mertebe kendimi uzak tutmaya çabalarım.
Okur ise, onu hayatının tarihi içine yerleştirir. Ne edebiyat tarihi umurundadır, ne de eleştiri. Şiirle okurun yakınlığı böyle kurulduğu anda o şair okur için vazgeçilmezdir.
Eleştirmenlerin katkısıyla bir şairin sevilmesi de, şairin değerine halel getirmez ancak okurun sayısını azaltır. Tahammüllü okur, gittikçe azalmaktadır. Attilâ İlhan, hiçbir zaman şiir okurunun tahammülünü sınamadı. Yorgun argın eve dönene şiirin suretini sundu, aşk kırgının yarasına merhem oldu.
Türk şiirinin tarihi ile toplumsal ve siyasal tarih kimi zaman alt motif olarak, kimi zaman da yüksekten seyrederek onun şiirinde kendini gösterdi.
İkisinin arasındaki imge alış-verişi, bu şiirin, okur önündeki çağrışım kat sayısını artırdı. Her ana kavramla hesaplaştı, bu tavır şiirin ya da ona daha çok yaraşan bir kavramla, kendinden doğan, doğarmış gibi doğal olan şiirin kuramını çıkarmak mümkündür.
Düzyazılarını okuyunca, şiirinin ardındaki dünya görüşü netleşir. Belki de tersine söylemek daha doğrudur, bir dünya görüşü şiiri zedelemeden, şiirselliği bozmadan nasıl şiirselleştirilir, bunu görürsünüz.
Her toplumcu gerçekçi şair için geçerli bu tehlikeden ancak ustalar sıyrılabilirler. Attilâ İlhan örneğinde olduğu gibi. Doktrinin, fikrin şiire aykırı gelen sivriliği, şiir kılığına bürünmezse tatsızlaşır.
Attilâ İlhan’ın şiirinde, Türkçe’nin Cumhuriyet sonrası arılaşma serüvenine yüzde yüz bir sadakat yoktur. Yazdığı şiir gereği bazı kelimeleri yok sayması, onun birikimini kullanmaması mümkün değildir. Üstelik aşk şiiri ve toplumcu gerçekçi şiir için öz, arı Türkçecilik anlayışı bağdaşır iki kavram değildir.
Tarihe oturtulan, onun şiirini yazan biri için dil önemli bir araçtır.
Dilin tutarlılığı, kavramlarda, kelimelerde kendini belli eder.
Hangi Edebiyat, onun şiirinin oluşum sürecine, toplumcu gerçekçi edebiyatçıların kimliklerine yaklaşımın ilgi çekici yazılar toplamıdır.
Ayrıca Attilâ İlhan’ın toplumcu gerçekçi çizgide kendi kuşağından ya da daha öncekilerden hakkı yenmiş gözüyle baktığı adlar üzerine değerlendirmeleri, eleştirel gözle edebiyatta yaklaşımımızı örnekler. Hiç kuşkusuz özneldir, çünkü kendi edebiyat konseptinin tercihinin içindeki kişilerdir.
Hangi Edebiyat’taki parantez içi bir yargının altın bir ölçüt sayın kendi şiiri, romanı için; Yazının adı Hasan İzzettin’in dönüşüdür. (Cumhuriyet şiirini Necip Fazıl’dan sonraya tamamlayacak Cahit Sıtkı ile Ahmet Muhip idiyse, Nazım Hikmet’ten sonraya tamamlayacak olan Hasan İzzettin gibi görünüyordu bana, ama sonra biliyorsunuz Garip felaketi oldu. Yozlaştıkça yozlaştık.)
Atillâ İlhan’ın Garip hareketine karşıtlığı, toplumca gerçekçi şiirle onu bağdaştırmamasında kaynaklanmaktadır.
Bana kalırsa, ayrıca Türk şiirindeki şiirselliğe karşıt bir şiir akımının beslendiği kanısı da onu buna götürebilir.
Attilâ İlhan’nın düzyazısındaki şiiri severim. Çünkü düzyazısın da imgelere, çağrışımlara, söz sanatlarına ihtiyacı vardır.
İşte, Hasan Tanırıkut’un ölüm ilanını bir cümlede yazmış ama o benim için bir dize; “Hasan’ın ölüm ilanını, bulut mavisi bir sabah gazetede görmek mukaddermiş!”
‘Cinayet bu be’ , yazısında, bence de hakkı yenmiş, edebiyat tarihinde ıskalanmış bugün okunurluğunu tartışabileceğim, okunmamış/ okutulmamış bir romancının Reşat Enis’in önemini, yerini belirler.
Türk edebiyatına gerçekçi toplumcu açıdan bakmak, bazı yazarlara akım adına iltimas geçmek değildir.
Reşat Enis‘i anlatırken, onun savrukluğunu roman üslubundan, yapısından röportaja düştüğünü söyler.
Ben de Reşat Enis okudum, bugün aynı iştihayı duyup duymayacağımı bilemiyorum. Keşke kitapları basılsa da, genç kuşağın düşüncesini öğrenebilsek!
Reşat Enis’i ben çok sonraları Esentepe‘deki Gazeteciler Mahallesi‘ndeki evinde ziyaret ettim.
Attilâ İlhan’ın edebiyat zincirinin halkasının kopukluğunu önlemeyen bu yargısına katılıyorum: “Niye böyle yapıyoruz?Ikına sıkına iki uzun hikaye yazabilmiş bir züppeye, büyük romancı diye sayfalar ayırıp, özel sayılar düzenliyoruz da, yaşadığı dönemin toplumsal ve bireysel panoramasını,bir düzüne baba romanla çizmiş bir kalem erbabını,böyle hiçe sayıyoruz. Cinayet bu be!
Reşat Enis’in kişiliğinde, ilk metropol romanı denemelerini kaleme alan, ilginç bir yazarı keşfetmeme yol açtı.”(33)
Ben de, edebiyatın gelenekle hesaplaşma olduğuna inandığımdan, bir yazarın, şairin etkilenme/hesaplaşma sürecinden sonra kişilik bulacağı kanısındayım. Falih Rıfkı‘yı ve daha bir çok okumayanın Türk edebiyatında bir varlık olacağına inanmıyorum.
Bu öznel bir yargı değildir, örnekleriyle öznel bir sonuçtur.
Batı kaynaklarının yeterli olduğunu düşünemiyorum.
Attilâ İlhan, burada bir edebiyat tarihçisi ya da bir eleştirmen tavrıyla değil, bir edebiyatçının oluşum sürecini açıklaması bakımından bana çok ilgi çekici geliyor.
Kadın yazarlardan söz ederken bakın kimleri sayıyor: Nezihe Muhittin, Güzide Sabri, Mebrure Sami, Mükerrem Kamil, Cahit Uçak. Ve ardından her genç kuşak edebiyetçısına düstur olacak okkada bir gerçeğe varıyor: “Şimdi bakın ne diyorum, eğer bugün Attilâ İlhan bir halt olabilmişse, elbette, onları da okuduğu için olabilmiştir. Bu sözüm, herkesin kulağına küpe!“
Sadece günün moda yazarlarına yaslanarak, yazar, şair olunması… Daha rastlamadım… Olması ebnim açımdan da imkansızdır.
Bugün ortalarda adı çok geçen birkaç kişiye sarılıp edebiyat yapmak ne mümkün:
“Şaşkın Woody Allen’i, Jacques Seguela’yı, öbür ıvır zıvırı okumuş ama! Yıkılsın karşımdan!
Atilla İlhan 1940 toplumcu gerçekçi kuşağının hakkının yenmemesi için çok çabaladı. Onların edebiyatımızdaki, toplumsal ve siyasal tarihimizdeki yerlerini irdeledi.
Neden önemli olduklarını yazarak, eleştirmenlik, edebiyat tarihçiliği görevini üstlendi. Kendisine edebiyatı sevdirmiş, ondan gerçekçi edebiyat bilinci uyandırmış bütün adların okunmasını ısrarla tavsiye etti, özellikle genç kuşaklara. Kendi edebi yaşamından örnekler vererek.
Suat Derviş’i bir roman kahramanı yaptığını söylemesi boşuna değildir, kuramının uygulamasıdır.
Sürekliliğin şart olduğunu bakın nasıl açıklıyor: “H.İ Dinamo, Niyazi Akıncıoğlu, Cahit Irgat, Ö.Faruk Toprak, A.Kadir, Enver Gökçe, Sabri Soran, Ahmet Arif… Gerçekçilik Savaşı’nın ‘fedailer mangası’ ndan toplumcu şairler, artık hiçbiri yaşamıyor; onları ‘yaşatmak’, genç ‘toplumcu’ sanatçılara düşmez mi?
Düşmesine düşer de, günümüzün ‘toplumcu’ geçinen sanatçıları, nedense Üçüncü Yeni’nin (Siyah) ‘sirkinde’ palyaçoluk yapmayı tercih ediyor.”
Onların öne çıkmasını, okunmasını sağlamak amacıyla bir televizyon programında Niyazi Akıncıoğlu’nun şiirini okur, edinilen telefonlar, yargının ispatıdır.
Bu örnek, şunu göstermektedir ki, eğer hasılsa okunur ve beğenilir. Ve belki de edebiyatın şiirin bugünkü çehresi değişir.
Birbirine paralel bir değerlendirme yöntemi vardır.
1940 gerçekçi, toplumcu kuşağı üzerine yazarken, sarmal biçimde onların hem edebiyattaki başarılarını hem doktriner gerçekçiliklerini dile getirir.
Nazım Hikmet dediğinde gibi onların komünistliği yüzünden veya o akım sayesinde övülmediklerini, gerçekten iyi sanatçı oldukları için övüldüklerinin altını çizer. Çünkü bu iki husus ülkemizde çok tartışılmış ve karıştırılmıştır.İkisini ayırmak için Nazım hakkında çok yazmıştır. Ayrıca kendi kuşağının, Nazım’ı kurtarmak için nasıl yurt dışında çalıştıklarını belirtir. Övünmekten çok, bir şairle, genç kuşaktan şairlerin yazarların dayanışmasını örneklemek olarak yorumlanmalıdır bu. Nazım örneği, bir edebiyatçının savunduğu rejimle bile bağdaşamadığını gösterir.
Mayakovskiy ve Nazım yazıları sanatçının özgürlüğü üzerine manifestolardır.
Köy romanı bir zamanların çok okunan, çok beğenilen ama artık raflardan kaldırılan bir anlayış sembolleridir.
Köy romanına bakış, o romanların şematizmini özetlemiyor mu?
Gene de zamanında bu gerçekçi çıkış gerekliydi diyelim. Ayrıca Mahmut Makal‘ın Bizim Köy ‘ünün Köy Enstitüleri’nin gündemde bulunduğu bir dönemde bunlar da yazılmalıydı derim.
Gelelim Attilâ İlhan’ın yorumuna…
Alıntılayalım:
“Ağaların ve ‘adamlarının’ imamların’ domuzluğunu ne kadar cafcaflı, Memed’in yoksulluğunu ne kadar dokunaklı yazarsınız, hele bir de araya ak yayık ayranını, çam kozalakları top gibi patlayan Toros dağlarını sokuşturursanız, birinciye gelen bir toplumcu gerçekçi bir sosyalist sanatçı sayılırsınız artık,“
Sonunda ince bir saydam yargıya varıyor: “Köy romanı değil, mesele roman yazmak“
‘Bilimsel mi?’ başlıklı yazı 1974’de yayınlanmış : Tarihini koymam, eskimezliği konusundaki kanıtımı desteklesin diye.
Hâlâ bugün ben de aynı kanıda olduğumu belirterek o görüşe katılırım.
1960’lardan sonra halk şiiri devrimci söylemin temsilcisi sayılıyordu, divan şiiri de saray şiiri diye halktan uzak sayılırdı. Biri Halktan kopuk, diğeri halkın içinden. İkisi de şiire,
şiir dışı tanımlamalarla bakışın kurbanı, gerçekçilikten yoksun. Hele halk şiirinin her yüzyılda değişmez kalıpları tekrarladığını, aynı divan şiiri gibi olduğunu bilmek için epey zaman harcadık.
Özellikle ikisinin de güzellikse aynı güzelliği farklı söyleşilerini dile getiriyor: “Nasıl sadece divan şiiri olduğu için bir gazel ya da kaside aşağılanamazsa, tıpkı onun gibi, sadece halk şiiri olduğu için herhangi bir koşma ya da varsağı yüceltilemez.”
Gene bir noktaya odaklanalım. Ta ilk şiirinden itibaren Türk şiir geleneğini iyi bilen şair Attilâ İlhan, politik amaçlarla şiiri kirletmeye hep karşı durmuştur.
Pir Sultan Abdal’ın şiirlerinin birer ihtilal manifestosu yerine geçen günlerde bu şaşkınlığı yaşayanlar, tanıklık edenler Attilâ İlhan’a daha çok hak vereceklerdir.
Ancak, madalyonun bir başka yanı da var. Bizim aydınlarımız divan şiiriyle İkinci Yeni’den sonra ilgilendiler.
Ataç için söylediklerinin bir bölümüne katılıyorum. Nurullah Ataç tipik bir cumhuriyet aydınıydı, koşulsuz batı uygarlığına teslimiyetin temsilcisiydi.
Cumhuriyet kuşağının çoğu öyle değil miydi?
Ne var ki bireysel, öznel de olsa eleştirinin saygınlık kazanmasına, bir edebiyat türü olarak yerleşmesine çok katkıda bulundu.
Dönemin önemli adıydı ama bu bireysel çıkıştan başka eleştirmenler ne derece yararlanabildiler. Tartışılır. Aslında Ataç‘ı tek yanlı bulunduğundan tepki gösteriyor. Çünkü, toplumcu gerçekçi edebiyatı savunmayan, hatta ona yan çizen edebiyat anlayışı Attilâ İlhan’ın
Ataç’a karşı olması için yeterli bir nedendi. Attilâ İlhan’ın Ataç üzerine yazdıkları, onun batılılaşmaya karşı olduğu yargısına götürmesin sizi. Ancak gözü kapalı eleştirisiz bir batı kabullenmesi, batı kapıkululuğu da bizim edebiyatımızın bazı özelliklerini gereksiz yere sıfıra indirgediğinden bu eleştirici tavrı takınıyor. Alaturka sözünden ürkmeyen bir batılılaşma .
Avrupa şiiri karşısında Türk şiirinin, geleneksel şiirimizin de onlarla boy ölçüşecek örneklere sahip olduğunu tartışıp sonuca varan bir batılılaşma.
Aslında yazılarında, roman üzerindeki tartışmalarında, zincirin halkalarını eklemede, eski kuşak romancılarının batıda devr aldıklarını yeni kuşaklara aktardığı görüşü çıkar ortaya.
Attilâ İlhan’da benimsediğim akımlar, kişilikler bağlantısına sırt çevirmemesidir.
Geleneksel çizgi içinde, karşılıklı etkileşimi ve ayrıca sentez kavramını açıklığa, netliğe kavuşturur. “Bir toplumun sanatı, birbirinin içinden çıkıp zincirlenen halkalardan oluşur. Osmanlı sanatı bileşimi, Bizans, Arap, Acem, Türk, Ermeni vs. kültürlerinin Anadolu’da zaman içinde kaynaşarak yoğunlaşmaları sayesinde meydana gelmiştir. Özgündür. Bundan Türk ulusal kültür ve sanatının sağılması elbette çağdaş yöntemlerin yardımıyla gerçekleştirilecek, bu arada muhakkak etkisi altında kalınacak yabancı esintiler olacaktır.“
Tanzimat’tan beri, her ‘yenilik’ bir ‘taklit’tir yazısı, sadece edebiyatımızın yenileşmesine, bünye değiştirmesine değil, düşünce hareketlerinin haritası açısından da batı ile Türkiye arasındaki kültürel egemenlik ilişkisine değinir.
Evet, belki zaman zaman Attilâ İlhan, batı konusunda en uç noktaya çeker bizi. Unutmamalı ki en uç noktadan meselelerin soranların daha net göründüğü gerçektir.
İster ki herkes kendince bu sivrilikleri törpülesin, ayrıntıya insin.
Bizim edebiyat maceramız içinde batının payını, bizim payımızı, sentez oranını çok incelemiş, üzerinde çok kafa yormuştur.
Bu konuya eğilmekte de haklıdır, özgün bir edebiyatın ölçütlerini ancak bu mukayese sonunda ortaya çıkarabiliriz.
1960 sonrası kaynaklara yöneliş, içinde felsefenin, toplumculuğun da olduğu yeni okuma alıştırmalarının başlangıcı olmuştur.
İkinci Yeni’nin geleneksel şiiri göz önüne almak zorunda kalmasından ötürü o akımı savunacağım noktalar vardır. Gene de batının etkisinin büyüklüğünü inkâr edemem.
Attilâ İlhan, ulusal akımlarla, düşünceyle, uluslar arası olanın kıvamını aradı her zaman Niyazi Akıncıoğlu‘nun Edirne şiiri için söyledikleri, İkinci Yeni‘nin bazı şairleri ya da İkinci Yeni’nin etkiledikleri ustaların şiirdeki yerlerine bir bakış açısıdır.
Onlar içinde bana kalırsa lehe bir yorumdur. “Niyazi Akıncıoğlu’nun ‘Edirne’ şiiri, ne güzel örnektir buna. Divan Edebiyatı’nın majör gamları üzerine yazılmış bir halk şiiridir.”
Attilâ İlhan’ın meraklısı için ekler’inden uzun, kapsamlı bir yazıdan çok önemli sonuçlar çıkacağına inanıyorum. Çünkü, bir şiirin oluşum süreci beni çok ilgilendirir. Okur, şiirin sağlamasını yapma imkânını bulur.
Attilâ İlhan, şiir, edebiyat üzerine düzyazılarıyla da geleneğin doğu/batı bileşiminden moderniteye nasıl açılacağını göstermiştir.
Doğan Hızlan