Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaTarihGenel TarihKarl Marx tarafindan ilk eylemci komünist olarak kabul edilen kişi | Gracchus...

Karl Marx tarafindan ilk eylemci komünist olarak kabul edilen kişi | Gracchus Babeuf

Fransız Devriminin kuramcıları arasında Babeufün önemli bir yeri vardır. Eserinin özgünlüğünü anlamak için içinde yaşadığı toplumsal ortamı ve karşılaştığı başlıca sorunları kısaca görmek gerek.

1760 yılında dünyaya gelen Babeuf gençliğini Picardie’de geçiren yoksul bir ailenin çocuğudur. Öğrenim olarak ne gördüyse babasından görür ve genç yaşta hayatını kazanmak zorunda kalır. Birçok işlere girip çıktıktan sonra. 1785’de tapu işlerinde çalışır. Bu iş, toprak sahiplerinin haklarını çok eski ve geçerliği kalmamış birtakım ayrıcalık belgelerine göre aramaktı. Gerçekte, XVIII. yüzyıl sonlarında soylular sınıfı parasal olarak güç bir duruma düşmüştü. Bu sınıf günün ekonomik hayatı (ticaret ve endüstri) dışında kaldığı için -çünkü saygınlığından bir şeyler yitirmeksizin bu hayata katılmazdı- tek geçim kaynağı olarak elinde yalnız topraklarının geliri kalmıştı. Ortaçağdan beri bu gelir değişmez, donmuş bir durumda idi. Oysa ticaretin gelişmesiyle fiyatlar yükselmiş ve bu değişmez gelir artık ihtiyaçları karşılamaz olmuştu. Onun için, sıkıntısını gidermek isteyen derebeylik kendi haklarını sonuna kadar kullanmaya, yani köylüyü daha da sömürmeye bakıyordu. Babeuf, tapu işinde çalışırken, bütün bunları görür.

Kendi deyimiyle “soylu sınıfın zorbalık ve bin bir dalavere ile topraklan ele geçirişinin sırlarını” öğrenir.Bu derebeylik sömürücülüğünün yanı sıra, tarım ve endüstride kapitalist tipte birtakım ilişkiler çıkıyor ortaya: Zengin tarım bölgelerinde (özellikle Picardie’de) artık toprakların geliriyle yetinmeyen birtakım toprak ağaları, burjuvalar, kimi zaman da derebeyleri yeni yeni sömürme yollarına başvuruyor, gerek para karşılığında, gerek zorla köylünün topraklarını ele geçiliyor ve bunlarda yeni yöntemler deneyerek toprağın verimini arttırmaya çalışıyorlardı.

Bu değişmeler de yine köylünün zararına oluyor; Odununu sağladığı, hayvanlarını otlattığı topraklardan yoksun kalıyor ye toprak sahibinin ya da kiracısının buyruğunda ırgat olarak çalışıyor. Böylece, eskinin derebeyi-köylü karşıtlığına sömürgeci-proleterleşmiş köylü karşıtlığı ekleniyor.

Bu tarım kapitalizmi yanında, Picardie’de bir de endüstri kapitalizmi doğuyor. Özellikle büyük kentlerde gelişen yün endüstrisi büyük sayıda yoksul emekçi kitlesini boğaz tokluğuna çalıştırmaya başlıyor. Belli noktalarda toplaşan bu kapitalist endüstri dışında, kendilerine bir gelir fazlası sağlamak isteyenler (kentlerde zanaatçılar, evlerinde çalışan işçiler, köylüler) örme ve dokuma işlerinde kullanılmak üzere ilkel madde satın alacak, tezgâh kuracak para bulamadıkları için, zengin birtakım tüccarların düşüyor ve onların sağladığı araçlarla çalışıp ürünlerini yok pahasına yine onlara satmak zorunda kalıyorlar.

Babeuf yakından gördüğü bu durumdan birçok dersler çıkarıyor kendisine: Önce, XVIII. yüzyıl filozoflarının, özellikle JJ. Rousseau ve Morelly’nin etkisi altında, özel mülkiyetin haksızlıklar üstüne kurulduğu sonucuna varıyor. Babeuf ilk sosyalist kuramlarını, devrimden az önce Arras Akademisi sekreteri olan arkadaşı Dubois de Fosseux’ye yazdığı mektuplarda taslak halinde verir. Sonradan Sonsuz Kadastro’ya aktardığı bu taslakta toprakların dağılmasını toplumsal eşitsizliği önlemenin tek yolu olarak gösterir.

Bunun yanı sıra, Babeuf sınıf çatışması düşüncesini geliştirmeye başlar. Gerçekte, devrimin girdi çıktısına katıldıkça, işçi kitlesinin çeşitli yollardan sömürüldüğünü daha açık seçik görmeye başlar ve kafasında yer alan sınıf çatışması kavramı, gerek öğretisinde, gerek eylem hayatında büyük bir önem kazanır.

Babeuf halktan, halk sınıflarından yana olan bu eyleme devrimin başlarında atılır. Bastille’in ele geçtiği haberini alır almaz, büyük bir coşku içinde Paris’e koşar ve başkentin devrim havasına kendini alabildiğine kaptırır. Picardie’ye dönüşünde, halkı yavaş yavaş belli amaçlara doğru seferber etmeye çalışır, önce, aides ve gabelle gibi dolaylı vergilere karşı baş gösteren hareketin başına geçer. Bu tüketim vergileri özellikle yoksul halkın sırtına binmekteydi. Üstelik toplanış yolu da insan onurunu kırıcıydı. Babeuf sekiz yüz Commune’ün imzasıyla Millet Meclisine bir dilekçe gönderir. Bu kışkırtma hareketi yüzünden ilk defa olarak (Mayıs 1790) hapse atılır. Kısa bir süre sonra hapisten çıkınca, yeniden savaşa koyulur ve özellikle, başa geçen burjuvazinin çiğnediği 1789 Bildirisi’nin demokratik ilkelerini savunmaya başlar. Düşmanlarının iftirasına uğrar ve Paris’e sığınmak zorunda kalır (1793 başlan).

Bu sefer, Paris Babeuf ün düşüncesi üzerinde kesin bir etki yapar. 1793’ün Paris’idir bu, Fransa’nın en çok işçi ve zanaatçısının toplu bulunduğu bir yer. Sansculotteslarla büyük burjuvazi arasında zorlu bir çatışma başlamıştır. Sınıf çatışması daha çok geçim gereçleri konusunda kendini göstermektedir: iç ve dış savaşlar ortasında, sansculottes’lar ordu ile şehir halkının azığını makul bir fiyatla sağlayacak bir salma ve vergileme politikası istemektedirler. Büyük burjuvazinin en önemli bölüğü olan büyük tüccarlar, gelir kaynaklarını kısacak olan bu türlü ekonomik sınırlamalara var güçleriyle karşı koyuyorlar. Ama halkı yalnız devrimin kurtaracağına inanan Montagnard’lar halkın hak isteklerinin bir kısmını gerçekleştiriyorlar: En zorunlu aşlık maddelerini vergileyen yasayı koyuyorlar. Paris Komünü İaşe komisyonunda görev alan Babeuf, o zamanın büyük ekonomik sorunlarım yakından görmek fırsatını buluyor. Tüketim maddelerinin dağıtımı artık onun gözünde büyük bir önem kazanıyor. Babeuf sosyalizminin bir üretim sosyalizmi değil, bir tüketim sosyalizmi oluşunun nedenlerinden biri buradan gelir.

Ama devrimin bu kesin döneminde Babeuf birinci planda bir politik rol oynamıyor. O günlerde, özgürlükleri, hatta 1793 Anayasasını kısıtlayan olağanüstü bir hükümetin zorunluluğunu, karşı-devrimi ve büyük burjuvazinin benciliğini etkisiz bırakacak Terreur yönetiminin kaçınılmazlığını anlamıyor henüz. Demokratik kurumların serbestçe işlemesi, halk yararına çalışan bir politikanın zorunlu ve yeterli bir koşulu gibi görünüyor ona. Bu düşünce Babeuf’ü büyülüyor ve Robespierre’in politikasını desteklemekten alıkoyuyor.

Thermidore’da büyük burjuvazi Robespierre’i devirip tekrar başa geçiyor. İlk kaygısı, varlığını ve kazançlarını sınırlayabilecek bir halk hükümetinin yeniden kurulmasını önlemek oluyor. Amacı, her şeyden önce, ekonomik özgürlüğü yeniden kurmaktır. “Maxium General” yasasının kaldırılması paranın değerini düşürüyor ve fiyatlar durmadan artıyor. Bunun sonucu olarak, bir yandan boyuna yoksullaşan halkın çıkardığı “açlık ayaklanmaları” (Nisan ve Mayıs 1795) sürüp giderken, öte yandan savaş araçları ve besin maddeleri üzerinde hayasızca bir spekülasyon yaparak zenginleşen bir vurguncular sınıfı çıkıyor ortaya. Halkla burjuvazi arasındaki uçurum görülmemiş bir dereceye varıyor.

Robespierre’in düşüşünü özgürlüğün “ikinci doğuşu” diye selamlamış ve bu davranışıyla, bilmeyerek, karşıdevrimin ekmeğine yağ sürmüş olan Babeuf, durumu anlamakta gecikmiyor. Thermidor’cuların bir sınıf politikası gütmeleri karşısında Robespierre’i tutmamakla büyük bir yanılgıya düştüğünü açıklamaktan çekinmiyor. Böylece, Robespierre’in düşmesinden beş ay sonra, Babeuf büyük çapta politikaya atılıyor ve devrim düşmanlarına karşı açılan savaşın başına geçiyor. Thermidor’cuların yaptıklar kötülükleri açığa vurup demokratları yasaların sınırları içinde düzenli bir ayaklanmaya çağırıyor. Babeufün durmadan sözünü ettiği ayaklanma kansız bir ayaklanmadır. Bununla beraber, Thermidor’cular Babeufün bu davranışını tehlikeli bulup “İsyan hazırlamaya ve Millet Meclisi’ni dağıtmaya” çalışıyor diye suçlayarak onu hapse atıyorlar (Şubat 1795).

Arras ve Paris cezaevlerinde geçirdiği günler Babeuf e birçok devrimciyle karşılaşmak fırsatını veriyor. Babeuf, el altından, cezaevinin içinde ve dışında düşüncelerini yayıyor. Hapis arkadaşlarındım, özellikle XVIII. yüzyılın tanrıtanımaz, filozofu Helvetius’ün öğrencisi Charles Germain’le tanıştıktan sonra materyalist düşüncelerinde kesin bir aydınlığa varıyor. Uzun zaman büyük politik sorunların içinde yoğrulmuş olan Robespierre’d Buonarotti’den faydalanıyor. Babeuf hapisten çıktığı zaman, içinde zorbalığa karşı amansız bir savaş isteği duyar: “Zorbalar beni dün bağışladılar. Onların gözünde bir cani olmaya çalışmazsam eğer, suç ortaklığı etmiş olurum.”

Directoire yönetiminde iş başına geçenlerin Thermidor’cular zamanındaki aynı adamlar olduğunu gören Babeuf savaşını yalnız kralcılara ve kralcılaşmış Directoire’cılara karşı değil, bilerek ya da bilmeyerek Directoire’la işbirliği yapanlara karşı da yöneltiyor. Directoire, yönetim görevlerini kurnazca dağıtmakta ve bazı devrimcileri kendine bağlamaktaydı. Ayrıca, bütün kötülüklerin cumhuriyet rejiminden geldiğine halkı inandırma yolunda elinden geleni yapıyordu. Babeufün halkı aldatanlara karşı açtığı savaşa katılanların sayısı gün geçtikçe artıyordu. Çünkü yıldırı ve kinle yönetilen Directoire politikası halk yığınlarının yoksulluğunu arttırmaktan öte bir şey yapmıyordu. Babeuf, gazetesinde “halkı krallıktan kurtarmak” gerektiğini yazıyor, onun için de halka gerçek durumu göstermeye çalışıyor. Ona göre, halkın çektiği sıkıntılar cumhuriyet yönetiminden değil, o yönetimin sınıf düzeninden geliyordu. Sansculotte’lan, popüler bir parola etrafında bir araya getirmek gerekti. İlk birleşme noktası, devrimin ilk yılının anayasasına bağlanmaktı. Babeufı’ün üçüncü yıl anayasasına karşı savunduğu bu anayasa ona göre “aristokrasinin cumhuriyete girişini onaylamakta” ve Fransa’nın yönetimini, “mal mülk sahiplerine” bırakmaktaydı.

Babeuf’ün bu anayasayı seçmesi şundandı: Bir kere, özü bakımından gerçekten demokratik bir anayasaydı ve halk onun ilkelerini benimsemişti. Babeuf’e göre halkı son amacına yani “ortak mutluluğa” yalnız bu anayasa götürebilirdi.

Beri yandan, Babeuf halkı “yeniden elektriklemek” için yöneticilere, Thermidore’dan önceki ilkelere dönmelerini hatırlatıyor. Sansculotte’lar onun izinden gidiyorlar. Hükümet sınıf politikasını bırakacak cesareti gösteremiyor. Babeuf amacına ulaşmak için her türlü düzeltme ve iyileştirme yollarını bırakıp sınıf savaşına başlamak gerektiğini anlıyor. Tribün adlı gazetenin 35. sayısı “Pleb’lerin manifestosu” başlıklı yazıyla halkı tek haklı olan toplumu, yani sosyalist toplumu kurmak için silahlı savaşa çağırıyor.

Babeuf bu düşüncelerini türlü yollarla yaymaya çalışıyor ve dostlarının yardımıyla büyük bir etki yapmayı başarıyor. Ama Directoire’cılar onun elinden bütün yasal eylem olanaklarını yavaş yavaş alıyor, gazetesini kapatıyor ve kendini yakalayıp hapse atmak istiyor. Babeuf artık kaçak bir hayat sürmektedir. Yasa yolunu bırakmış, kurtarıcı ayaklanmayı hazırlamaktadır. Ayaklanma kaçınılmaz bir zorunluluk olmuştur. Ekonomik durum dayanılmaz bir noktaya gelmiştir: “Gök gümbürdüyor. Hiçbir şey fırtınayı önleyemez artık.”

Ne var ki hazırlanan savaşın düzenli olması gerek. Bu işi “Eşitlerin ayaklanması yapacaktır. Mart 1796’da Babeuf etrafına devrimi hazırlayacak adamları topluyor: Darthe, Buonarotti, Felix Le Peletier ve Sylvain Marechal güçlü ve sağlam bir örgüt kuruluyor: başında gizli bir yönetim komitesi. Her yönetim bölgesinden bu komiteye bir görevli ile ordudan beş kişi bağlıdır ve gerek kendi aralarında gerek yönetim kuruluyla doğrudan doğruya hiçbir temasları yoktur.

Bu örgüt ” Yeminlilerin kurduğu kapalı bir örgüt değil: Halkla sürekli bir bağlantı halindedir. Görevi, halkı propaganda ve örgütleme yoluyla ayaklanmaya hazırlamaktı.

Eşitler halka ulaşmak için modem birtakım araçlardan faydalanıyorlar: Broşür, afiş, türkü gibi. Yeminliler gruplar halinde, yönetici komitenin günlük parolasını sokakta halkı toplayarak bildirmekle görevlidirler. Bu ekipler, aynı zamanda halkın ihtiyaçlarını ve isteklerini tam olarak öğrenmek zorundadırlar. Bu bilgilere göre, yönetici komite en etkili propaganda temalarını bulabilecektir. Eşitler, “ortak mutluluk” a götürecekleri halka sıkı sıkıya bağlı bir ileri-karakoldur.

Ayaklanma için devrimciler (yakalandıkları zaman fazla kayıp vermemek amacıyla) küçük gruplar halinde yerleştirilmiş, silah ve cephane depoları belirlenmiştir. Yönetim komitesi, ordudan ve polisten yardım sağlamaya çalışmış ve sağlamıştır. Ama bu yardım silahlar için yetersizdi. Yönetim komitesi, ordudan ve polisten yardım almak bakımından dostlar kazanmaya çalışıyor.

Babeuf’Un ayaklanmadaki rolü iyi bilinmemekle birlikte, propagandayı yönettiği ve baş gibi göründüğü biliniyor. Hükümet bunda yanılmıyordu. ‘

Babeufçü propagandanın etkisi kendini göstermekte gecikmiyor. Gitgide artan çalkanmalardan kuşkulanan Directoire baskısını arttırıyor: Sıkı yönetim yasası, toplu tevkifler vs. Çok geçmeden Gisel adlı satılmışın biri ayaklanmayı haber veriyor ve hükümet 10 Mayıs 1796’da, Babeuf’le birlikte ele basılan yakalıyor. İşçi mahalleleri bu haber üstüne ayaklanıyorsa da örgütlü olmadıkları için bir sonuç elde edemiyorlar.

Sanıkları yargılamak için halk hareketinden uzakta bir mahkeme gerekiyor. Hükümet yeminlilerden, Drouet’nin milletvekili olduğu bahanesiyle Yüksek Adalet Mahkemesi’nden yararlanıyor ve VendÜme gibi uzak bir yerde duruşma başlıyor.

Savunmayı bölmemek için Babeuf, sanık arkadaşlarının tuttukları yolu benimsemek zorunda kalıyor. Ezici suçlamalara rağmen, hepsi de ayaklanmadan haberleri olmadığını, yalnız hükümete karşı saldırıda bulunduklarını söylemekle yetiniyorlar. Babeuf, bu taktikten pek hoşlanmakla birlikte, sanıklık durumunun üstüne çıkıp suçlayan durumuna geçmeyi başarıyor. Sanıklar sırasını bir kürsüye çevirip halka bu davanın ezenlerin ezilenlere karşı açtığı bir dava, cumhuriyet ve özgürlük davası olduğunu söylüyor: “Jüri şu sorunu çözümlemelidir: Fransa bir cumhuriyet olarak kalacak mı, yoksa yeniden bir monarşi mi olacak.” Babeuf, bu kürsüden, 1789 İnsan Haklan Bildirisi’nde yazılı olan “zulme karşı diretme hakkı”nı zorbalara ve onların Bonapartçı uşaklarına karşı cesaretle savunuyor.

Yüksek Mahkeme Babeufle Darthe’yi ölüm cezasına çarptırıyor. İkisi de mahkemede kendilerini hançerlemeye kalkıyorlarsa da başaramıyorlar ve ertesi günün sabahı giyotinde kahramanca can veriyorlar.

Eşitlerin ayaklanması, birtakım çağdaşlara göre, burjuvazi ile kapitalist rejimin son zaferinden önce demokratların başa geçme uğrunda harcadıkları son bir çabadır. Bu ayaklanmanın bir başka tarihsel önemi sosyalizmi kurma yolunda atılan ilk adım olmasında ve ayrıca, yem bir toplum kurmak için halkı harekete getirmesinde yepyeni bir yol tutmasındadır.

Kendi çeşidinde yepyeni olan bu gizli devrim örgütü, XIX. yüzyılda bütün proleter hareketlerini etkilemiştir.

SOSYALİZM TARİHİNDE BABEUF’UN DÜŞÜNCESİNİN ÖNEMİ

Babeuf, bütün büyük devrimciler arasında, Fransız Devrimi’nin, doğuşundan Directoire yönetimi ile burjuvazinin zaferine kadar, bütün gelişmesini görüp yaşayan tek insandır. Robespierre’in düşmesinden sonra, yani burjuva toplumunun ekonomik ve politik bakımlardan üstün geldiği dönemde Babeuf çabaların en zorlusuna girişmiştir. Devrimin bu aşaması Babeuf ün görüşlerini enikonu etkilemiş ve onu XVIII. yüzyıl filozoflarının ve devrim başlarımı! İlerici kuramlarından ayırmıştır. Bununla beraber, unutmamalıdır ki, o günlerde kapitalizm daha henüz gelişmeye başlamıştır: Onun için Babeuf de ne modem burjuva toplumunun derin bir incelemeye dayanan eleştirisini, ne de geçerli çözüm yollan aramalı. Babeuf Ten tam elli yıl sonradır ki, Marx kapitalist rejimin en gelişkin döneminde, Manifesto’yu yazabilmiştir.

Bu yenilik her şeyden önce Babeuf’ün sınıf savaşımına verdiği önemdedir. Ona göre, sınıf, savaşı tarihin başlıca gelişim etkenidir.

Babeuf bu sonuca nasıl varmıştır? Önce devrim, ülkücü tarihsel anlayışı oltadan kaldırmıştır. XVm. yüzyıl filozoflarına göre tarih birkaç büyük adamın çabasıyla gelişmektedir. Oysa Fransız Devranı tarihi, halk yığınlarının yazdığını apaçık gösteren canlı bir kanıt olmuştur. Babeuf yavaş yavaş şunu anlamıştır: Halk yığınları kendi çıkarları için savaşmaktadırlar, tıpkı onları sömüren küçük bir azınlık gibi. Bu gerçek, sınıflar arası çatışma geliştikçe daha açıkça görünür olmuştur Aristokrasinin bir yana itilmesinden sonra burjuvazi tek sömürücü sınıf olarak kalmış; ayrıca, Devrim’in son aşamasında politik gücü ve ekonomik özgürlüğü eline geçirir geçirmez bu sömürücülüğü büyük ölçüde artırmıştır. Thermidore Konvansiyonu ve Directoire yönetimi altında, bu sömürmenin sonucu olarak halkın aşırı yoksulluğu ile sömürücülerin yüzkarası lüksü korkunç bir karşıtlık doğurmuştur. Gözlerini açıp ayaklandırmaya çalıştığı bu yoksul halk yığınlarıyla sıkı temas kuran Babeuf bu yoksullarla varlıklılar arasındaki haksız ayrılığı daha bir açık seçik görmektedir.

Artık Babeuf her şeyi sınıf çatışması açısından ele almakta ve ona göre bu” yargıya varmaktadır. Sınıf çatışmasının özünü incelerken, bunun bir sömürmeye dayandığını görüyor: Bu sömürme halkı sülük gibi emen küçük bir azınlığın işidir. Bir yanda, her şeyi üreten ama yoksulluk içinde kıvranan büyük bir kitle, öte yanda, “elini hamura dokundurmadan” gül gibi yaşayan bir azınlık. Ayrıca bu sömürücü azınlık, üstün durumunu sürdürebilmek için bütün yollara başvurmaktadır. Babeuf. daha o zamandan, devletin bir alet, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki egemenliğine alet olduğuna parmak basıyor. Bütün politik ve töresel kurumların egemen sınıfın baskısını yasalaştırmaya çalıştığını görüyor: Yöneticiler vurguncuların suç ortağıdır; yasalar da azınlığın çoğunluğu soymasına yetki veren “bir eşkıyalık” düzenini korumaktadır; burjuvazinin tekelinde olan eğitim gerçeğe karşı kullanılan bir savaş silahıdır; ahlak, devlet gücünü elinde tutan sınıfa boyun eğerek her şeyin yolunda gidebileceğini halka öğütlemekte; din de cennete gidebilmek için “bu dünyada yoksulun yoksul kalması” gerektiğini tekrarlamaktadır. Savaşlara gelince, onlar da, her şeyden önce, dışarıda kazanılan zaferlerle içerideki baskıyı unutturmaya yaramaktadır. Babeuf, kamusal kurumların sınıf politikasının iç yüzünü açıkça ortaya koyan ilk insandır.

Görünürdeki gücüne rağmen bu toplumsal düzenin ne denli dayanıksız olduğunu açığa vuran Babeuf yeni bir devrimin kaçınılmazlığım söylemektedir. Ona göre, eşitsizlik mal mülk birikimine yol açar, öyle ki, sayısı gittikçe artan bir halk yığını artık geçinemez olur: ” Yoksulların bu birikime karşı savaşı, önüne geçilemez bir zorunluluktur” Her zaman olanın her zaman olacağına inananlarla alay eden Babeufe göre derebeylik toplumu nasıl yok olmuşsa, burjuva toplumu da öyle yok olup gidecektir.

Bu devrim, yalnız tarihsel bir zorunluluk değil, aynı zamanda haklıdır da. Çünkü, büyük çoğunluğun yararına yapılacaktır. Bu düşüncesinde Büyük Devrim’in önderlerinin izinden giden Babeuf başkaldırma hakkını zamanaşımına uğramayan bir hak olarak kabul ediyor. Ona göre, bu ayaklanma bir azınlığın zorbaca bir davranışı değil, ezilen halk yığınının başkaldırmasıdır.

Bu devrim baştakilerin değişmesiyle olup bitecek bir şey değildir. Kurumların sınıf karakterinin iç yüzünü iyi bilen Babeuf onları yenileştirme yoluna gitmiyor: Eski toplum “onarılamaz”; o “kötülük araçları “ndan hiçbir şey alıkonamaz artık. Eski rejimden gelen her çeşit egemenliği ortadan kaldırmak, yepyeni bir düzen kurmak gerekmektedir: Böylece sömürücülerin dayanağı olan eski devlet makinesinin yok edilmesi düşüncesi doğuyor: Ne var ki, yeni düzen de, bir süre, devlimin son zaferine kadar, bir sınıf devleti olacaktır; bu “devrimci hükümet devrimi tutanların yararına ve onunla savaşanların yıkımına” çalışacaktır. Bir süre için özgürlükleri kısıtlayacak ve “silahlı sansculötte”lara, “küçük dükkân sahipleriyle küçük ailelere” dayanacak. Görülüyor ki, Babeufün istediği bir proletarya diktatörlüğü değil (çünkü işçi sınıfı henüz çekirdek halindedir), halk çoğunluğu yararına bir diktatörlüktür.

Bu devrim kendiliğinden olacak değildir. Halk yığınları, durumlarının, güçlerinin ve varılması gereken amacın bilincine erdikleri zaman patlak verecektir. Ancak o zaman halk “o yılmaz, o şaşırtıcı enerjisini” kullanacaktır. Babeuf ün taktiğinin özü halka güvendir. Halk olmadan büyük bir iş başarılamayacağım biliyordur çünkü.

Babeuf sınıf çatışmasını tarihe yön veren bir etken ve sömürülen sınıfı tek devrimci sınıf kabul ederek, ilk defa şunu göstermiş oluyor ki, ana sorun, 1789’da sanıldığı gibi, hükümet biçimi sorunu değil, toplumsal sorundur.

Bu sınırlar, toplumun gelişim aşamasından gelmektedir: Babeufün yaşadığı günlerde kapitalizm henüz gelişmiş değildi. Büyük burjuvazi zenginliğini başlıca ticaret ve para oyunlarından (karaborsa) elde ediyordu. Modern tipte endüstri daha yeni yeni gelişmeye başlamıştı. Zanaatçılık hala üstün durumunu sürdürmekteydi. Proletarya henüz çekirdek halindeydi. Bundan ötürü, Babeuf, ne bugün bizim anladığımız anlamda kapitalistlerle (yani üretim araçlarını ellerinde tutanlarla) proleterya arasındaki uyuşmazlığı, ne de artı-değer ile insanın insanı sömürme mekanizmasını biliyordu. Sömüren ve sömürülen, ezen ve ezilen, zengin ve yoksul terimlerini kullanışındaki belirsizlik kadar, mülkiyeti eleştirmesindeki yetersizlik ve vardığı çözümün düşselliği de buradan geliyor. Babeuf, mülkiyet eleştirisinde Rousseau ve Morelly’den öteye gidememiştir. Onlar gibi, sorunu ahlaksal bir açıdan ele almaktadır. Eleştiri ayrıca sağlam bir ekonomik çözümlemeye de dayanmamaktadır.

Bununla beraber, kapitalizmin gelişmesi Babeufün bir takım ekonomik sonuçları anlamasına yetecek kadar ilerlemiş sayılırdı. Ticaret ve ticaret alanındaki rekabetle ilgili incelemesi oldukça özgün sayılır: Babeuf aşırı üretimden doğan buhranları sezebilmiştir: “Gelişigüzel üretildiği için satıcı bulamama tehlikesi vardır.” Özel mülkiyeti haksız diye suçlayan Babeuf, haklı bir düzen kurmak gerektiğini ileri sürüyor. Bu düzen Eşitler düzeni olacaktır.

Ama Babeufün yaşadığı dönemin toplumu, ona mülkiyetin bilimsel bir eleştirisini yapma olanağı sağlamadığı gibi, bilimsel bir çözüm bulunmasına da imkan vermiyordu. Onun için, Babeuf de sosyalist toplumun açık ve düzenli bir açıklamasını bulamıyoruz.

Babeufün sosyalizmi bir üretim sosyalizmi değil, bir tüketim sosyalizmidir: Toplumsal çabadan doğan bütün ürünler bir araya getirilip kişilere ihtiyaçlarına göre dağıtılacaktır. Herkesin, yetisine göre çalışması zorunludur; kolektif çalışmadan söz edilmez. Üretimin kişisel olduğu bir çağda, Babeuf ne üretim araçlarının topluma mal edilmesini, ne de bir üretim sosyalizmi düşünebilirdi.

Marx’ın “gerçekten çok kaba ve yavan bir nitelikte” bulduğu bu sosyalizm düzeninden birtakım ilginç düşünceler çıkarabiliriz yine de: Eşitler toplumunda üretim pek çok gelişecektir, çünkü makineler artık işsizlik yaratmayacak, bir çeşit üretim planı konulabilecektir: Hatta bu plan işi hükümetin başlıca rolü olacaktır. Bu toplumda insan değişecek: Toplumsal afetler ortadan kalkacak, uygarlık gelişecek ve insanlık mutluluğa kavuşacaktır.

EĞİTİM*

Bugün akıl çağına erişmiş olan halk, şimdiye kadar sonsuz bir erginlik ve uğursuz bir uyuşukluk içinde tutula gelmiş, bu yüzden de haklarını bilemez olmuştur. Onu birtakım saygı bağlarıyla kuşattınız, ruhunu ve bedenini bir sürü gülünç ve barbarca düzenlerle sımsıkı sarıp sarmaladınız. Toplum içindeki haklı çıkarlarını korumalarına yarayacak şeyleri öğrenmesine fırsat verecek yerde, aklını çelmeye yarayan kör inançlar, tali kırk yarmalar ve gülünç düşüncelerle oyaladınız onu. Hep aşın yoksulluğu yaymaya yönelen, zavallıların boyuna alın teri dökmesine yol açan bir eğitim planı yaptınız. Ona öyle birtakım kavramlar aşılamaya çalıştınız ki, ihanetlerinizden şikâyet edebileceğini, hatta bu ihanetleri yapabileceğinizi bile aklından geçiremez olmuştu. Kısaca, yoksulun eğitimi ile kendi eğitiminiz arasındaki karşıtlıktan faydalanarak yoksulu daha da yoksul yapmayı başardınız ve kendinize öylesine katı ve insafsız bir yürek yoğurdunuz ki, sizler gereksiz şeyler ve hazlar içinde yüzerken, açlıktan ölen benzerlerinizi rahat rahat seyredebildiniz.

Eğer insanlar her zaman eşit bir eğitim görmüş olsalardı, ne olduklarını, kendi öz değerlerini uzun zaman bilmelerini engelleyen aptalca birtakım önyargıların kölesi olmazlardı hiç. Ufak bir azınlık büyük çoğunluğa hiçbir zaman o ağır zincirleri, zamanla ağırlığı biraz azalan ama yine de izleri bütün bütün silinmemiş olan zincirleri vurmayı göze alamazdı. Halk denilen varlık sadece yukarıdakilerin keyfi için acı çekmeye mahkûm olmazdı hiçbir zaman.

Eğitim bizde herkesin hak isteyebileceği bir çeşit müzik haline gelmiştir. Hayatımız eğitimi törelerimize uymak bakımından zorunlu kılmıştır. Eğitim bilinmesi en önemli şeyi bilmek durumuna getirir bizi; erdemi sevmeye ve erdemli olmaya yöneltir. Bizi aptallığımızdan ve en tehlikeli bir sürü kör inançlarımızdan kurtarır. İnsanın ne gibi haklan olduğunu gösterir, haklıyı haksızdan ayırt ettirir bize. Onun sayesinde başkalarının yardımı olmaksızın birtakım görevlere hak kazanırız; o olmadıkça da ne kadar kayırılırsak da boşunadır. Eğitim bizde yurt sevgisini uyandırmaya yarayabilir; bu sevgi, hazırlanmakta olan mutlu devrimden önce, bilindiği gibi bütün bütün gözden düşmüştü.

Ulusların kaderi insanların eğitimde tuttukları yola bağlıdır. Hükmetmek sevdasında olanlar bu politika gerçeğini her zaman çok iyi anlamışlardır. Bilgi yoksunluğu nasıl düzenbazlığın kurnazca sömürmelerine yol açmışsa, derebeylik ejderhasının büyümesine nasıl yaramışsa, nasıl tabiatla alay edercesine soylu tarlalar ve soylu kişiler yaratmışsa, yalnız büyük erkek kardeşe miras hakkı tanıyan aşın ve haksız zenginliklerin korunmasına yarayan o kanlı büyük evlat yasasını nasıl doğurmuşsa: Yalnız bilgiye kavuşmakla da, insanı insan yapan değeri yeniden elde edebiliriz ve hepimizin ayaklanarak yok etmeye çalıştığımız çeşitli belaların yayılmasından doğmuş olan kötülükleri ortadan kaldırabiliriz. (Sonsuz Kadastro’dan, 1789)

BABEUFÜN İLK SOSYALİST DÜŞÜNCELERİ

Bir ulus düşünün ki, toplumsal kurumlan bütün yurttaşlar arasında tam bir eşitlik sağlasın; üstünde oturduğu topraklar hiç kimsenin değil, herkesin olsun; her şey her çeşit ürüne ortak olsun. Bugün ulaştığımız genel bilgilere göre böyle bir ulusun durumu ne olabilir? Tabiat yasası bu çeşit kurumlan yaşatır mı? Böyle bir toplum ayakta durabilir’ mi? Tam bir eşit dağıtımın yollan bulunabilir mi?

(Dubois de Fosseux’ye Mektup’tan, 21 Mart 1787)

Dünyaya yeni bir düzen vermek isteyen şu adsız filozofu (1) çok beğendim. Ne yazık ki dayanaklarını belirtmemiş. Bana kalırsa, bu filozof Cenevre yurttaşından (2) daha ileri gidiyor. Onun için bir hayalci diyorlar. Güzel hayaller kuruyordu gerçekten. Ama bizimki daha iyisini yapıyor. Rousseau gibi o da şöyle düşünüyor: İnsanlar tam anlamıyla eşit oldukları için, özel olarak hiçbir şeye sahip olmamalı ama her şeyden ortakça faydalanmalıdırlar; öyle ki, doğarken kimse kimseden daha zengin olmamalı, çevresinden daha çok saygı görmemeli. Ama böylece, bizim düzen kurucu, daha iyi yaşamamız için Rousseau gibi, bir meşe altında kamımızı doyuralım, karşımıza çıkan ilk ırmaktan susuzluğumuzu giderelim ve daha önce yiyecek bulduğumuz o aynı meşe altında dinlenelim diye bizi ormanların ortasına göndermiyor, bize günde dört öğün yemek yediriyor, doğru dürüst giydirip kuşatıyor bizi ve her birimize, yani aile babalarına bin louis’lik sevimli birer ev veriyor. İşte, toplum hayatının hazlarını tabii ve ilkel hayatınkilede uzlaştırmak buna derler…

Ben, yaşa diyorum bu adama! Bu yeni cumhuriyeti kuracak ilk göçmenlerden büi olmaya karar verdim. Orada, rahat, memnun, çocuklarımın ve kendimin geleceğimizden kaygısız yaşadığım sürece, diledikleri kurallara ses çıkarmadan uyarım. Böyle bir düzen içinde yazarlık mesleğinde kalırsam, bizde daha seçkin sayılan meslek adamlarından küçük görünmemek sevindirecek beni. Bu adamlar acır gibi bakmayacaklar bana. Ben de, kendimi berberimle ya da kunduracımla bir görmekten üzülmeyeceğim. İşte, bu durumun gerçekleşmesi gerek. Bu yararlı ustaların aramızda zorunlu bir yeri yok mu? Beğenileri ve yetenekleri gereği hukuk okuyacak yerde bu mesleklere yönelmişlerse, beğenileri ve yetenekleri gereği memurluktan yana gitmiş olanlardan ne diye daha az önemli saymalı onları? Herkes memur olamaz ki. Memurluğa yükselen adam, en basit bir zanaatı öğrenmekte bir zavallı ve istidasız işçinin çektiği sıkıntıyı çekmemiştir belki de. Doğarken tabiat kendisine cömert davranmadıysa, o mutsuz işçinin bunda ne suçu var? Talih izin verseydi, o da bütün bir cumhuriyeti yönetecek yetkide olurdu. Olamadıysa, niçin dünya nimetlerinden daha az faydalansın?

(Dubois de Fosseux’ye Mektup’tan)

(1)1786’da yazılan ve Baeufîü adeta büyüleyen bir broşürün adsız yazarı.

(2) J. J. Rousseau.

Devrim Yazılan, Sabahattin Eyüboğlu / Vedat Günyol

* Babeuf un kendi kaleminden

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments