Saraylar saltanatlar çöker
kan susar birgün
zulüm biter.
menekşelerde açılır üstümüzde
leylaklarda güler.
bugünlerden geriye,
bir yarına gidenler kalır
bir de yarınlar için direnenler…
Adnan Yücel
Faşist 12 Eylül cuntasının vahşetine karşı direnen komünistlerin soluğunda, yaprağın kımıldamadığı tasfiyeci havalarda bu sessizliğe bir çığlık gerek diyerek konduların kapılarına yaprak yaprak düşen umutta, fabrika kapılarındaki direnişlerde, işkencecilerin teşhir masalarını tekmeleyen Çukurova’nın yiğit delikanlılarının içerisinde varolan bir şair, Adnan Yücel; emeğin ve kavganın şairi.
“Sevdim soluğunu rüzgar kılan insanları/Soluğumu soluklarına kattım“ diyen Adnan Yücel, hayata gözlerini yumduğu 2002’in 24 Temmuz’undan birkaç gün önce, hasta yatağında “1 Mayıs nasıl geçti, sınıf çalışmamız nasıl?” diye soruyordu. O, 8 yıl önce aramızdan ayrıldı. Ne ki yağmur damlaları, nar çiçekleri, rüzgar ve soluğu rüzgar olanlar, gül kıyımları, yeraltı nehirleri, ateş ve güneş, sonsuza koşan düşler… gibi imgeleriyle değil sadece, tümü umut, direniş ve kavga aşılayan yaratısıyla aramızda, sıramızda, kavgamızda yaşıyor ve yaşayacak. Şehitlerimiz yaşıyor, devrim sürüyor…Adnan Yücel’in 1970′li yılların sonlarında başladığı yazma serüveni, diğer dergi ve gazetelerde çıkan ürünleri dışında somut olarak ilk şiir kitabının yayınlanmasıyla başlar (1979). Yücel’in şiiri özellikle ‘80 öncesinde gelişen devrimci sınıf hareketinden bağımsız düşünülemez. Zaten ilk şiir kitabı bu dönemi yansıtan bir isimle yayınlanır: Kavgalara Sözlenen Sevda
Hemen sonra 1980 faşist darbesi gerçekleşir. Bu süreç ilerici her kesimi vuran “koyu bir eylül sarısı” olarak dile gelecektir daha sonraki şiirlerinde. Öyle ki Adnan Yücel, 12 Eylül döneminde olsun, 90’ların ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan liberal tasfiyecilik süreci olsun; aydınların, sanatçıların ve şairlerin günün havasına “uyum sağladıkları”, sistemin ve düzenin suyuna gittikleri yerde gerçekten başı dik üretimini sürdürmüştür.
Adnan Yücel şiirlerinde evrensel temalar kullanmıştır kuşkusuz: Kavga, direnme, umut, güven… Romantik, kırılgan, yer yer naif bir algı ve iç düşünüş vardır mısralarında. O açıdan da evrensellik, asıl olarak onu derinden etkileyen süreçlerin, iç dünyasında yarattığı patlamaların duygusal imgelemi olarak kalır. Tarihsel – toplumsal koşulların bütünlüğü ve akışın içindeki devinimin bu bütünsellik içinden algılanıp imgelere dökülüşünden ve evrensel olanın buradan yakalanmasından ziyade, daha lokal ve etkileyici bir yoğunluk taşıyan kesitler içinden yakalamaya ve aktarmaya çalışır meramını.
“Şiir çevirisi zordur” denir. Burada esas sorun aslında şiirin ulusal algı ve söylemler üzerinden şekillenmesidir. Vaptsarov’un şiirini okurken ya da Nazım’ın başka dillerdeki çevirilerine baktığımızda onların bu sınırlılıkları aştıklarını rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Hangi dilde okunursa okunsun ortak bir duygulanım ve coşkunluğu aktarabilmeleri, yaratabilmeleri bu söylediğimizi doğrular; bu da onların çevirisinin hiç de “zor” olmadığı anlamına geliyor. Anlatılan kavga da olsa aşk da olsa bunlar, yerel duyuş ve anlatım sınırlarına hapsoldukça söyleyişin evrensel bir anlatımın düzeyine ulaşması pek de mümkün olmaz.
1982’de yayınlanan Soframda Kaval Sesi adlı yapıtı Yücel’in kararlı üretkenliğinin ilk habercisi olur. Bu eserinde şiirlerinin tümüne nüfuz eden eş bir söylem düzeyinden söz edemiyoruz. Şiirlerinin neredeyse tümü bireysel bir anlatı kurgusuna dayanır. Bu bireysellik bastırılan, soluksuz kalmış bir sesi çığlıklama çabasıdır aslında; ama yorgundur ve biraz da kırgın! “Yaşamın baharı” belirsiz bir gelecek düşü içerisinde gözden yitmiştir. Bunu bir arayış nüvesi olarak değerlendirmek de mümkün; çünkü bu süreci anlama ve tarif etme kaygısını da görebilmekteyiz: “Selam söyle yaşamın baharına / De ki korkular çökmüş vadilere / Şimdi menderesler çiziyor ırmaklar / Zaman lekeli bir utanç sessizliğinde”
Adnan Yücel’in şiirde kullandığı ve “nehir şiir” olarak adlandırılan uzun bir anlatı örgüsüne dayalı iki şiir kitabını (“Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” ve “Ateşin ve Güneşin Çocukları”) özellikle anmak gerekiyor. Türkiye’de çok da yaygın olmayan hikaye şiir olarak adlandırılan bu biçim, onun şiirlerinin, kendi deyimiyle, “doruğunu” oluşturur.
Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’te (1986), ikinci şiir kitabındaki yalnızlığı kırmıştır artık. Çoğul konuşan bir söylencedir artık şiir. Zaten Yücel, bu şiire arayışlarının sonuçlarını aldığının ifadesiyle başlıyor: “Aşksız ve paramparçaydı yaşam / Bir inancın yüceliğinde buldum seni / Bir kavganın güzelliğinde sevdim. / Bitmedi daha sürüyor o kavga / Ve sürecek / Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”
“İnancın yüceliğinde” ve “kavganın güzelliğinde” bulunan neydi? “Siz ki anlardınız aşkın dilinden…/ Şiirlerde türkülerde tanımıştım” dedikleri ve 12 Eylül darbesine karşı direnmeyi bir ilke düzeyinde kabul eden “kır çiçekleri” ve “yer altı nehirleriydi” elbette. Oldukça güçlü bir ses yakaladığı aşikar olan bu nehir, “kavga” sınıflı toplumların evrimi ve toplumsal dönüşümle ele alınarak günümüze kardar gelir. Bu eserinde “biz”in sesini yakalamış bir Adnan Yücel’le yüz yüze geliyoruz: “Oysa toprak yorulur biz yorulursak / Susarsak bütün dünya susar”
Şiirin arka planı ve temel beslenme kaynaklarını incelediğimizde Türkiye panoramasını verişte “içeriden” bir sesle konuşur; ancak toplumsal dönüşümün kendisi sınıfsal gelişim ekseninde düşünüldüğünde zayıf ve yüzeysel kalır. Toplumsal dönüşümün temel gücü olan işçi sınıfı onun şiirinde bir söylem olarak belirir; ama bu söylem öznel bir duyuştan öteye geçmeye, sınıfsal çelişkileri dillendirmeye ve bunları bir sınıf perspektifiyle çözümlemeye yönelmez. Burada Anadolu’nun direngen yüzü öne çıkar: Pir Sultan’dan Dadaloğlu’na, Hallac-ı Mansur’a değin Anadolu farklı dönemleri ve mücadeleci soluğuyla dile gelir adeta.
1984 – 1986 yılları faşist cuntaya karşı kıpırdanışların başladığı, hapishanelerde direnişlerin ve ölüm oruçlarının, kıran kırana mücadelelerin sürdüğü bir dönemdir. Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’in özellikle yedinci ve sekizinci bölümleri bu mücadele sürecinde “teslim bayraklarını çekenlerden” “zulüm tufanı”na direnen “bir tutam kır çiçeğine” kadar farklı tutum ve duruşları anlatır. Şiirin son bölümü ise “çoğul” olmanın verdiği bir güçle meydan okumaya dönüşür: “İmgelerin en ulaşılmaz doruğunda / Ey her şeye bitti diyenler / Korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler / Ne kırlarda direnen çiçekler / Ne kentlerde devleşen öfkeler / Henüz elveda demediler”
Adnan Yücel’in felsefi, kültürel bir derinlik ve estetik değer taşıyan yapıtları düşünüldüğünde, ilk ürünlerinde yakaladığı etkiyi ve gücü sonrakilerde bulamıyoruz, hatta bir yerden sonra hep aynı simgelerle ve söyleyiş biçimiyle aynı şiiri yazıyor izlenimini doğuruyor. Şairin şiirinin gelişiminde doruk noktasını ifade eden Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ten sonraki ürünlerinde dil, biçim ve içerik bakımından ciddi anlamda bir tekrar göze çarpmaktadır. Hatta son kitabında (Sular Tanıktır Aşkımıza) bu tekrar, anlam boyutunu aşıp dize tekrarına dönüşecektir.
Bu tekrarda dikkati çeken önemli bir nokta vardır: Söz konusu dönem, yani 1996 sonrası süreç toplumsal hareketin gerilemeye başladığı bir dönemdir. Bir önceki şiir kitabından (Çukurova Çeşitlemesi) bu yana geçen beş yıllık süre zarfında üretkenliğinde bir durgunluk göze çarpmaktadır. Oysa 1984′ten sonraki süreçte neredeyse her yıl bir şiir kitabı yayınlanmıştır. Olgunluk dönemi diyebileceğimiz bu süreçte bir durgunluk yaşamasının sebebini tam da toplumsal mücadele ile sanatı arasında kurduğu bağda aramak gerekir.
Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi yazarları da düşündüğümüzde aslında onlarda temel bir özellik vardır: Bu yazarlar yapıtlarını oluştururken gözlemlerini ustaca aktarmayı başarırlar. Daha çok izlenimci bir çizgi sürdüren bu yazarlar, mesela Çukurova’daki kapitalistleşme süreciyle birlikte çözülen toplumsal- kültürel- ekonomik yapıyı olağanüstü bir yetenekle gözlemleyip bunu hikayeleştirmeyi başarırlar. Bizler Eskici Dükkanı‘ndaki baba karakterini okurken onun aslında geleneksel yapıyı temsil ettiğini, çocuklarının eğilimlerinin ise yeni şekillenen yapıya denk düştüğünü anlarız. Burada yazınsal anlamda hiçbir zorlama ya da sürtünme hissetmeyiz. Ama içeriden yapılan bu gözlemlerde genel eleştirellik sınırları çok da zorlanmaz. Yani yeni olanın eleştirisine çok da rastlamayız. Var olan eleştirellik daha çok karakterlerin yaşadıkları zorlanma, çıkışsızlık ve kırılmalarda belirir, onlar ne yaşarlarsa biz de eserde bunları okur, görürüz.
Yücel’in şiirlerinde Çukurova, pamuk tarlalarınca bembeyaz, buğday tarlalarınca altın sarısı görümleriyle girer şiire. Özelde Çukurova daha genel anlamdaysa Akdeniz ve Anadolu doğal ve tarihi özellikleriyle şiirinin temel beslenme kaynağı olur. Çukurova Çeşitlemesi adlı kitabını da “gerçek bir çeşitleme” olarak niteler. Orada Çukurova’nın doğal yapısından tarihsel dokusuna değin bir dizi ögeye rastlamak mümkündür. İki bölümden oluşan eserinin ilk bölümünü bu doğal – tarihsel yapı oluştururken ikinci kısımda insanıyla direngen ve baş eğmez bir Çukurova ile çıkar karşımıza: “Çukurova emek yangını bir yerdir / Mutlaka bilmen gerekir / O kartal ki / kazancılar çarşısında çekiç sesidir / Sayacılar çarşısında dikiş sesidir / Bir eli Kiremithane mahallesindedir” Ama sözünü ettiğimiz izlenimcilik Adnan Yücel’de de belirgindir. O da gözlemledikleri üzerinden duygusal – düşünsel izlenimlerini yansıtır çoğunlukla. Onun yazma eyleminin en etkin itici gücü toplumsal mücadelenin gelişkinliğidir. Mesela yaşanan yenilgi süreci sonrası bir hareketlenme süreciyse o da aynı heyecan ve coşkuyla bu halaya katılır şiirleriyle. Kısacası ilhamı kavga olan bir şairdi Adnan Yücel. Ama şiir sadece anlık resimleri ya da duygusal dorukları yansıtıyorsa eninde sonunda üretimi vuran bir noktaya gelmektedir. Ama sadece Çukurova değildir Yücel’in eserlerinin konusu. Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek demesi de yüzünü bir dünya düşüne döndürdüğü anlamına gelmez mi zaten.
Adnan Yücel’in şiirlerini sitemizde bulabilirsiniz….