Bağışlayınız efendim, bir süredir sizler-bizler ruh haline kapılmış durumdayım. Diyarbakır’da temelli bulunmanın verdiği bir aidiyet hali midir bilmiyorum ama mütemadiyen bir “seslenme” durumunun içinde buluyorum kendimi. Öncelikle, İstanbul’dayken “hümanizm” ekseninde tartıştığımız Kürt sorununun, Diyarbakır’da başka bir şekil arzettiğini söylemeliyim. Ve sanırım temel sıkıntımız da burada başlıyor. Çünkü Kürt sorunu, Kürtlerin bu sorunun varlığını dillendirirken karşılaştıkları uygulamalar sorunu değildir. Ayrıca Kürt sorunu, son zamanlarda revaçta olduğu üzere Kürtlerin sosyal veya politik yaşamlarında uyguladıkları şiddet sorunu da değildir. Kürt sorunu bir Kürtlük sorunudur. Bunun altını doldurmaya bu yazının gücü yetmez. Bu yazı, Kürdün halini anlatabilirse ne ala…
Nereden başlayabiliriz? Dağdakilerle sınırlı algılanan bir savaş halinin analizinden mi, Kürt toplumunun politik-ekonomik-sosyal çözümlemesinden mi, yoksa bütün bunları değerlendiren tüm kesimlerin yaklaşımlarındaki mesafeyi elimize bir metre alarak ölçmekten mi? Veya bunların hepsini bir kenara bırakıp, çözüm önerilerini mi konuşsak? Sanırım benim yapabileceğim en iyi şey, yazının girişinde de söylediğim üzere meselenin bu tarafında olup bitenleri aktarmak ve bu taraftan bir bakışın, diğer tarafa ulaşana kadar nasıl bir mutasyona uğradığını özetlemek olacak. Ayrıca “bu taraf-diğer taraf” tanımlamalarını şimdilik bir coğrafi durum olarak ele alalım. Malumunuz, bu “coğrafi durum” en çok mahkemelerde başvurulan bir yöntemdir ve hâlâ da ikna ediciliğini korumaktadır.
Gerilere gidelim mi emin değilim. Detaylarına girmeden özetleyebiliriz. İşin “tam teçhizat”a büründüğü dönemler… Ve aslında “o taraflara” yansıyan Kürtlerin sadece kendi etnik kökenlerini bir açıklığa kavuşturma eğilimi olsa da, işin bir de “bizi yakan” bölümü vardı ve üzerinde pek de durulmadı. 1980’lerin sonunda başlayıp, 1990’ların ortalarında hepten alevlenen çatışmalı süreç, oldukça geri bir noktadan başlaması itibari ile ziyadesiyle hepimize ağır bedeller ödettirdi. Ben, bir “sınır” şehri Malatya’nın köyünde büyürken ve de Türkçe bilmeyen dedemin, Kürtçe ve Türkçeyi bilen babamın ve hiç Kürtçe bilmeyen kardeşlerimin bu iki kuşakta uğradığı hafızasızlık durumunu anlamaya çalışırken, köyün çocukları çoktan toplanıp dağların yolunu tutmuştu. Bu dönem hepimizin ezberinin bozulduğu dönemdi. Çünkü Allah’ın huzurunda herkesin bir olduğunu düşünen bir melleden, komünizmin ihtişamı ile sarsılıp da kendi içinde Maocular ve Stalinistler diye ayrılan bizim köylülere kadar herkesin yaşamı değişti. Bu “hatırlatma” dönemi Malatya’dan öte tarafa asker cenazeleri ve ülkenin bölünmeye çalışılması olarak yansırken, işin bu tarafında ayrı bir altüst oluş hüküm sürüyordu. Bu altüst oluş hâlâ da yanılgılı bir biçimde anlaşıldığı üzere devleti bölme, bir coğrafyanın bağımsızlığını ilan etme hareketi değildi sadece!
Şırnak’ın bir dağ köyünde yaşı 13’e vardığı gibi evlendirilmeyi bekleyen kız çocuklarından tutalım, memleketin İsmet Paşa tarafından yönetildiğini zanneden yaşlılara kadar, herkesin hayatı değişti ve bu coğrafyanın sosyal yapısı, sadece göç gibi dalgalanmalarla değil, bambaşka bir oluşumla tanışmayla beraber çalkalandı. O evlenmeyi bekleyen kızlar dağlara gitti. Kadınların “şehitlik” mertebesine dünya gözü ile “ulaşabilecekleri” bir kültür gelip oturdu herkesin dünyasına. Daha da açalım, 1990’ların ilk yılları itibari ile üniversiteler ve liselerdeki Kürt çocuklar, gençler, mezuniyetlerini beklemedi. İstanbul’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuyan bir genç kız, Mardinli bir çobanın komutanı oldu, ya da tersi. Diyarbakır, Batman’da liseli öğrencilerinin haftasonları okulların bahçelerinde marşlar söyleyip halaylar çekerek topluca dağa gitmeleri hangi politik-sosyal çözümlemenin konusu olabildi peki? Ya da şöyle diyelim, 60 yaşında bir adama bir inek bedeli başlık parasıyla “verildiği” için soluğu dağlarda alan İran ya da Iraklı Kürt kızlar için; Avrupa’ya yerleşip de oranın kültürünü almış, eğitimini görmüş, ekonomik durumu yerinde olan bir genç için neyin adresiydi dağlar? Bu sorulara yanıt arayan ve İstanbul’dan, Ankara’dan bakan bir entellektüelin, Batılı oryantalistlerin Hz. Ayşe’yi yorumlarkenki “İslam’ın kölesi” yanılgısına düşmemesi gerekiyor. Çünkü kanaatimce sıkıntı burada başlıyor. Ve burada başladığı için “Birlikte cepheye mermi taşımıştık” diyen ortalama demokratlarla ulusların kendi kaderini tayin hakkı ile “biz kardeşiz” ifadeleri arasına sıkışan sol kesim hâlâ Kürtlerin “kendilerine gelmesini” bekliyor. Aydın-entellektüel-akademisyen kesiminde ise “daha usturuplu” laflar edecek birtakım beyaz Kürtlerin çıkması bekleniyor, Godot’yu bekler gibi. O kutlu kişiler çıkana kadar ya da Kürtler “kendilerine gelene” kadar herkes onlar adına düşünüp, Kürdün “iyi” halini tasavvur ediyor. Diyarbakır’ın bir “eyvan gecesi”nde, Bedri Ayseli’nin “Körolasan Suzan Suzi”sini rakı eşliğinde dinleyip, telefonlarında Hasan Cemaller’den Taha Akyol’lara uzanan fihristler tutup, bir besmele kıvamında Öcalan’ın ne de yanlış şeyler söylediğinden başlayarak “Yazık oluyor bunca çoluk çocuğa” diyen ve bütün bu otuz yıllık dönemi “Ne manası vardı kardeşim”le özetleyen Kürtleri… Diyarbakır Cezaevi’nde yediği dayakların izini vücudunda hâlâ taşıyan, ya Irak tarafından ya da bu taraftan fark etmez, bir devlet elinin kafasını okşayacağı siyasi partiler hayal edenleri… Lakin yirmi yıl önce duvarlarında “Türkçe konuş çok konuş” yazan Diyarbakır Cezaevi’nde Kürtçe konuştuğu için dayak yiyenler; şimdi bu içki masasında, Bedri Ayseli’ye bir peçeteye cizittirerek “Ka Kurdî jî bêje kekê!” (Kardeş hele Kürtçe söyle) demekteler… Bu da kaderin Kürde cilvesi olsun…
Velhasıl herkes kendi Kürdünü istiyor. Fakat sevgili arkadaşlar, bütün bu hikâyelerin altında Kürdün ıslah süreçleri vardır. Kim neye ne oranda direnç gösterebildiyse gösterdi! Bağışlayın, bu uzun dönemi bilmiyorsunuz, hiç uğramadınız buralara, ama Lozan’dan sonra biz epeyce yorulduk. Cepheye taşıdığımız mermilerden belimiz burkulmuştu, ancak doğrulttuk. Ve doğrulduğumuz vakit etrafımıza bir baktık ki halimiz hal değil! Kim ki bu hali anlaya çalışıyorsa, o vakit, istatistik ve anket sonuçlarının dışına çıkıp, Kürtlerin dinî-kültürel-ekonomik dokusunu iyiden iyiye incelesin. Çünkü elli yaşlarında bir Dersimli kadının “Heeooowww, Mao gibi bizim de yürüyüşüm uzundur” demesinden; atmış yaşlarında bir Kürt esnafın, 1999’da PKK’nin bağımsız Kürdistan fikrinden vazgeçmesini yorumlarken, “Bisiklete binmeden uçak istemek olmazdı. Canla kanla derdimizi anlattık. Şimdi uçağa binebiliriz” demesine uzanan bir dönemdir. Zira bu dönem Kürtler sadece tabut saymadı.
Peki neydi bu yaşlı adamın içinde pedalları dönen bisiklet?
Kürt sorununu sağduyulu analiz eden entellektüeller dahi, bu meselenin çıkış yolunu ve yöntemlerini tartışırken çelişkiye düşüyor. Bazı yazarlar, Kürtlerin en basit haklarını bile kazanmalarında PKK’nin silahlı ayaklanmasının etkin olduğunu ifade edip “ne yazık ki” diye bağlarlarken düşüncelerini, başka yazılarında “Nasıl olur da bir ülkenin sınırları içinde birileri eline silahı alıp dağa çıkar, ardından da o ülkenin askerî ve siyasi otoritelerinden karşılıklı anlaşma beklerler” noktasına ulaşıyorlar. Bu kafa karışıklığının temelinde, bir üst-kimlik psikolojisi ve bu psikolojinin yarattığı mesafe, mesafenin ulaştırdığı tanımama yatmaktadır. Fakat eli vicdana, şapkayı öne koyalım: Hangi “etnisiteye” mensup olduklarını hâlâ bilmediğimiz ve bir türlü yerinde oynamayan şu 30 bin ölü rakamının karşılığında varılan nokta nedir? Aynı şeye dönüyorum. “En geri noktada başlamış olma” itibari ile bu kadar ölünün, alt-üst oluşun karşılığı “Kürdüm” diyebilmek, yazabilmek, konuşabilmektir! Daha da geri olan, Kürt sorununu dilimiz döndüğünce tartışabilmektir. 30 bin ölü, bu konuyu ancak tartışabilme noktasına getirdi. İşte şimdi doğru noktalarda tartışmazsak, 30 bin kişi daha ölebilir, ölüyor da… Peki bu ayaklanma olmasaydı, devletin “evrimleşme” süreciyle beraber tüm bunlar hayata geçer miydi? 12 Eylül yasaları ile yönetildiğimizi hatırlataraktan soruyu düzenlemiş olayım…
UÇAK NE?
1999’dan sonra PKK hızlı bir değişime girdi. Kimileri bunu Öcalan’ın tutukluluk halinden kaynaklı “idam korkusu”na yorup kenara çekildi. Ancak bu arada ciddi stratejik değişiklikler yaşandı. En önemlisi, bağımsız devletten vazgeçildi. Peşi sıra birçok öneri gelişti ve nihayetinde iktidardan uzaklaşılıp, demokratik konfederalizm son durak oldu. Ve bu süreç ateşkesler, karşılıklı masaya oturup kültürel ve siyasi hakların tanınması talebi ile devam ediyor. Özellikle 1999 ile 2005 yılları arasında ise dağ kadroları ve şehirlerdeki tüm kurumları, organlarıyla beraber bu süreç tartışıldı. Savaşsız geçen dönemde ise dağ kadrolarının tümü kendini bu yeni döneme uyarladı. Birimleşmelere gittiler ve kültür sanat komiteleri, bilim komiteleri oluşturdular. Yani şimdi “sağ” yakalanan bir PKK’liyi ya da Diyarbakır’da bir PKK sempatizanı genci alıp konuşsanız, size Sümerlerden başlayıp Foucault’ya kadar uzanan bir iktidar çözümlemesinde bulunur. Lakin aynı genci bir gösteride panzer taşlarken görürseniz, size önerim biraz tebessüm ederek Edward Said’i anmanızdır. Biliyorum zor, ama Kürdün hali budur! Demem o ki bu meseleyi irdelerken, bu işin hem politik hem de askerî halini dağa kilitlememek gerekir. İlla da dağa kilitleneceksek, o zaman askerî teçhizattan ibaret “dağ keçileri” gelmesin akıllara. Çünkü orada da benzer süreç yaşanıyor. Bu süreç bir yanıyla kafa karışıklığı da yaratıyor, doğru. Çünkü bir tarafında sırtında keleş bulunmak suretiyle bilim sanat komiteleri oluşturan, iktidar çözümlemeleri yapan ve daha da ötesi ekolojik yaşama dönüş konusunda adımlar ve önermelerde bulunan, bir tarafından yanmış yıkılmış köyler dururken, organik tarımdan bahseden; bir eliyle çift eşliliği yasaklayıp, diğer eliyle kadının mitolojiden tutup da mevcut sistem içindeki duruşuna kadar çözümlemesini yapan bir hareket var karşımızda. Ya da karşınızda… Bu yapının karşısında ise “kökünü kazıyacağız” diyen bir dil var. Yani pratik çözüm önerileri, taktikler, stratejiler, argümanlar ve ütopyaları arasına sıkışmış bir hareket… 1980’de yola çıkıp, 2007 itibariyle elbette argümanlarını ve askerî pozisyonunu değiştirecektir. Değişiyor da. Fakat sıkışmışlığın kaynağı, bütün bu değişime rağmen sorunun çözümüne dair önermelerin karşısındaki çözümsüzlüktür. Öcalan’ın görüşme notlarını okuyan gençler bir yandan dört elle Kuantum fiziğine sarılırken, bir yandan da yukarıda örnekte bahsettiğim gibi taş atıyorlar. Bu sıkışma hali siyasi arenada da yaşanıyor. Belediyeler, siyaseten “tek seçilmişler” olarak bir yandan siyasi misyonlarını oynamaya çalışırken, öte yandan belediyecilik hizmetleri veriyorlar. Hal böyle olunca, cenazelerde tahsis edilen ambulanslardan tutalım, en küçük bir kaş karartmada bile bildiğiniz üzere Osman Baydemir başta olmak üzere pek çoğu “devletin malını yedirten” adam durumuna geliyor. Buradaki ince durum, Kürtlerin siyasi temsilcilerinin seçilerek Meclise girmesinde kilitlidir. Bu olmadığı sürece, belediye başkanları bu sıkışmışlığı yaşayacaktır.
DTP ise her ne kadar “açılım ve Türkiyelileşme” esprisiyle ortaya çıkmış olsa da aynı sıkışmışlığı yaşıyor. İki toplumun birbirinden koptuğu bir dönemde Kürt orijinli bir partinin Türkiyelileşmesini beklemek komik olur. DTP de diğer bütün partiler gibi iktidara aday olmaya çalışmaktan ziyade, bir sivil toplum örgütü, dernek pozisyonunu yürütmek zorunda kalıyor. Çünkü her alanda olduğu gibi bu alanda da sadece Kürtlerin kendileri hakkında konuşmaları abes bulunuyor. 27 yıl, hangi bahis üzerine geçerse geçsin bir gelenek oluşturur. Hem sizde, hem de sizi takip edenlerde oluşur bu gelenek. Niyetler değişse de kalıpları kırmak kolay olmaz. Daha da kötüsü, kucak açayım derken, süren çatışmalar ve ölüler kollarınıza düşer, kanın düştüğü her yerde olduğu gibi, siyasete de düşmanlık damgasını vurur. Bildiğiniz üzere sürekli dillendirilen “iç çatışma” korkusu ufaktan ufağa kendisini belli ediyor. Bursa’da Balıkesir’de yakılan Kürt evlerinin yansıması burada da tersinden kendisini gösteriyor. Sadece çatışmalarla değil, patlak veren herhangi bir olayda, gençlerin kimlik kontrolü yapıp Türk kökenli aramasına kadar…
DURUMU EŞİTLEMEK
Şimdi gelelim bugüne, işin dertli kısmına ve yazıya başlık olan meseleye… Öncelikle durumu eşitlemek gerekiyor. Nedir eşitlemek? Bütün silahlı oluşumların, otoritelerin uzağında, karşılıklı oturup, şemamızı çıkaralım. Silaha merakım yok ve nazarımda ölüm hiçbir kutsallık barındırmaz. “Şehitlere” ve “gazilere” uzağım. Ve hatta tüm politik eğilimlerden sıyrılmış durumda, çekime uğramamış bir Kürt olarak masanın bu tarafına oturduğumu varsayıyorum. Daha da açayım, bu yazıyı okuyanlar, belki sadece bu meseleye yazarak kafa yoruyorsunuz; ben de öyleyim. Diyorum ki, aramızdaki tek fark devletsizliktir, ki bu taraf ondan vazgeçti! Şemanın başındaki unsur silindi yani. Geriye kalanları sıralayalım. Meşru veya gayrımeşru, önemli değil. Silahlı birlikler mi? İki tarafta da var… Askerî ve sivil siyasetçiler mi, eyvallah, o da var. Kültür bakanlıklarından, medyaya, işadamlarından sanatçılarına, televizyonlarından radyolarına, bayrağından milli marşına ve kadrolarına kadar o tarafta ne varsa, bu tarafta da var. Bayraklar ve marşlar, silahlar ve bombalar çok mu önemlidir toplumlar için? Çok mu mubahtır tüm bunlar? Önemli değil. Durum eşit! Bütün olumlu ve olumsuz yanlarıyla… Ama gayrımeşru! Mesele şu ki, bütün bunların varlığı aklıselim bir biçimde kabul edildiği anda durum kolaylaşacak. Çözüm de kolaylaşacak. Bahsettiğim şey empati kurmak, yaraları sarmak falan değil. Biz size gelelim çay içelim, siz bize gelin kurabiye yiyin de değil. En açık yanıyla, iki güç, iki taraf var ortada. Bu eşitleme halinin siyasi ve askerî otoritelerce dikkate alınması gerektiği üzerinde durmuyorum şu anda. O uzun mesele. Bizler için yazıyorum bunu. Bu meseleyi dert edenler için. Kimliğimizden ve biz farkına varmadan damarlarımızda dolaşan asil kanlardan beş saniyelik ödün verelim. İşte gerçek burada başlıyor. Sert, kabullenmesi zor, ama gerçek!
PEKİ NE YAPABİLİRİZ?
Öncelikle ziyadesiyle içselleşmiş “üst-kimlik”ten sıyrılmak gerekiyor. Bu kimlik, mesela Zapatistaları dünyayı değiştirmeyi, dönüştürmeyi hedefleyen hareket olarak ciddi bir yere koyup, heyecan duyarken, kendi topraklarında yaşanan ve milyonlarca insanın hayatını etkileyen, binlercesinin canına mal olan bu süreci hâlâ “geri” nüveler barındıran bir yönsüz başkaldırı olarak değerlendirmekten uzaklaşmalıdır. (Bir küçük test yapın, PKK’liler için gerilla demeye kaç kişinin dili vardı? Oysa buralarda bırakın gerillayı, Heval yani arkadaş, yer yer Çêtirên yani iyiler derler!) Zapatistalar “daha iyi bir dünya için” yola çıkmış, yoksulluğa savaş açmış günümüzün “çiçek çocukları” gibi algılanıp, içten desteklenirken –ki eyvalla katılıyorum- Meksika’da dökülen kanın on katının bu coğrafyada döküldüğü ve bu kanın herkesin eline, yüzüne, gözüne bulaştığını unutmayalım. Burada mayınla oynarken, ya da sokaklarda bombaların patlamasıyla, daha da ileri gideyim, gençler uzuvları koparılmış halde ailelerine teslim edilmesiyle yaşanan bir sürecin “şanlı bir isyan” diye alkışlanmasını beklemiyorum. Ama ölenlerin yüzü suyu hürmetine ve sağ kalanların haysiyetini incitmeden konuşup yazmak gerekiyor. Geliştirilen en değme çözüm önerileri bile kelaynakları koruma altına alma hissiyatından uzağa gitmiyor. Yazının girişinde de söylediğim üzere, Kürtlerin sorunu, varlıklarını dillendirirken yaşadıkları hak ihlalleri sorunu değildir! Tek başına varlık sorunudur. Genel af tartışmalarında dahi henüz “koşulsuz” ifadesini hiç kimse kullanma cesaretini göstermemiştir. Ha keza önerilen modeller üzerinde de durulmamıştır. Güney Afrika’da uygulanan Hakikatler ve Uzlaşma deneyimini sadece Kürtler gündemine almıştır. Bu ve benzer deneyimlere dair öneriler ise aydın-entellektüeller tarafından sadece “kendi içinde tutarsız ama düşünülebilir” öneriler olarak yorumlanmıştır. Peki nasıl affedeceğiz? Unutmamak gerekir, bir affedilme sürecine girilecekse eğer, Kürtlerin de affetmesi gereken çok şey olacaktır. Bağışlanması gerekenler sadece Kürtler değildir! Bu noktanın etrafında dönüp durmak ve “koşulsuz bağışlama” cesaretini dahi gösterememek üst-kimlik ruh halinin esiri olmaktır.
ÖNCE ANLAMAK, TANIMAK…
Bu süreç aklıselim bir biçimde rayına oturmazsa ve çözümlenmezse nereye gider? İşte Godot’lar burada beliriyor. ABD’nin Irak’a müdahale etmesiyle beraber Kürtlerin fiilî bağımsızlığa gitmeleri sadece o coğrafyayı etkilemedi. Özellikle hızla Dubaileşen Kuzey Irak, Türkiyeli Kürtler için ciddi bir ekonomi adresi olmaya başladı. Ve enteresandır ki gözünü Kuzey Irak’a dikip, Türkiye ve diğer ülkelerdeki Kürtlerin de federasyon ya da bağımsızlığa gitmesini savunan kimi kesimler seslerini yükseltmeye başladı ve de sadece PKK’ye muhalefet ettikleri için destek görüyorlar. Böyle düşünen Kürt siyasetçilerden bir grubun geçtiğimiz günlerde Diyarbakır’da yaptığı bir toplantıda da federasyon eğilimi çıktı.
Bu yazıda madde madde çözüm önerileri sunacak değilim. Sunulmuş çözüm önerileri zaten var. Sadece çözüm önerileri de değil, iyi niyet gösterileri ve atılmış adımlar da var tek taraflı. Bu güne kadar 5 ateşkes çağrısı karşılıksız kaldı; iyi niyet göstergesi olarak gönderilen iki grup apar topar cezaevine konuldu. Özal’dan Erbakan’a kadar pek çok kişi alttan alta görüşmeler de yaptı, ama bu mesele onların başını da yedi.
Önce sorunlar tanımlanır, çözülmeye başlar ve toplumsal yaraların tedavisi sonra gelir. Cenazelerin kaldırıldığı, öfkenin artık sokaklara taştığı bir ortamda sadece “iki türlü Kürt var, bazıları kardeşlerimiz, bazıları bölücü” diye tanımlayarak başlanamaz işe. Çok açık: Koşulsuz genel aftan, köye dönüşlerden, yani savaşın sonuçlarından, savaşın nedenine, yani anayasal vatandaşlığa kadar uzanıyor bu zincir. Akla yatmıyor mu? Bir tek şey söyleyebilirim. Tanınmak! Tanınmak dendiğinde kendiniz için ne düşünürseniz, aklınızdan geçen her ne ise, işte Kürtler bunu istiyor. Televizyonu açtığımızda uzun bir kavalın ardından gelen “Hayê hayê” seslerinin gerisini bekliyoruz lakin gelen bir Kürtçe cümle duyamıyoruz. Demeyin içinizden, “Ya istediğiniz televizyon mu, biz bıktık!” Yanıtım çok net olur: “Bizim zaten çanaktan izlediğimiz yedi sekiz televizyonumuz var. Ama unutmayın, siz bu yemekten sıkılmışsınız, biz ise daha tadamadık… Tadını tarif etmeyin, bırakın bir kaşık yiyelim… Söz, tencere sizin!” Zaten deyim de var ya, “Kürt yer içer, çarığına bakar!” diye.
Devam edelim… Kürtler küfür yememekten tutalım, sadece duruşma salonlarında ifadeleri Türkçeye bilirkişilerce çevrilerekten kamusal alanda yer almamaya kadar; dağdaki gençlerin inip, şehirlerde istediği hayatı yaşamalarına kadar ve bu iniş esnasında da “Allah benden belamı vermiş, beni Avrupa’ya yollayacaklarını söylediler, ama yalanmış, yaşasın Türkiye Cumhuriyeti” demelerinin beklenmemesine kadar; çocukların ilkokula başladıklarında sopa yiye yiye Türkçe’yi öğrenmek zorunda bırakılmamasından, kapıcı rolünden kurtulmaya kadar çok şey istiyor. Ve bu istekleri hayata geçene kadar Kürtler rahat durmayacak, çok üzgünüm!
Türkiye’de Kürt sorunu çözülmezse, Kürtlerin gözünü dikeceği ve dillendirecekleri bir model ise halihazırda duruyor: Kuzey Irak! Hele de ABD’nin çıkarına bir ortam oluştuğu anda bu kolaylıkla gerçekleşebilir. Ve aydınlar-entellektüeller, demokrat ve sol kesimde Türkiyeli Kürtlere karşı bir mesafe başlamış durumda ki bu sanaldır. Çünkü Kürt hareketi hâlâ anti-emperyalisttir. Kendi içerisinde bölünmesi bile oryantalist bir kafayla yorumlanıp “Habil-Kabil kardeşler” diye tanımlandı fakat bu hareketin bölünmesindeki temel nokta, emperyalizm yanlıları ile anti-emperyalistlerin çatışmasıydı. Ancak önüne gelen her yemeğe burun kıvıran bir saraylı çocuk gibi, işin bu tarafından sunulan tüm çözüm önerilerine burun kıvrıldıkça, tutarsız bulundukça ve tekrar söyleyeyim, bu halk sadece “koruma altına alınması gereken” garibanlar olarak algılandıkça, hemen yanı başımızdaki devlet modeli, hepimiz için çok geri bir noktadır ama el sallayıp durur. Ki takip edildiyse eğer, PKK yöneticileri son bir ay içinde iki defa dillendirdiler, “Başka yerden çözüm bekleriz öyleyse” diye. Yani işin amiyane özeti şudur: “Adamı zorla emperyalist yapmayın!”
İş o noktaya geldiğinde, hiçbirimizin söyleyeceği iki çift söz olmaz. Ve o vakit gerçek bir Habil-Kabil hikâyesinin içinde buluruz kendimizi. Çünkü bu dönem uzadıkça, yasalar kotarılsa bile iki halk birbirini affetmeyecek noktaya ulaşacak!