Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazartesi, Kasım 25, 2024
No menu items!
Ana SayfaÖyküTürkiye'den ÖykülerKorkuyu Beklerken | Oğuz Atay

Korkuyu Beklerken | Oğuz Atay

Dün gece eve dönerken köpekler arkamdan havladı. Bizim mahallenin köpekleri. Bir ikisi de peşime takıldı; adımlarımı sıklaştırdım. Daha önce onların böyle bir davranışıyla karşılaşmamıştım; korktum. Her zaman beni miskin gözlerle süzerlerdi; fakat aramızda bir gerginlik oldugunu da sezmiyor değildim.

Yalnız ne var ki, uzun sürmüştü bu gerginlik; alışmıştım. Arkamdan yürümeye başladıkları zaman, havlayan köpek ısırmaz gibi, bana zayıf ve düşünülmesi utandırıcı gelen atasözlerinden birini hatırlamak zorunda kaldım. Köpekler yüzünden kendime karşı küçüldüm. Belki de bir rastlantıydı ama, tam bu sırada, birisi hakkında kötü şeyler düşünüyordum, onu içinden çıkamayacağı zor durumlara düşürerek dişlerimi gıcırdatıyordum. Hayır, köpekler bu gıcırtıyı duymuş olamazlardı. Belki de sessiz bir gıcırtıydı, manevi bir gicirtiydi bu. Artik eski şakaciligimi da kaybetmiş oldugum için, şimdi hissettigim istihzayı da duymuş olamazdım. Fakat, köpeklerle aramızdaki gerginliğin de böyle bir sırada patlak vermesi iyiye yorumlanamazdı. Bütün bunlar, benim sokağa yakın olmuştu; evlerin kalabalık olduğu son sokakta havlamışlardı bana. Köpekler evimin kapısına kadar gelemezler diye düşünüyordum; benim sokakta üç ev vardı, yani üç çöp tenekesi vardi. Hayır, orada barınamazlardı.

Bu sokakta ancak ben barınabilirdim. Benim de sebeplerim vardı. Köpeklerin böyle sebepleri olamazdı, onlar düşünemezlerdi. Ben, kendime göre durumu açıklayabiliyordum. Başkalarına anlatılması güç de olsa, bu açıklama düzenim, öyle her insanın kolayca ulaşabilecegi cinsten degildi. Ayrıca köpek meselesinde olduğu gibi, bazı durumlarda kökten sarsılıyordu bu düzen. Bu nedenle, köpeklere gereginden çok kızdım; bu kızgınlığımın büyük bir kısmı da havlamalar bittikten sonraki döneme rastladı. Tahmin ettigim gibi, benim sokağa girmeye cesaret edemediler; o pis zayıf köpek, arkamdan bir iki adım geliyormuş gibi yaptı, boynunu uzatarak son defa havladı; sonra hep birlikte dönüp gittiler. Üç evli sokağımı düşüncelerle geçtim, birden kapımın önünde buldum kendimi. Demek ki düşünmüşüm dedim.

Çünkü, düşününce hep böyle olurdu. Anahtarlarımı çıkarıp hazırlamaya fırsat bulamadan kapımı görürdüm birden bire. Sonra, salondaki sallanır koltuğuma ulaşıncaya kadar, düşünecek bir şeyler çıkardı: Hırsız kilidini açmalı, asıl kilidi iki kere çevirmeli, vazonun içinden oda anahtarlarını çıkarmalı. Köpekler meselesi hareketlerimi yavaşlattı; vazonun önünde biraz fazla durdum. Korkuyorsan, neden bu kadar uzakta yaşıyorsun şehirden? Neden üç evli sokağın en ucundaki evde oturuyorsun? Son kaldırım taşından bile ellibeş adım ötede ne işin var? Garip kaderime gülümsedim; aynaya bakarak tabii. Tatlı bir gülümseme. Eski neşemi kaybetmediğimi göstermek için. Sonra durgunlaştım. Neden? Unuttum. Dur, hayır; unutmadım. Yalnız kaldıkça, yalnız kalmaktan korktukça… Aynadan uzaklaştım; fakat biliyordum, böyle bir düşünceydi. Köpekler sinirimi bozdu, şimdi kendime gelirim. Buldum: Yalnız kalmaktan korktukça yalnızlığım artıyor. Bu sefer gerçekten gülümsedim. Ister görün, ister görmeyin; gülümsedim işte.

Her şeyimi kaybetmedim daha; çıkmayan candan ümit kesilmez, havlayan köpek ısırmaz. Hay Allah kahretsin! Sonra, vazonun dışında eşyayı, çevremi gördüm; demek, düşünmem bitmişti. (Insanın, sürekli yaşadığını hissetmesi için, bazı değişmez ölçülere başvurmasi iyi oluyordu.) Sonra, birden o zarfı gördüm. Koridorda bulunan tanıdık eşyanın dışında tek yabancı şey olduğu için, onu hemen gördüm: Rafın üstünde duruyordu. Içine oda kapılarının anahtarları konulduğu için vazonun yeri orasıydı, taşı bittiği için bir aydır kullanamadığım çakmak da bıraktığım yerdeydi; tuvalete giderken yanıma aldığım bir kitap, kırık olduğu için salona alınmayan heykel, binikiyüz liralik hesabımın olduğu bankadan yılbaşı hediyesi sigara tablası (onun içine sigaramı yalnız, ayakkabılarımı giyerken koyardım)… hepsi yerli yerindeydi. Demek ki, üstü yazılı olmayan bu zarf yeniydi. (Bu “demek ki”ler beni her zaman rahatlatırdı.) Fakat ben oraya zarf koymazdım. Çünkü zarfım yoktu evde. Çünkü kimseye mektup yazmadım.

Çünkü kimse bana mektup yazmazdı. Korktum. Çünkü, “demek ki” diyemiyeceğim bir yerlere gelmiştim. Içime bir ağrı saplandi. Ne olurdu bir “demek ki” daha diyebilseydim. Zarfı, olduğu yere bıraktım. Çevremde bir “demek ki” aramaya başladım ümitsizce. Yavaşça salona doğru çekildim. Fakat salonun kapısı kilitliydi. Içime aynı ağrı gene saplandı. Ben kilitlerim ya. Her gün kilitlerim canım, işe giderken. Öyle ya. Geri döndüm. Ümitlendim. Belki zarfın da böyle basit bir izahi vardır. Nasıl? Vazoyu ters çevirdim; ellerim titriyordu. Üstünde “4” yazan anahtarı aldım; henüz herşey bitmemişti. Anahtarı deliğin kenarına çarpmadan ve bir kerede soktum; iki kere çevirdim. Hem de doğru çevirdim, ters tarafa çevirmedim. Kapı açıldı; tokmağını çevirmeden açıldı. Her zaman öyle olur. Kilidi iki kere çevirince kendiliğinden açılır. Kapının dili bozuktur, ucu tam yerine oturmaz. Demek ki eşya henüz özelliklerini koruyor.

Ya zarf? Eski eşya demek istedim. Aman Allahım! Ya eşya bir gün delirirse? Her şeye ragmen salonun kapısına henüz güveniyordum. Ayağıma bir şey takıldı. Demek ki düşünmem gene uzun sürdü. Korktum; salon kapısının sağladığı kolaylığa hemen kapılmamalıydım. Eğildim: Bir don! Buldum: Hizmetçi temizliğe gelmişti. Nasıl unutmuştum? Koridora ip gerilmesini sevmediğimi bilirdi. Çamaşırlar arasında kaybolmaktan korkardım. Öyle ya! Hırsız kilidini de bir kere çevirmiştim. Hatırladım. Ona bir türlü öğretemedim doğru dürüst kilitlemesini. (Kaç kere söyledim şunu iki defa çevireceksin diye.) Öyle ya, hizmetçi kilitlemesiydi bu; artık hafızam zayıflıyordu, eşyanın diline dikkat etmiyordum. Eğilip donu yerden aldım. Zarfı hizmetçi biraktı! Saçlarımın dibinden dizlerime kadar bütün tenimi tatlı bir ürperti kapladı. (Yorgun ayaklarım henüz tepki gösterecek durumda değildi.) Neden mektup bırakasın peki? Okuma yazma bilmez ki. Kötü düşünceler de hemen aklıma geliyordu. Postacı bıraktı (hizmetçiye verdi – hizmetçi de rafın üstüne koydu – hemen görmem için.) Yazısız, pulsuz, damgasız bir zarfı mı? Bu mantığım da hep kendime karşı işlerdi. Biri bıraktı; evde benden başka insan yaşamadığına göre, üstünü yazmayı gereksiz buldu. Kibar biri değilmiş. Bana kim, ne yazabilir? Geri döndüm, zarfa dogru yürüdüm; aynı yerde duruyordu. Parmaklarımın ucuyla tutarak kaldırdım onu; hafif bir zarf. Hizmetçi kadın bana mektup yazdıracaktı, eve erken döneceğimi sandı. Peki, neden kapattı? Açtım. Bu işi önemsemeden yaptığıma göre, o sırada başka şeyler düşündüm bir an için, demek ki. İkiye katlanmış bir kağıt çıkardım zarfın içinden. Hemen okumadım.

Beni bu kadar heyecanlandirmiş olan bir şeyi, koridorda, ayak üstünde harcamaga gönlüm razi olmadi. Salona girdim, bütün işiklari yaktim, sallanir koltuguma oturdum. Sigara paketini unutmuştum ceketimin cebinde. Yarabbim! Herşeyi birden hiç akil edemeyecek miydim? Sigarayi, acele etmeden yaktim, bir iki nefes çektim. Gerçek heyecanim geçmişti; kendimi ancak düşünerek heyecanlandirabilirdim artik. Yaziya baktim: Anladigim bir dilden degildi. Bunu pek begenmedim. Sanki hiçbir dilden degil diye mirildandim, ne söyledigime aldirmadan. Belki yakinimda oturan bir yabanciya gönderilmişti. Garip kelimeler, diye düşündüm galiba. Evet, ilk görüşümde de garip bulmuştum galiba bu mektubu: Morde ratesden, Esur tinda serg! Teslarom portog tis ugor anleter, ferto tagan ugotahenc metoy-doscent zist. Norgunk! UBOR-METENGA Biraz bildigim ya da kulagima yabanci gelmeyen dillerden hiçbirine benzetemedim. Hizmetçinin küçük kizi karalamişti diye belli belirsiz bir düşünceye kapilir gibi oldum. Bu işlek yaziyla mi? Virgüller, ünlemler, noktalarla mi? Bir pazar günü ona bazi harfleri ögretmiştim, o kadar. Kuzey dillerinden biri. Ya da çok güneydeki ülkelerden birinin dili.

Yakinda oturan bir yabanci var miydi? Yürürken başini, kurumuş yapraklardan kaldirarak biraz çevrene baksaydin bilirdin. Bu sokakta duran siyah bir otomobil… bir elçilik arabasi filan yok muydu? Olsa da bilemezdim. Yabancilari da sevmezdim ayrica. Yabanci ülke temsilcilerini hiç. Bunlar bana, vatandaşlarimi kandirmak için gönderilmiş gibi gelirdi. Casus filan demek istemiyorum. Yabanci ülkelerde yaşama hasreti içinde kivranan vatandaşlarimi azdirmak için gönderilmişlerdi sanki bunlar. Bakin, derlerdi; biz koyu ve ciddi elbiselerin giyildigi, sokaklarinda büyük arabalarla gezilen ve salonlarinda degerli içkilerin sunuldugu ziyafetler verilen bir ülkenin insanlariyiz. Özentili vatandaşlarim da içlerini çekerlerdi: Ah, ne kadar öylesiniz! Işte ben bile, bunlari bilmenin ezikligi içinde, yolda bana bir şey soran bir yabanciya yardim etmek için çirpinirdim; ona, uzun uzun bir şeyler tarif ederdim.

Eve dönünce de, yabanciyla konuşurken yaptigim yanlişliklari hatirlayarak kendi kendimi yerdim. Hayir! Bu mektubu, Güney ya da Kuzeyde bulunan bu garip ülkenin elçiligine götürmeyecektim. Yabancilara yardima paydos! diye dişlerimi gicirdattim. Havlayan köpek isirmaz. Hay Allah kahretsin! Fakat artik korkmuyordum: ne köpeklerden, ne de zarftan. Mektubu ya da ona benzeyen şeyi bir daha okudum: “Norgunk!” size, bütün yabancilar ve onlarin bütün temsilcileri diye söyledim gülümseyerek. Bir sigara yaktim keyifle. Bütün köpeklerin ve yabancilarin cani cehenneme! Ben buraya, korkularimi gizlemeye geldim. Yarin bekçiye bu köpekleri şikayet etmeliyim. Beni ele vermege çalişiyorlar. Bütün “Morde ratesden” yabancilari da buradan uzaklaştirmali; aklimizi kariştiriyorlar. Koltukta biraz uyuklamişim. Hatirlayamadigim rüyalar gördüm galiba. Rüya görmüş olmaliyim ki; köpeklerden mektuptan uzaklaşmiş olmaliyim ki, uyaninca hepsini birden hatirladim ve iki agri birden saplandi içime. Yanimdaki sehpaya uzandim, kagidi aldim, satirlara baktim.

Yabancilar, diye düşündüm. Bir sigara yakamadim; kibritim kalmamişti. Bozuk çakmak, vazo, anahtar, zarf! Günler geçtikce, sadece kötü hatiralar artiyor. Işiklari söndürmeden yatak odasina dogru sürüklendim. Bugün biraz gariplik hissettim içimde. Otobüste biletçiye para verirken neredeyse gülümseyecektim. Neden mi? Bilmiyorum. Mektuptan olmaliydi; o sirada bunu düşünemedim. Yazihanemde düşündüm. Biletçiden farkli oldugumu hissettim herhalde, diye düşündüm, önümdeki kagitlara bakarak. Bir yabanci. Ne oldugunu bilmedigim bir mektubun sagladigi üstünlük. Ülkemize gösterdiginiz ilginin küçük bir karşiligi olarak sizi üçüncü dereceden “protog” nişaniyla… Artik otobüse binmemelisiniz. Kendinize yakişir bir düzen, bir “zişt” içinde yaşamalişiniz. Hayal gücüm kuvvetleniyordu. Bu mektubun ne oldugunu ögrenmeliyim, cahil bir gurur içinde yüzmemeliyim. Aydin bir kişi gibi nedenlerini bilerek ögünmeliyim kendimle. Yalniz yaşayan insanlarin, kendi içlerinde başlayip biten eglenceleri vardir.

Üstelik, ben bu mektubu kendime göndermedim. Otobüs biletçisinden farkliyim. Bunu birine tercüme ettirmeli. Tanidiklarimi düşündüm. Canim sıkıldı: Çünkü her zaman oldugu gibi, bütün tanidiklarimi hatirlayamadim gene. Hafizam zayifliyordu. Hizmetçi kadinin geldigini de unutmuştum. Köpeklere kadar gitmedim ya da gitmemiş gibi yaptim. Cep defterimi çikardim. Üç yil öncesinin takvimiydi; bankanin verdiklerini begenmemiştim. Yabanci bir firmanin defteriydi bu. Işte yabancilara düşkünlügümün sevmedigim bir örnegi daha. Adres kismini kariştirdim. Bazi isimleri artik silmeliydim; hayir, yeni bir deftere geçirmeliydim. Bütün hayatim ayiklamakla geçti, gene de bitiremedim süprüntüleri atmayi. Bankanin çirkin defterini buldum.

Allah’tan kimse görmüyordu yaptiklarimi. Işimde de bunun için yalnizdim; herkese, istedigim yanimi gösteriyordum böylece. Ikinci sayfayi temize çekerken aradigim adami buldum. Yazma işini biraktim. esasli bir adam olsaydim birakmazdim. Her davranişimin yarisinda, başka bir heyecana kaptiriyordum kendimi. Heyecan mi? Bak bunu unutmuştum, diye mirildandim. (Yalniz olunca insan daha rahat davranir: mirildanir.) Klasik, yani ölü dillerle ugraşan bir üniversite ögretim üyesiydi bu arkadaşim. Ögretim üyesi. Insanin, kartvizitine yazabilecegi bir altlik, adini alttan besleyen bir destek. Bana da bir zamanlar, gel şu üniversiteye gir demişti; asistan olursun. Hayir, ben zengin olacaktim; kendi başima yaratamadigim heyecan havasini, parayla satin alacaktim. Şimdi onun arabasi var, kati var; bir insanin daha başka neyi olabilir? Ben, otobüse biniyorum; yüksek düşüncelerimi anlayamayacak kimselerle birlikte yolculuk ediyorum, yüzlerine bakiyorum: Hayir, anlamiyorlar. Üniversitedeki arkadaşim çok yorulunca, atliyor arabasina; istedigi yerde başini dinliyor.

Ben sadece bir kere, otobüsle yapilan toplu bir gezintiye katildim: Rezalet! Onun ayrica tezleri var, yazilari ve kimsenin bilmedigi ölü dilleri var; istesem de ona yetişemem. Kafamda yetişirim tabii. Sen kendini teselli et. Ögretim üyesi kim bilir ne esasli şeyler düşünüyor şimdi? Kuzeyde ya da Güneyde konuşulan ya da konuşulmayan bütün dilleri anliyor. Ona “norgunk” desem, belki de hemen karşilik verir; “teslarom” der, gülerek. Rezalet! Telefona davrandim. Acaba iyi bir şey olacak mi? Hayir, dedim kendime. Iyi şeyler birdenbire olur; bu kadar bekletmez insani. Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çikar. Ya da hiçbir şey çikmaz. Hem ölü dilleri var, hem arabasi. (Kafama takilan bir şey, orada çok uzun süre kaldigi için, düşüncelerimin sayisi azdi. Bu ölü diller ve araba beni en az bir ay oyalardi mesela.) Önce santral çikti karşima tabii, iki kere sordu kimi aradigimi tabii. Sonra bütün sesler ve gürültüler bir süre kesildi tabii. (Bütün bu “tabii” şeylerle bu kadar ugraşmasaydi kafam… araba ve ölü diller.) Önce bir başkasi çikti telefona ve benim kendisini aramadigima şaşti; biraz hayal kirikligina ugrattim onu, üzüldüm. Herhalde benden intikam almak için, “Şimdi derste; biraz sonra arayin,” dedi. Kafam takilmişti bir kere; elbette arayacaktim.

Ey, tanimadigim sayin ögretim üyesi! Böyle nasil zaman kaybettigimi bir bilsen. Telefonu kapattim. Bu rada, arkadaşimin ne zaman dersten çikacagini sormayi unuttum. Hayir, beni ögretim üyesi yapmazlardi. Yapsalar bile, böyle bir sorumlulugu üzerime alamazdim. Sira bana gelince bütün işler neden böyle üzüyordu? Işte siram gelmişti: Kimseye gönderilmesi mümkün olmayan bir mektup masamin üstüne konulmuştu. Ve ölü diller uzmani arkdaşim bir türlü dersten çikmiyordu. Bu arada ben de bir işle ugraşamiyordum. (Iki işi birden düşünemiyordum. Bu yüzden çok kaybim oldu. Yoksa, araba filan almam işten bile degildi.) Sonunda buldum onu; altinci arayişimda. (Her şey üstüste olsun. Sonunda ölüm gelse bile.) Nasilsin, ne var ne yok? dedik birbirinize, geleneklere uymuş olmak için. Hayrola, ne var? dedi. (Gelenek dişi bir soruydu bu; onu çoktandir aramamiştim.) Çok beklemiş oldugum için ve artik sabrim tükendigi için, durumu çok beceriksizce anlattim ona; ilgisini çekemedim. Öylesine bir olaymiş gibi aldi; beklerim gel, bir şeyler yapariz herhalde, dedi. Ne zaman vaktin var? dedi. Her zaman. Ona bu sözü söylemedim tabii. Her zaman vakti olanlara saygi duyulmaz. “Yarin,” dedim, “Hemen,” diyecegime ve bu sözümden, daha söylerken pişmanlik duydum. Iki şeyi birden düşünemedigim halde, o sirada (her sirada oldugu gibi), mektubu ve ölü dilci arkadaşimin yüzünü ve onun dersten nasil çiktigini ve çevresini ve kelimeye vurulmasi çok güç olan birçok şeyi birden gözümün önünden geçiriyordum; kafamda birçok film üstüste oynuyordu.

Ben bu işin içinden çikamayacaktim. Ögretim üyesi dostumu bir saat bekleyememiştim; yarina kadar ne yapacagim Allahim? dedim. Bir iki arkadaşa ugradim. Mektuptan söz edemedigim için, onun agirligini içimde taşidim. Sonra, evin yolunda buldum kendimi. Köpeklerin yanindan biraz tedirginlikle geçtim. Nedense, başlarini bile çevirip bakmadilar bana; belki de kedilerle, çöp tenekeleriyle meşgul olduklari için. Belki de dün gece bir yanlişlik oldu. Gergin olduklari bir sirada geçtim oradan. Belki, kimi görselerdi havlayacaklardi. Gene koridorda buldum kendimi. Rafin üstünde yeni bir zarf vardi. Üstü yazili. Bilmem ne ülkesi kültür heyeti kitapligindan; yeni binalarinda hizmetime girdiklerini bildiriyorlardi. Yabanci dil bilmedigim halde neden böyle yerlere üye oluyordum? Alay ettim onlarla: Bütün üyeliklerimden vazgeçiyorum, UBOR-METENGA kitapligina yaziliyorum. Acele soyundum. (Yabanci dil bilmezligimden utanmiştim.) Tuvalete giderken kitaplarimin önünden geçtim ve sanki daha önce hiç düşünmemişim gibi, tam oradan geçerken aklima gelmiş gibi, Latince ögreten sari ciltli kitabi çekiverdim raftan. Yazik ki telaffuzdan başliyordu. Yilmadim. Dört başi mamur bir Latince ögrenmeye karar verdim: Sesliler, sessizler, hepsi. Yatakta devam ettim. Ne var ki, bu kitap Ingilizlere Latince ögretiyordu; bazi yerlerini anlayamadim bu yüzden. Üşenmeden, yataktan kalktim; Ingilizce dilbilgisi kitabini ve sözlügünü aldim. Ingilizce telaffuzun ortalarinda uyukladim; alişverişler, bakkallar, sinema kuyruklari girdi araya. (Ingilizce telaffuz oldukça kolay gidiyordu; Latince meselesini kisa bir süre için ertelemiştim.) Uyumaya hak kazandigima karar verdim sonunda. Sabah uyaninca sevinçliydim. Uyku, zamanin dörtte birini, dakikalari saymadan geçirmemi sagliyordu. Sonra hemen mahzunlaştim. Üniversiteye girecektim.

Şimdi hatirlayamadigim bazi düşüncelere kapildigim için kendimi birden büyük bir yapinin önünde buldum ve kisa bir süre içinde üniversitenin koridorlarinda kayboldum. Geçtigim koridoru hemen unuttugum için, ayni koridorlara, başka kapilardan girdim. Sonunda, gururu bir yana birakip, yolumu sormaya karar verdim. Bazilarina, çok hizli yürüdükleri için yetişemedim. Arkalarindan koşarak Ölü Diller Bölümünü soramazdim ya. Bazi tarifler de belirsizdi: Koridorun sonu ne demekti? Bir koridor bitmeden başka bir koridor başliyordu. Mesele çikarma dedim kendime. Bir iki yanliş kapi açtiktan ve başlarini kaldirarak gülümseyen insanlar gördükten sonra buldum. (Ben mi yanliştim? Hayir, kapilar karişikti.) Oda kalabalikti. Öpüştük. Bir ögretim üyesiyle öpüştügüm için, ötekilere sevinçle baktim. (Herkesin küçük taraflari olur. Ayrica, kendime güvenmek istiyordum o anda.) Kitap siparişleri ve ögleden sonraki kurulda görüşülecek konularla ilgili konuşmalari biraz sabirsizlikla dinledim. Vakit geçsin diye ben de bir iki görüş ileri sürdüm. (Belki bana bir tuhaf bakarlar diye, o sirada başimi kaldirmadim.) Sonunda yalniz kaldik. Çantami çikardim. (Çanta taşimam; fakat, kagit buruşur diye onu Latince kitabin içine koymuştum. Neden Latince kitabin içine? Belki yolda göz gezdiririm diye.

Kitabi, arkadaşim görür diye çekindigimden çantaya yerleştirmek zorunda kalmiştim.) Ayrintilara boguldugumu biliyordum. Ne yaptigimizi sorduk birbirimize. Onun ne yaptigi belliydi. Ben de yalnizlik, hürriyet filan dedim. Bu arada, nasil oldu bilmiyorum arabami nereye biraktigimi sordu. Yani, öylesine sordu; içinde bir kötülük yoktu. Fakat bu araba, insanlarla aramda ortak bir konuşma dili yaratilmasina engel oluyordu. Aceleyle mektubu çikardim; arabasiz olmamin telaşi içinde Latince kitap da göründü bu arada. Allahtan dikkat etmedi. Yüzü ciddileşti kagida bakarken; okudugu şeyi anlamadigini sezdim. Biri sana şaka yapmiş olmasin, dedi. Birden tatli bir ürperme hissettim; sonra da üzüldüm. Hemen yenilgiyi kabul etmedim, direndim. Anlamadigim bir kelime söyledi: bu kelimeyle ugraşan biri varmiş üniversitede. Mektubu bana birak da bir soralim, dedi. Dogu ülkelerine hiç gitmiş miydim? Ya da ülkemizde tanişmiş oldugum Dogulular var miydi? Hayir. (Ben Kuzey ve Güney üzerine bir şeyler söylemek istedim, vazgeçtim.) Aralarinda gizli bir dil konuşan bazi mezheplerden söz etti. Bunlarin her ülkede, özellikle esnaf içinde temsilcileri oldugunu duymuştu. Hayir, böyle bir ilişkim yok. Yalniz yaşadigin için seni seçtiler, dedi gülerek. (Bu şakayi begenmedim.) Kagit sende kalsin dedim. (Sorumluluk da sende kalsin.) Bir işimi bahane ederek hemen kalktim.

Üniversitenin diş kapisindan çikarken Latince dilbilgisi kitabini orada unuttugumu hatirladim. Ya dönünce mektubu geri verirse bana? Neden hep korktugum işler başima geliyordu? Allah kahretsin, koridorda gene kayboldum. Çikarken, sanki oraya bir daha hiç gelmeyecekmişim gibi sagima soluma dikkat etmemiştim. (Böyle yapmazsam hiçbir yeri tekrar bulamam.) Kitabi uzatirken, Latince mi çalişiyorsun? diye sordu tabii. (Bu sorularla karşilaşmak istemeyenler, dalgin ve dikkatsiz olmamali.) Yalnizlik, gece, boş zaman gibi fiilsiz cümleler mirildandim. Tekrar biraz oturmak zorunda kaldim. (Allahtan, söz kadin meselesine gelmeden kürsü başkani çagirdi onu.) Telaştan, üniversitenin başka bir kapisindan çiktim: Otobüs duragina en uzak olan kapisindan. Iki gündür rahatim. Mektubu, arkadaşima havale ettim; bir dava dosyasi gibi. Meseleyi biliyor, bana soracak bir şey yok. Sorumluluk onun üzerinde; benim, bir çeşit avukatim oldu. Düşünmüyordum bile. Akşam eve dönünce yapacak bir işim yoktu da ondan aklima geldi. Ayrica ihtiyatli olmali; insan, kafasindaki meseleyi durmadan düşünmeli ki sonuçla birdenbire karşilaşmasin. Yalnizliga dayanmanin en önemli şarti, her şeye karşi hazirlikli bulunmaktir. Gene de telefon birdenbire çaldi ve ben şaşirdim. Bekledigim bir haber yoktu. Yanliş numara çevirmiş olmalilar. Kimler? Münasebetsizler. Ögretim üyesi arkadaşimin sesini duyunca şaşirdim. Üstelik, hemen konuya girdi nedense. Anlaşilan hazirlikli degildim her şeye ragmen. Bu kadar erken duruşma olur mu? ertele canim. (Bunlari içimden söyledim elbette. Dişimdan çok sogukkanli göründüm. Telefonda çok kolay: Yüzünü görmezler.) “Mektubu çözdük,” dedi gülerek. “Tahmin ettigim gibi, gizli mezheplerden biri.” Gizli mi? Dünyada gizli ne kaldi ki? Ha-ha. Onlar kendilerini gizli sayiyorlar. “Ne diyor bu mektup peki?” “Sayin…” “Dur, kalem kagit alayim.” (Durumu begenmiyordum. Çözemeyebilirdi. Bir de üniversitedekilerin yetersizliginden söz ederler.) “Sayin beyefendi ya da efendim, üstadim, ustam, bayim gibi bir şey.” “Bu mezhep deger verir de; neyse geçelim. Yaziyor musun?” “Evet.” “Size ihtar ediyoruz! Dikkatinizi çekiyoruz da diyebilirsin.” Ne kadar bilimselsin yarabbi! “Mektubu ya da mektubumuzu aldiginiz andan itibaren -biliyorsun bu mezheplerin dilinde iyelik zamiri yoktur.” “Iyelik zamiri mi? O da ne demek?” “Canim mektubumuz’daki ‘umuz’ gibi.

Buna iyelik takisi da diyenler var.” Anlaşilan Türkçe dilbilgisi de çalişmak gerekecek. “Evet, ne diyorduk?” Unutturdun bana. “Mektubu aldiginiz andan itibaren evinizden hiç çikmamanizi size kesinlikle bildiririz. Dikkat! ya da sizi uyaririz! dikkatinizi çekeriz! de diyebilirsin.. Imza yerine ÜSTÜN-YOL ya da degerli tarikat filan.” Hiç de ‘filan’ degil. Mektubu sana göndermediklerine göre, rahatsin elbette. Güldü. “Işte böyle; dünyada ne sapiklar var görüyorsun.” Görüyorum. Ben de güldüm. “Ne dersin? Bu adamlar ciddi midir?” “Bilmem.” “Ne demek bilmem?” “Yani onlar kendilerini ciddiye aliyorlardir, demek istedim.” “Bilgi var mi bu mezhep hakkinda, bilgi? Mektup filan yaziyorlar miymiş ona buna?” “Belgelerde böyle bir şeye rastlamadik ama, olabilir.” Güldü. “Korktun mu yoksa?” “Ha-ha. Yok canim. Korksam, bu dag başinda oturur muydum?” Gerçekten dag başinda miydim? “Istersen polise haber ver.” Ciddi mi söylüyor acaba? “Yok canim, karakoldaki polise anlatmak biraz güç olur.

Içişleri bakaninin bile anlayacagi biraz şüpheli. Belki o da iyelik zamirini bilmiyordur.” Gülüştük. “Kusura bakma, çikmak zorundayim. Karimla sinemaya gidecegiz de. Kapida bekliyor şimdi.” Daha önce telefon edemez miydin? “Çok sagol. Sana zahmet oldu.” “Yok canim, benim için eglence oldu.” Benim için de. “Güle güle.”

Oturup düşündüm aptal gibi. Çağımızda böyle bir saçmalık olabilir miydi? “Mektubu aldığın andan itibaren”, diyor. Zaten bu emri yerine getiremedik. Bana bir süre tanımışlardır her halde. İşi ciddiye almakta olduğumu sezdim; kendime kızdım. Olur mu böyle şey canım? Dağ başında mıyız? Öyle olduğunu telefonda söyledin ya. “Onlar” için iyi bir rastlantı doğrusu. Ya rastlantı değilse? Zaten evden çıktığım yok, iyi olur. (Gülümsedim.) Bu durumunu biliyorlar, seni denemek istiyorlar. Hırsla ayağa kalktım. Benim bu saçmalığı ciddiye alacağımı da bilemezler ya.

Kendi kendime konuştuğumu nasıl öğrendiler? İnsanın iç dünyası üzerine bilgileri varmış. İyi adam seçtiniz! Birden öfkelendim, korkum geçti. Korku mu? Hayır, korkmuyordum. Belki, hazırlıklı değildim sadece. Ayağa kalktım, bahçeye açılan kapının kilidini inceledim. (Her zaman yapardım bunları. Ayrıca, eve geleceklerini söylememişlerdi; demek ki bu davranışımın, onlardan korkmamla bir ilgisi yoktu.) “Onlar” mı? Beli de çok kalabalık değillerdi. Belki de, ne bileyim, bir kişi kalmıştı bu mezhepten. Tek kaldığı için sapıtan biri. Çünkü anlıyor musunuz (kimler?) tehdit mektubu filan yazmazlarmış böyle; bütün yönleri biliniyor, mektup da çözüldü nitekim.

Durumu beğenmiyordum. Daha doğrusu, kendimi beğenmiyordum. -Son günlerde sinirlerim gergindi, bir doktora bile gitmeyi düşünüyordum. (Başka meseleler yüzünden.) Uygun bir zaman seçti. (Bir kişi olduğunu düşünmek iyi geliyordu bana. İyelik zamirleri olmadığı gibi, belki çoğul takıları da yoktur.) Bir kitapla oyalanmayı denedim; uzun aramalardan sonra Türkçe dilbilgisi kitabını buldum. (İnsanlar beni ne kolay etkiliyor.) Zamirler bölümünü okudum, hiçbir şey anlamadım. (Bir de Latince öğrenecektim.) Yazarak çalışmaya karar verdim. Bir süre kendimi bu işe kaptırdım: Ben, sen, bizim, onda, benden. Benim kalemim yerine, sadece kalemim… Gözkapaklarım ağırlaşıyordu. Sevindim. Kolay bir iki gün geçirdim: Geceleri başkalarına yemeğe gittim. Arada hiç boşluk bırakmadım: İşlerim için koşuştum, onları biraz düzelttim; yanıma bir kitap alarak otobüste, yazıhanede öğle tatilinde, otobüs beklerken okudum (pek bir şey anlamadım); eve geç döndüm ve yatakta Latince-İngilizce-Türkçe (dilbilgisi) çalıştım; sabahları ortalığı topladım; sinemaya gittim, reklam filmlerini bile seyrettim; arada gene kitap okudum (hayatım bir düzene giriyordu); yüksek ağaçlı yollarda yürüdüm (bir tanıdık beni görmüş, “Düşünceli gördüm seni, nereye gidiyordun?” dedi. Ben mi düşünceliydim?); bir gün eve dönerken yoldaki çingenelerden adını bilmediğim bir demet çiçek bile aldım. Hemen teslim olmadım yani; fakat güzel şeylerin bir gün biteceğini biliyordum (çiçekler taze değilmiş, bir günde soldu.) Bütün hayat bunlarla doldurulamazdı; bir gün düşünmek zorunda kalacaktım. “Norgunk!” demişlerdi bana, beni uyarmışlardı (ya da dikkatinizi çekeriz gibi bir şey söylemişlerdi). Hayır, ölü diller uzmanı benimle alay etmişti. Yazıhanede birden sol tarafıma saplandı bu düşünce; çılğın gibi üniversiteyi aradım.

Başkası çıktı telefona, yok dedi. Dersten ne zaman çıkar diye sormayı akıl ettim bu sefer. “Derste değil, burada yok,” dedi. “Ne zaman gelir?” “Yurt dışına gitti.” “Yurt dışına mı? Olamaz.” “Neden?” “Bilgisini görgüsünü arttırmaya gitti.” Ne demek bu? (Hiçbir şey bilmiyordum; ne kelime, ne dilbilgisi, hiçbir şey.) Bana söylemedi. “İnceleme yapacak yani.” “Hangi konuda?” Gene anlamadığım bir kelime söyledi. Ne olduğunu sormadım. “Ne kadar kalacak?” “En az altı ay, en çok iki yıl.” Kurulmuş bir makine gibi konuşuyordu. (Kütüphane fareleri.) üniversiteye saygım kalmamıştı. Gene de makineye teşekkür ettim. Mektup da onda kalmıştı. Kalsın; ben bilmiyorum anlamını. Üniversiteye göndermiştim; kendisi Avrupa’ya gitmiş, yanında götürmüş. Ne yapalım? Artık kimse çözemez mektubu. İki yıl beklemeli. İki yıl ertelememiz gerekiyor. Öğretim üyesi arkadaşım telefonda bir şeyler söyledi ama unuttum. unutamaz mıyım? Aslında kafam her zamankinden daha karışık değil mi? (Çok hızlı düşünüyordum. Son okuduğum kitapların etkisinden olacak.) Rahatladım ve birden yorgun hissettim kendimi. Yazıhanemden çıktım, koridorda durdum; hanın kapıcısına seslendim. (Ne yaptığımın farkında değildim.) Ben yakında bir yolculuğa çıkıyorum! Efendim? Anlamadım. (Merdivenden yukarı bakacağına, buraya gelirsen anlarsın.) Bir yolculuğa çıkmam ihtimali var! (İhtimal, sadece bir ihtimal.) Sen yazıhaneye göz kulak ol. (Onda anahtar vardı. Ortalığı temizlemek için. Temizlemezdi.) Ararlarsa beni, yakında dönecek dersin. (Yakında. Kısa bir süre sonra.) Olur. Uzaklaştı. (Aptal herif! Yukarı çıksana.) Gel bakalım al şunu: Bu senin, bu yazıhane kirası. Peki sağol. (Teşekkür etmesini bile bilmez.) Belki de gitmem, belli olmaz.

Peki (İki kelimeyle cümle yapmasını bilmez. Her zaman böyle öfkelenebilsem. Nerde.) Yazıhaneme döndüm ve son yaptıklarımdan hemen pişmanlık duydum; bu yüzden bir saat kendimi yedim. Oysa, mektup Avrupa’ya gitmişti, ben de bu durumu “Onlara” açıklamıştım. (Gene kalabalıklaştılar; bir kişi olarak düşünemez oldum “Onları”.) Neyse, ben gidecekmiş gibi hazırlanayım (nereye?): gitmezsem sevinirim. Yazıhaneyi düzelttim, evrakı ortadan kaldırdım, dosyaları yerleştirdim, ortalığı süpürdüm (bu aptal herif süpürgeyi eline almaz ben gidince -kapıcıyı düşünmek içimi ferahlatıyordu. Onu da göremeyeceğim artık. Hayır, göreceğim.), sigara tablalarını çöp sepetine boşalttım, sepeti kapının önüne koydum, perdeleri kapattım, yazıhanenin tozunu aldım, halıyı ayağımla düzelttim, takvimde o günün üstüne bir çarpı işareti koydum. Her şeyi düzenli bıraktım ayrılırken.

Dün sabah biraz yorgun uyandım, gece erken yattığım halde. Bugün canım işe gitmek istemiyor, diye düşündüm. Bir kere de iş gününde tembellik etsem ne olur? Bir deneme olur. Gizli mezhep işi biraz gülünç geliyordu bana; daha doğrusu, ben kendime gülünç geliyordum. Her gün bu meseleyi tepeme asılmış olarak hissedeceğime, bir gün evde oturur beklerim. Yarına ertelemekle ne olacak sanki? Ne olacaksa bugün olsun. Bütün gün kılımı kıpırdatmadım. Akşama doğru biraz bahçeye çıktım; bir sandalyenin üstünde, kitap okumağa çalıştım.

Bir haftadır okumak için uğraştığım ve her birinden en çok dokuzuncu sayfaya gelebildiğim onsekiz kitaptan biriydi elimdeki. Kuru yaprakları ezerek ön kapıya doğru yaklaşan bir gölge gördüm birdenbire. Hemen fırladım; sonra durdum, aptal dedim kendime. Ön kapıya geldiğim zaman postacı uzaklaşıyordu. Kapının altında bir mektup buldum; pullu, yazılı, damgalı bir mektup. Rahatladım. Gene de biraz telaşlıydım herhalde; hiç adetim olmadığı halde, zarfı parçaladım açarken. Ölü diller uzmanı göndermiş: mektup ve çevirisi. Sol tarafıma o sey gene saplandı. Birden, bütün kavramlarımı kaybettim: Mektubu ve çeviriyi okudum, okudum. Bütünüyle kurtulmak istedim bu dertten. Dah birkaç gün öncesine kadar küçük ve endiseli olan yasantımı özlemle andım. Demek ki dünya, kötü piyangolarla dolu, dedim. (Bu sözümün bayağılığını görecek durumda değildim.) Yakmalı bu mektupları, yakmalı! Ölü diller uzmanını ve bu konuda görüstüğüm herkesi öldürmeli! Hayalimde daha önce çok insan öldürmüs olduğum için bu son ölümler beni fazla sarsmadı. Nedense, bu arada gizli mezhebin üyelerini de öldürmeyi düsünmüyordum. Bu düsüncelerimi öğrenmelerinden bile korkuyordum.

Telasla mutfağa gittim. Yere bir tava filan da koymayı akıl etmeye fırsat bulamadan bir kibrit çakıp yaktım hepsini. (Kağıtları demek istiyorum.) Alve sadece bir kere söndü. (Hemen yaktım gene.) Fakat taslar karardı; küller, yanık parçalar her yana dağıldı. Deli gibi süpürdüm yerleri. Küller, kararmıs kağıtlar süpürgenin tellerine yapıstı; süpürgeyi yıkarken de lavabonun deliği tıkandı. Bütünüyle bozguna uğramıs durumdaydım. Sonra yerleri sildim bir süre, sabunlu bezlerle. Gene de leke, çok hafif de olsa bir dalga, bir gölge kaldı tasların üstünde. O kadar uğrastım çıkaramadım. Tam adamını buldunuz diye söyleniyordum. Daha basit bir mesele bile ortaya atsaydınız, gene içinden çıkamazdım. Bütün meselelerimi sıfıra indirdiniz. Yere baktım: Bu lekeyi ya da dalgayı ya da gölgeyi tasın üstünden silebilmek uğruna herkesi öldürmeğe, bütün dünyayı yok etmeye hazırdım. Ondan sonra bütün islerimi yoluna koyardım; bütün küçük dertlerimi, daha önce aptalca bir dar görüslülük yüzünden gözümde büyüttüğüm zavallı sıkıntılarımı toz ederdim. Bunları hep yüksek sesle söyledim. İste ne mal olduğum ortaya çıkmıstı. İste savasmadan yenilmistim. Fakat zakarı yoktu: Bütün korkaklar gibi hem ölüyordum, hem diriliyordum.

Onyüzbin canlı olmustum. (Ya da bana öyle geliyordu.) Gülümsedim. Neden? (Ne düsüncelerimin, ne de gülümsemelerimin hızına yetisemiyordum artık.) Evet, sundan gülümsemistim: Artık yalnız kalacağıma göre, kimse artık benim yüksek sesle ya da içimden düsündüğümü bilemeyeceğine göre, bundan sonra her sey bana nasıl geliyorsa öyleydi. Yüksek sesle de düsünürdüm; istediğim kadar korkar, istediğim kadar ölürdüm. Evet, büyük sehirlerde doğdu, yirmi sekiz yasına kadar çesitli üniversitelerde (yalan) eğitim gördü, çesitli islere girdi, aldığı bir mektubu yaktı ve bunun üzerine öldü. Hayır, iyi bir eğitim görmedi, fakat bazı eserler okudu, her seyi daha iyi anlamak için Latince öğrenmek üzere masaya yaklasarak kitabı… hayır, tam bu sırada, mutfaktaki lekenin aklına gelmesi üzerine… hayır, Latince öğrenemeyeceğini anlayınca, durumun çıkmaza girdiğini görünce masadan kalktı ve öldü. Hayır, leke yüzünden ölmedi… Bir söylentiye göre, sol tarafına saplanan bir ağrı yüzünden hayata gözlerini yumdu. Hayır, bazı eserler okumadı, sadece bazı yazarların adlarını öğrendi, ağrıdan sonra hayata tekrar gözlerini açtığı zaman kendini bahçede buldu (doğru), okuyamadığı kitapların çesitli sayfalarını inceledi, bir süre bahçede dolastı, bir süre kendinden nefret etti, bu arada çesitli düsüncelere kapıldı. (Allah bilir neler?) Bahçe kapısında (bes dakika), otların arasında (oniki dakika) ve duvarın yanında (ne kadar?), bulundu. “Allah Kahretsin” adlı denemesini yazmak üzere hazırlıklara giristiği bir sırada ömrü yetmedi, vasiyeti üzerine mutfaktaki lekeli tasın (gerçekten Allah kahretsin) altına gömüldü (düsey olarak). Evet, bugün yeter bana bu kadar ölmek, diye düsündüm gizli bir sevinçle.

Ben size gösteririm. İki gündür bahçeye bile çıkmıyorum. Sadece, iki saatte bir, perdenin aralığından bahçeyi seyretme izni veriyorum kendime. Bana, çıkma dediler; fakat öl demediler. Merak ediyorum: Hiç çıkmadan nasıl yasar insan bir evde? Bunları düsünürken aynaya bakıyordum; güldüm onlara aynadan. Evden çıkmazsam ölürüm, gerçekten ölürüm. Siz kaybettiniz, anlıyor musunuz? (Pek anladıklarını sanmıyordum. Cahil herifler! Örümcek kafalılar!) Burada çürüyeceğim iste. Dayanamazsın. o zaman da çok yerinde bir sebeple çıkarim evden. Anlıyor musunuz? (Anlamıyorlardı.) Ben kazandım! Ölürüm be, ölürüm! Manevi filan değil, resmen ölürüm esek herifler! (Terbiyemin biraz bozulduğunu itiraf etmeliyim. Demek ki kibarlığım da göstermelikmis.) Bir yandan da, onları güç duruma düsürmekte olduğumu sezmiyor değildim. Onlar baska bir sonuç bekliyorlardı herhalde. (Ne bekliyorlardı?) Burada çürürüm, kimse bilmez. Tedbirlerimi aldım: Hanın kapıcısını ayarladım. Kimse aramaz beni. (Tanıdıklarımın çoğu, evimin nerede olduğunu bilmezdi. Ben giderdim onlara.) Hayatımı iyi incelemediniz. Yanlıs hesap! (Bu düsüncelerin verdiği güçle bir gün daha geçirdim neyse.)

Sonunda dayanamadım, hiç olmazsa bahçeye çıkmalıyım dedim. Bahçe de evin bütünlüğü içinde sayılırdı. (Sayılır mıydı?) Biraz süpheci olmustum. Descartes da herhalde çok yalnız kalmıstı. (Evde bu herifin kitabı olmadığı için, bu düsüncemin gerçeklik derecesini arastıramadım. Herif? Descartes? Söyledim ya, terbiyem bozulmustu.) Basıma bu islerin gelmesinde oldukça önemli bir payı olan adres defterini karıstırdım.

Avukat arkadasımı yazıhanesinde yakaladım. (Telefonda.) Evin bütünlüğü meselesini sordum. “Efendim?” dedi, “Evini mi satıyorsun?” Saçmalama, ev benim değil ki. “Sınırla ilgili bir mesele mi?” (Gizli mezhep hukukunu biliyor musun? Onu soracaktım.) “Hayır canım.” “Evet, mutemmim cüz.” “O da ne demek?” Anlattı. Anlmadım. (Benim meselem gene de basitti galiba.) “Tesekkür ederim, ben gene ararım.” Gizli mezhep, bizim hukuku nereden bilecek? Bak bunu bilemez iste.) Bahçeye çıktım. Günesli bir gündü. (Galiba daha önceki günler de günesliydi.) Günese baktım bir süre. Önemli. Günes mi? Hayır, günesin gözlerimi acıtmaması. Hafif bulut var da ondan. Yaa? Öğleye kadar ön bahçede oturdum. (Altı kisi geçti – hepsi erkek. Birinden süphelendim. Benim önümden geçerken biraz yavasladı sanıyorum.) Sonra postacı geldi. (Gene ölsem mi?) Bir makbuz verdi. Telefon borcu. Olur mu? Daha yeni ödedim.

Postacıyla tartıstım. Beni biraz tanıdığı için “Makbuzu ben düzenlemedim ki” demedi, kibarlığından. Hırsla içeri girdim. Mezhebi filan bir an için unutup telefona sarıldım. Bir sürü ses “Bir dakika efendim,” dedi. Sonunda, bir dakika demesine fırsat vermeden, bir sese içimi döktüm. Olamaz efendim. Nasıl olamaz? Kısa kesti: Lütfen elinizdeki ihbarname ile gelin de bir bakalım. (Elimdeki makbuz değil miydi? Baktım. İsbu ihbarname makbuz değildir. Değilmis.) Gelemem. Neden? Birden ayıldım. Gelemem iste. İsim var. (Ne isi?) Özür dilerim efendim. (İnsallah ölürsün.) Yanlıslıklarınızı ben mi düzelteceğim? Telefonunuzu kesmek zorunda bırakmazsınız herhalde bizi? (Anladım, makbuzda da -ihbarname- yazıyor zaten.) Telefonu kapattım. Bana yalnız ihbarname gönderiliyordu. (Bütün telefon makbuzları yazıhanedeydi. Allah belanızı versin.) Üç gün sonra telefon kesildi. Avukatı arayacaktım gene. Hiç ses gelmedi. O gün yiyeceğim de bitiyordu. Aksama, ancak çay içebilecektim. (Onlar da güç durumdadır sanıyorum.) Birden, yararlı isler (kendime yararlı tabii) yapmak istedim. Ölümü ya da “Onları” hareket halinde beklemeliydim. Henüz hazırlık dönemindeydik; kendimi bırakmamalıydım. Fakat, ancak iki bardak çay yapabilirdim kendime. Mutfağa girdim. Bütün rafları, dolapları aradım: Biraz mercimek, nohut, fasulye, yarım paket makarna, bir paketin içinde iki üç kasık yemeklik yağ (acımıstı), yarım paket kibrit, bir kavanoza yakın seker ve tuzluğun içinde nemlenmis tuz kalmıstı. Bunlarla ne yapabilirdim? (Yağı attım.) Büyük bir fırtınaya tutulmustum. Evet, yabancılarla dolu, bana yabancı olanlarla dolu, uçsuz bucaksız bir denizin ortasında yalnız basıma kalmıstım. Düsündüm. Avcuma aldığım nohutlara bakarak hayatımı, ne ise yaradığını bilmediğim zavallı yasantımı düsündüm. Nohut ve makarna gibi, bir araya getirilemeyen parçalardan olusan günlerime acıdım. Sonra birden aklıma geldi: Asure! Teyzemin anlattığı dini masallardaki Nuh Peygamber de bitmekte olan erzakla asure yapmıstı. Ya da onun durumuna uygun bir asure efsanesi yaratılmıstı ki, benim durumuma da uygundu; ben de (ucuz olsa bile) bir efsane yasıyordum. Hemen, büyük bir tencere aradım. (Önce nohutu, fasulyeyi ve buğdayı harlardı annem. Buğday mi? Buğday yoktu; içlerinde en önemli olanı. Acaba ekmekten de buğday yapılamaz mıydı? Saçmalama. Zaten ekmek de yoktu.) Kaynatma sırasında çok tencere kirlettim (babam gibi).

Hiç ilgisi olmadığı halde, buğdayın yerini tutar diye makarnayı da kaynattım. Seker vardı; bu önemliydi. Sonra, hepsini birlikte tekrar uzun uzun kaynattım. Elimde kalan erzak ve aklımda kalan bilgiyle yaptığım asureyi tabaklara bosaltıp soğumasını beklemek üzere bahçeye çıktığım zaman hava kararmıstı. Portatif radyomu da yanıma almıstım; bir keman konçertosunun sonuna yetistim. (Gökyüzü de son kızıllığındaydı.) Simdi çay saati dedi spiker. (Hafif melodiler.) Aman kaçmasın çay saati dedim kendi kendime. (Baska kime diyebilirdim?) Kutudaki son çayın yarısıyla güzel bir çay pisirdim kendime. (Pek güzel olmadı tabii.) Çay saatinin bitmesine on dakika kala, radyo ile birlikte içtik çayı. (Asure daha donmamıstı; garip renkli bir sıvı olmustu.) Aksam serinliğinde çay içimi ısıttı; müzikle birlik oldular ve düsünceye dayanmayan bir hüzün verdiler bana. Köpekler havlamaya baslayıncaya kadar bahçede kaldım. Asure pek fena olmamıstı. (Nerde annemin asuresi?) İçindeki taneler pismisti ve tatlıydı, baska bir özelliği yoktu.

Beni bir iki gün idare eder diye düsündüm, bos buzdolabına kaseleri yerlestirirken. (Onlara bütün imkanları tanıyordum, oyuna basvurmuyordum.) Sallanır koltuğumda uyuklarken bir yandan da elimdeki zamanla ne yapacağımı düsündüm. (En önemli dertlerimden biriydi zaman meselesi ve belki de “Onlar” en çok, bu isin içinden çıkamayacağımı hesaplamıslardı.) Kendime yararlı bir is yapmalıydım. (Latince?) Baslayıp da yarım bıraktığım bir sürü tesebbüs, evin her tarafına dağılmıstı. (Sanki kafam da onlarla birlikte çekmecelere, dolaplara, sandık odasının esyaları arasına dağılmıstı. Kafamı toplayamıyordum bu yüzden.) Her seyi düzene koymaya, hayır daha önce ayıklamaya, hayır en önce nerede ne varsa bulup çıkarmaya, hayır hayır hepsinden önce evi dolasıp, hafızamı yoklayıp nerede ne olduğunun tam listesini çıkarmaya karar verdim. (Her zaman böyle, tersine islerdi kafam.) Tamir edilecek bir sürü sey vardı, yarım bıraktığım karton abajuru bitirmeliydim, çerçevelenecek resimler elbise dolabının üstünde duruyordu, resim albümü için kendi kendine yapısan köse parçaları almıstım (nereye koymustum?), konularına göre dizilecekti kitaplar sözüm ona, ya mektuplar? (Benimle kolay basa çıkamayacaklardı, oldukça isim vardı – simdiye kadar ne yazık ki “Onları güç duruma sokmak için sadece kendime kötülük etmeyi akıl edebilmistim.)

Bütün evi düsündüm: Her tarafı gözden geçirmeliydim. Bir köseden baslayarak yavas yavas… Bir planını çizmeliydim evin. Çevreme baktım. (Gözü kapalı çizebilirdim planı. Her tarafı o kadar iyi biliyordum ki. Yumruklarımı sıktım.) Oturup çizerken, gene de bir iki çıkıntıda, bazı köselerin yerinde yanılmalar oldu (küçük yanılmalar).

Sonra, salonun, girise göre solunda kalan köseden incelemeye baslama kararını aldım. Her seyi tek tek gözden geçirecektim, gerekliyi gereksizden kesinlikle ayıracaktım. Daha baslangıçta hevesimin kırılmaması için kolay bir köse seçmistim.

Plan üzerinde bu köseyi isaretledim ve arastırma sınırını çizdim; ertesi sabah ise baslayacaktım. Birden basımın döndüğünü hissettim: Sabahtan beri hiçbir sey yememistim. Mutfağa gittim. (Mutfakla banyonun birlesmesini planda yanlıs göstermisim – dönüp düzelttim.) Bir asure yedim sonra. (Baska ne yiyebilirdim?) Ertesi gün için planım vardı, asurem vardı, dayanabilirdim. Beklemediğim bir anda uykum geldi. Sonra, iki gün yalnız asure yedim.

Ayıklama isi de iyi gitmedi. (Oysa ilk köse, tam anlamıyla “gözden geçirilmisti”.) Herhalde iyi beslenmiyordum; tek tip yemek, insanın iç düzenini bozarmıs. (Bu kadar çabuk değil, bu kadar çabuk değil.) Sonra, çalısmalarımı kısa bir süre için ertelemeye karar vererek, ortaya saçtıklarımın hepsini aceleyle eski yerlerine tıktım. Nedense, çıktıkları yerlere sığmadılar. Sanki esya, kağıt filan disariya çıkınca sismisti. Bazı resimlerin kenarları kırıldı, kağıtlardan yırtılanlar oldu. (İki çekmece arasına sıkısanlar.) Üstelik, bir sürü toz bıraktılar geriye. (Tozu hiç sevmem.) Üçüncü günün sabahı da asurem bitti. Çay, zaten bir çay saati sırasında içilmisti. Bütün günü hiçbir sey yemeden geçirdim. (Biraz su içtim, basım döndü.) Gündüz uyku da tutmadı. Dördüncü günün sabahı (asure pisirme günü baslangıç alınmak üzere) bitkin uyandım. Pek kendimi bilecek durumda değildim, önüme gelen bir iki seyi giydim, ön bahçeye çıktım. Günesin beni ısıtmasını, biraz canlandırmasını istiyordum. Onlar ya da ben, yenilgiye uğruyorduk. Kimin kaybettiği pek belli değildi. Çatısma açıkca olmuyordu. Gözlerim yanıyordu; günese, günes ısınlarının çevremdeki yansımalarına bakamıyordum. Sarhos gibiydim. Bir iki cisim geçti önümden: İnsan, hayvan ya da araç. Açlık ve gizli mezheple ilgili hiçbir sey bilmeyen hareketli cisimler. İki sigaram kalmıstı, birini yaktım. Basım gene döndü: Bu sefer anlamlı bir biçimde döndü. İnsan, hayat, acılar filan diyecek kadar keyiflendirdi beni iki nefes duman.

Sonra, tütünün acılığını duydum ağızımda. Bir cisim daha geçti gürültüyle. Ya da geçmis olması gerekiyordu. Bahçe kapısının gıcırdadığını duyunca, geçmediğini anladım. (Kapıyı yağlamadığım iyi olmustu.) Affedersiniz efendim. Buyrun dedim. (Benim için her sey bir. Buyrun.) Durdu. Gençten biri, bir çocuk. Konusmadı. Bir araçla gelmis olmalı. Bahçe kapısına yaklasan cisim, insandan daha hızlıydı çünki. Sepetli bir motosiklet gördüm. Sasıracak halim yoktu. Bu sepetli motosikletlerin, yalnız benim aile albümümde, uzak bir akrabanın tanımadığım kızının çocukluğunu gösteren resimlerinde olduğunu sanıyordum. Bu fotoğrafların dısında, sepetli motosiklet görmemistim ben. (Böyle siyahını hiç.) Yeni açtık efendim. Gözlerimi kırpıstırdım: Nasıl açtınız? Beni saygıyla süzüyordu; basit insanların saygısıyla. Saçma ve akıl dısı her türlü sözüme katlanabileceğini, gözlerinden okuyordum.Çok katlı, dedi, her sey var efendim. Bir kağıt uzattı: Yeni basılmıs, mürekkebi elime bulastı. Zevksiz bir çerçeve içinde kalın, siyah satırlar. Bana anlat, dedim. (Çerçeveyi ben hazırlayabilirdim onlara. Daha basarılı olurdu.) Manav, dedi. Yeni mi açtınız? dedim. Anladığımı anladı. Bir süredir biriktirdiği ve anlayıssızlığım yüzünden ortaya seremediği sözleri yığdı üstüme: Evlere servis yapıyoruz, hesap aybasında, her sey taze, birçok mağazanın… Sigaranız var mı? dedim. Benimki bitiyor da. Küçük bir defter uzattı. Oraya yazılıyormus her sey. Bir de onda var. Ona da yazılıyor. “Sigara” yazdım. Ellerim titriyordu. “Yumurta” da yazdım. Birçok sey yazdım. Miktarları? 1/2 kg. 4 tane. Okula yeni baslayan bir çocuk gibiydim. Pirinç. Uçarak gitti; önce geri geri gitti, sonra bana arkasını döndü. Hafif hareketlerle motosiklete bindi gitti. İnsan denilen yaratık çok kıvrak bir sey diye düsündüm ağır ağır. Seyretmek ve farkına varmak daha güzel.

Yemek meselesi ve gerekli bazı maddeleri aldırma meselesi yoluna girmisti. Kağıtları düzene koyma isine baslamıstım. Kağıtları ve her seyi. Salonun 3/4’üne gelmistim. (Plandan ölçtüm.) Her küçük parça üzerinde uzun uzun düsünmüstüm. (Gizli mezheple ilgili yakın bir zorluk olmadığı için biraz rahat düsünebiliyordum.) Yahu ben kendimi çok ihmal etmistim, her seyi bir sonraki güne bırakmıstım. Çizmeğe basladığım bazı resimleri bile yarım bırakmıstım. Kağıdın ortasında birdenbire sona eriyordu resimlerin çoğu. Hiç olmazsa bunları bitirmeliydim. (Nasıl bitireceğimi bilemediğim için ya da iyi gitmediği için yarım kalmıs olan resimleri attım.) Kağıtlara sıra gelince çok insafsız davrandım: Bir kağıt üzerinde, kendime iki kere düsünme hakkını tanımadım.

Bazı belgeleri, makbuzları atarken tam emin değildim: Bu yok etmelerin sonunda basıma kötü seyler gelebilir miydi? Sonra kızdım ve tartısma konusu olan kağıtları daha küçük parçalara ayırdım öfkemden. Gizli mezhepten daha kötü ne gelebilirdi basıma? (Gene de kesin bir sonuca varamıyordum o zamanlar: Basıma gerçekten bir sey gelmis miydi?) Önemsiz mektupları, ne olduğu anlasılmayan hesapların yapıldığı kağıtları, pusulaları (bunların en ilginç olanının üzerinde söyle yazıyordu: “Ben geldim”. İmza yoktu. Tekrar gelir misin acaba bu günlerde?), önemli mektupların sadece zarflarını, bana yazılmamıs olan ve elime nereden geçtiğini bilemediğim yabancı dilden mektupları, bazı ders notlarını, eski cep defterlerini (bunlar, yazımın çok acemice olduğu dönemlerin takvimleriydi) yırttım attım. Gene de bir sürü kağıt, defter ve not kaldı. (Artık bunları da atamazdım.) Sonra, fotoğrafları albümlere yerlestirmeğe basladım (Tarih sırasında bazı yanlıslıklar oldu herhalde.) Yüzüm, günden güne hiç değismediği halde (bunu, her sabah aynada yaptığım gözlemlerle biliyordum), resimler arasında vahim farklar vardı. Bu değisikliği, yüzümde izleyemediğim için üzüldüm; hiçbir seyin gelisimini (ya da çöküsünü) izlemek mümkün olmuyordu. Fotoğraflarımda, hep bir sey düsünüyor gibiydim. (Günlük tutmalıyım; hiç olmazsa düsüncelerimin gelisimini ya da çöküsünü izlemeliyim.) Birdenbire kendimi bu evde bulmustum sanki.

Daha önce ne olmustu? Sanki, kime yazıldığı bile belli olmayan bu mektubu almadan önce yasamamıstım, simdi zaten yasamıyordum. Bütün hafızamı, hayal gücümü zorluyordum; geçmise ait bir seyler hatırlamak, bir seyler görmek istiyordum. Olmuyordu. Aslında düsününce, canım su zamanda söyle olmustu, annemin yüzü beyazdı ve yatay çizgiliydi, okula basladığım gün ne kadar korkmustum diyebiliyordum. Fakat, mesele bu değildi; mesele, bir seyleri, sıcak bir çorbanın kokusunu duyar gibi hissedebilmekti. Bense bunu hiç becerememistim. Ne tabiatı, ne insanları, ne de olup bitenleri hiç sevmemistim; kendimi bile, kendi yaptıklarımı bile.

Fotoğrafları yapıstırma isini bıraktım. Sonra ne yaptım? Evet, gökyüzüne bakmıstım, yuvarlak ve parlak ve ısıklı bir daireden baska bir seye benzemeyen aya bakmıstım ve ne kadar güzel, tıpkı öğretildiği gibi güzel, anlatıldığı gibi güzel demistim; sonra, basımı asağı doğru hareket ettirerek, denizde ayın ısıltılı çizgilerini aramıstım.

Ne acıklı bir maceraydı bu. Belki de değildi; belki de, bunun acıklı bir macera olduğunu da bir yerden öğrenmistim, bir yerde okumustum. Hafızam zayıfladığı için, neyi nerede okuduğumu unuttuğum için, bana ait birtakım duygular olduğunu sanıyordum. Acaba, içine düstüğüm durum, daha önce nerede acıklı olmustu? Mısır’da mı? Eski Yunan’da mı? Kendimi, romantik dönemin Fransızları, İngilizleri ya da Almanlarıyla mı karıstırıyordum? Ben bir seyin taklidiydim; fakat, aslımı bile doğru dürüst öğrenememistim. Belki de bana ne olduğunu sonuna kadar okumamıstım.

Yarabbim ne korkunçtu! Belki de birilerinden duymustum, onlar da baska birilerinden duymustu, baska birileri de… Ülkeme ve insanlarına kızmağa basladım: Kimsenin doğru dürüst okuduğu yoktu.

Doğru dürüst hissetmesini bile beceremiyorlardı. Bu yüzden insan, duyduğu seyleri söyleyen insanların kültürüne güvenemiyordu. Belki bu zavallılığın, bu yarım yamalaklığın, bu gülünç durumun bile bir aslı, gerçek bir biçimi vardı. Albümü elimden bıraktım. Her seye yeniden baslamak da mümkün değildi. İstesem de mümkün değildi. Nerede kaldığımı unuttuğuma göre, bastan baslamak için de birtakım yetenekler gerekliydi; daha talihli doğmus olmak gerekliydi mesela. Yeni bir dil öğrenebilmek için, hiç dil bilmemek gerekliydi. Bu mezhepten gelen mektup meselesinin uzun süreceğinden emin olsam, belki uzun süreli islere girisebilirdim. Düsünme! dedim kendi kendime, düsünme. Düsünmeyi bile bilmiyorsun. Önündeki ise devam et: Birbirine benzemeyen fotoğraflarını yapıstır yanyana, bir isi de sonuna kadar götür. Ölmezsin ya. Belki de ölürdüm. Belki de ölmemek için, hiçbir isin sonuna kadar gitmiyordum.

Böyle küçük çalısmaların üstüste eklenmesiyle doluyordu zaman. Ben de kelimeleri birbirine yapıstırarak yaratıyordum zamanı. (Bunu nerede okumustum acaba? Ne yapayım? Aklıma gelenlerin içinde hangilerini okumadığımı bulmak için her seyi okumaya girisemezdim ya.) Peki, nerede kalmıstım? Yarım bıraktığım islerin neresinde kalmıstım? Bunu da bilemez miydim? Bir liste yapmalıydım bunun için de. Aman yarabbi! Yapmam gereken ne kadar çok is vardı! İyi ki su mektubu almıstım. Yapacak bu kadar çok isimin olması birden sevindirdi beni: Yapmasam da önemli değildi; yapacak islerim vardı ya. Acaba, yarım bıraktığım kitapların kaçıncı sayfasında kaldığımı hatırlayabilecek miydim? Acaba, bir zamanlar su ay meselesi yüzünden sevmediğimi düsündüğüm tabiatı, sever gibi olmus muydum hiç? Acaba ağaçtan, ottan ya da uçamayan böceklerden filan bir yerden sevmeğe baslamıs mıydım? Bir yerden sevmeye devam edebilir miydim? Çünki sevmek, yarıda kalan bir kitaba devam etmek gibi kolay bir is değildi.

Ya hiç sevmemissem bugüne kadar? Bir kitaba yeniden baslamak gibi, sevmeye yeniden baslamak pek kolay sayılmazdı herhalde. Hatırlar gibi oluyordum. Bazen, daha önce hiç görmediğim ve kitaplarda resmine de rastlamadığım garip bir böcekle karsılasırdım; hem de bahçede, otlar arasında filan değil, mesela misafir odasında olurdu bu karsılasma. (Annem bu odayı hep kapalı tuttuğu için, olur olmaz misafirleri bile buraya almadığı için, demek ki bu karanlık ve soğuk oda, garip bir böceğin oraya ulasmasına yetecek kadar insansız kalıyordu.) Evet, baska türlü bir böcekti bu: Kendisine benzeyen böcekler, mesela genellikle yesil olursa, bu sarı olurdu. Çok sasırdım. Bu böceği dünyada ilk defa ben gördüm. Olamaz mıydı? (Babam da, çok bayağı meselelerde, buna benzer görüsler ileri sürerdi: Mesela dis fırçasını yıkadıktan sonra lavabonun kenarına vurarak sularını silkmeyi ilk önce o akıl etmis.

Bu yüzden misafirler, benim için, masallah tıpkı babasına benziyor dedikleri zaman çok sinirleniyordum.) Bir keresinde de fırtınalı bir yağmurdan sonra gökkusağının denizde bir köprü ayağı gibi yükseldiğini görmüstüm. (Ayrıca, karsı kıyıda tek renkli suluboya bir resim gibi duruyordu.) Fakat bunlar çok seyrek basıma gelirdi. Okuduğum seylere ya da tabiatı sevenlerden duyduğuma göre, günlük yasantının akısı içinde sevmek gerekiyordu tabiatı. Son günlerdeki yasantım içinde bu akısı sağlamak da oldukça zordu. Tabiattan, payıma düsen çok az sey kalmıstı. Ömrümü esya ile geçiriyordum. Esyayı da sevmiyordum galiba. Daha doğrusu, esyayı insanlarla bir tutuyordum, ikisiyle de aramda, yalnız benim bildiğim ve baskalarına açıklanması güç meseleler vardı. (Genellikle, bana karsı çıkıldığını sanıyordum.

Bir uzlasmayı mümkün görmüyordum.) Gizli mezhep de belki bütün bunları uygun bulmadığı için ve benim hiçbir zaman bu sartlar altında düzelmeyeceğimi sezerek (bu bakımdan ben de katılıyordum onlara) bana sürekli bir ceza vermisti. Aslında, bütün düsmanca tavırlarım ve kötü düsüncelerim yüzünden nereden geleceğini bilmemekle birlikte bir ceza bekliyordum. İnsanlar için ve tabiat için iyi seyler düsünmüyordum; dünyaya kendimden bir sey veremiyordum. Kendimi kendime saklıyordum; kendiliğimden bir davranısta bulunmuyordum. Bu duruma daha fazla dayanamazlardı. Belki, yürürlükteki kanunlarla bana bir sey yapamazlardı; fakat, dünyanın düzeni çok yönlüydü, karmasıktı. sonunda bir gizli mezhep çıkıyordu iste. Milyarlarca insan bir arada yasadığı için, binlerce ve binlerce ihtimal vardı. Benim gibi, Allahın cehenneminde (ya da cehennemin dibinde) yasayan biri için bile tedbirler alınabiliyordu iste. Yeteneklerimi, sevgisizlik yüzünden bosuna harcamamıstım: Resim yapmayı becerebildiğim halde, resmini yaptığım seyi bir türlü sevemediğim için, resimler biçimsiz olmustu, yarım kalmıstı.

Tabiatı sevdiğimi göstermek için, medeniyetten kaçan insanların görünüsüne bürünebilmek için, bu Allahın belası ıssız yerde bahçeli bir ev tutmustum; fakat bahçeyi otlar sarmıstı. Hiçbir ağaç çiçek filan yetistirememistim buraya geldiğimden beri. İki kiraz ağacı da kurumustu bu arada. Bir saksı bile koymamıstım; ne eve, ne de bahçeye. Gösteristen ibarettim. Bir gün trenle bir gecekondu mahallesinin önünden geçerken, bahçelerin çokluğunu, insanların ağaçlar ve çiçekler yetistirdiğini söyle bir görmüstüm; pencerelerin denizlikleri, saksıların ağırlığından eğilmisti. Dünya, benim gibi insanlarla dolu mahallelerden meydana gelseydi, bir beton çölüne dönerdi. İnsanlığın ve insansızlığın yüz karasıydım. Kendime acımak istedim. Mutlak bir ümitsizliğe düsmek istedim. Belki tam düstükten sonra çıkmak kolay olurdu. Fakat, bütün bu düsündüklerimin, kelimelerden ibaret olduğunu biliyordum. Pencereye yaklastım, basımı yukarı kaldırarak gökyüzüne baktım. Ay oradaydı.

Bildiğim ay. Hayır, ben adam olmazdım. Gerçek bir acı duyduğumdan bile kuskum vardı. Bununla birlikte, bütün gece bunları ve buna benzer seyleri düsündüm; hiç uyumadım. Radyoyu açtım; bütün melodilerin güzel yerlerini, radyo bittikten sonra ıslıkla çalmağa çalıstım; olmadı. Kendime kötü birini örnek almıstım herhalde; sürekli olarak onun hayatını yasamak, hayattan bir sonuç çıkarmak (nasıl?) ve gece yarısı ıslıkla melodiler çalarak birilerine (kimlere?) benzemek istedim. Hep kötü olaylar, can sıkıcı yasantılar tekrarlanıyordu; güzellikler, bir kere görünüp kayboluyordu. Rembrandt gibi resim yapılamıyordu. Rembrandt ne demek? Gecekondusuna küçük bir elma fidanı diken bir hamal kadar bile olunamıyordu.

Demek ki her yasantımda, bakalım nasıl oluyor diye ilgisiz gözlerle kendimi seyretmistim. Beni sevdiğini düsündüğüm bir kadınla ilk defa yatarken bile, iyi oluyor, iyi oluyor diye hissetmeğe çalısmıstım. Sonra, son iki yıldır yaptığım gibi parayla bir kadın bulmustum. Telefon edince gelirdi. Nedense utangaç ve yaptığından sıkılan bir kadındı bu. Samimi davranırdı bu yüzden. Bir keresinde de onun, soyunurken resmini yapmıstım. Istememisti. Kadınların böyle direnmelerine aldırmazdım. Bana arkasını dönmüstü resmi yapılırken. Belden asağısı çıplaktı. Mustehcen bir resim olmustu. Fakat pek fena sayılmazdı. Kadının bir omzu çıplaktı.

Onu kızdırmak için resmi, yatak odasının duvarına iğnelemistim. Her gelisinde resmi görünce utanır, kızarır, baska tarafa bakmağa çalısırdı. (Yatak odasına gidip resme baktım bir daha. Yazık, simdi telefonum da yoktu.) Heyecanlarımı hep gelecekteki günler için saklamıstım; babam öldüğü zaman yeteri kadar üzülmemistim, mezarın basında küçük ayrıntılara takılmıstım. Bir ağacı, kusu filan seyrederken değil, düsünürken sevmistim. Hayır belki de kendimi yasanacak güzel günler için saklamamıstım: belki de sadece duygularımda her zaman biraz geç kalıyordum. Babam öldükten iki yıl sonra bir aksam üzeri, biraz üzülür gibi olmustum. Bazı kitapların da yıllar geçtikten sonra anlamlarını sezmeğe basladım. Babam ölmüstü. eski kitapları da okuyamazdım artık. Bu konularda kendime fazla etki edemedim. Kötü bir öfke kaldı geriye; bahçedeki otların düzenlenmesine yararı olmayacak acı bir öfke.

Bir kenara ittiler beni; isimiz acele, seni bekleyemeyiz dediler. (Oysa yıllarca beklemislerdi beni; acele ettikleri söylenemezdi.) Bu kötü hayatı sanki doğmadan önce de yasamıstım; kendime yakıstırdığım yasantıları doğmadan önce de okumustum. Kötülüklerimin bile kendime, öz varlığıma ait olduğuna inanmıyordum. Belki yüzyıllardır, yüzbinlerce insan böyle kasvetli bir tabiatın ortasında, gizli mezheplerden tehdit mektupları alıyordu. Geçmisimi pek iyi bilemiyordum, bu insanları belli belirsiz hayal edebiliyordum; fakat, bu noktayı çok iyi biliyordum: Onlar bu olayı da değerlendirmesini bilmisler, gerçekten korkmus, gerçekten acı çekmişlerdi; gerçekten çaresiz ve yalnız kalmıslardı. Ben ucuz bir romandım. Hayır, kötü bir edebiyatın bile bir gerçekliği vardı: Can sıkıcı taklitçilikleri bile benden gerçekti.

Ben yoktum; hatta ben yokum, olmadım diyemeyecek bir yerdeydim; kelimeler bile yanyana gelerek beni tanımlamak istemezlerdi. Ne olurdu benim de kelimelerim olsaydı; bana ait bir cümle, bir düsünce olsaydı. Binlerce yıldır söylenen milyonlarca sözden hiç olmazsa biri, beni içine alsaydı! Çok insan için söylendi ama, sana da uygulanabilir denilseydi. (Bu sözleri baskalarıyla paylasmaya razıydım. Baska çarem yoktu.) Kendime gerçekten acıyabilseydim, gerçekten ümitsiz olsaydım. (Olumlu durumları aklıma getirmeye cesaretim yoktu.) Sonra yavas yavas, adım adım doğrulurdum.

Sabah oluyordu, pencerenin dısındaki karanlık azalıyordu. Sokağa çıksam dedim. Belki eski böceklerimden birini görürüm ya da gökyüzünü öyle bir kızıllık kaplar ki, bulutlar bana acıyıp öyle gölgeler salarlar ki, ben bile güzel bulurum tabiatı; göğsümden yukarı doğru bir seyler hissederim.

Belki bir duvarın dibinde küçük bir yesilliği, kurumus bir diken yığınını, baska bir ısık altında görünce severim. (Bir keresinde böyle bir olay basımdan geçmisti de.) Sokak kapısını yavasça açtım, evde bulunan birini uyandırmaktan çekinir gibi sessiz adımlarla dısarı çıktım. (Beni görmediler herhalde. Kimler?) Yolumu görebiliyordum. Bir süre hiç gözümü kırpmadan gökyüzüne baktım; karanlığın uzaklasmasını, renklerin ağarmasını izlemek istiyordum.

Fakat bunu beceremedim galiba; arada baska seyler de düsünmüs olmalıyım ki havanın birden aydınlandığını gördüm. Bos sokakta, yavas olmasına çalıstığım bir yürüyüsle dolastım. (Belki de sokağımda dolasmak, dısarı çıkmak sayılmazdı.) Sonra gizli mezheple ilgili düsüncelerimin biraz hafiflediğini sezdim; bunu kaçırmak istemedim. Köpeklerin orada burada, çöp tenekelerinin dibinde uyuduğu sokağa ulastım. Evlere, bahçe parmaklıklarına baktım: Her yerde, bir fotoğrafın sessizliği vardı. Ana caddeye çıkan sokağa saparken birden vazgeçtim; benim sokağım gibi, evleri bir yerde biten ve çok uzaklarda, bir tepenin yamacında yeniden baslayan bir baska sokağa saptım. Burada tabiat uyanıyordu sanki, donukluk yoktu. Sonra basım döndü. (Gerçekten döndü.) Otların, ağaçların, tarlaların basladığı bir yerde, bir tasın üstünde oturmak zorunda kaldım.

Gözlerimi kapadım. Bir motor gürültüsüyle kendime geldim. Hayır, uyumamıstım, bayılmamıstım. Geriye doğru düsündüm: Tasa oturduktan sonra geçen bütün zamanı hatırladım, bir rüya hatırlamadım. Hayır, kendimden geçmemistim. Gözlerimi açtım: Bir kamyon duruyordu çok yakınımda. Soför mahallinden, soförün yanından, yuvarlak bir yüz uzandı bana doğru: Hasta mısın bey? Kamyonun arkasına baktım: Ameleler gördüm, yüzleri bana doğru. Beni seyrediyorlar. Basımı salladım. (Ne de olsa bir ilgiydi.) Evin yakın mı? Seni götürelim bey. Konusmak gerekiyordu: Siz nereye… Bir kağıt uzattı camdan. Bir adres: Benim sokağım.

Ne isiniz var orada? Kağıda baktım gene: Benim evin yanında. Biz yıkıcıyız bey. Amelelerin elindeki kazma küreği gördüm, yerimden doğruldum. Yeni bir bina yapılacak oraya. Eskisini yıkacağız. Nasıl olur? Bir sigara uzattı. (Bu sigara da acı gelir ağızıma.) Aldım. Yeni izin çıkıyor buralarda dört kata. Evde oturanlar? Tasınmıs beyim, öyle söylediler. Nasıl olur? (Olabilir.) Sigara yeniden basımı döndürdü: evin önünde kamyon fren yapınca az kalsın basımı ön cama çarpıyordum. Tesekkür ederim. Evin önünde kaldım. Dört gündür çalısıyorlar. Ne de olsa insan, hareket ediyor: Onları seyrediyorum. Yandaki evi parça parça ediyorlar. Kasap gibi: Etleri (cam, kapı, kiremit gibi ise yarayan parçalar) bir kenara güzelce ayırıyorlar; kemikleri (tuğla, sıva harç gibi) kamyona doldurup ilerde bir yere döküyorlar. Bu benzetmeyi bas yıkıcıya söyledim (kendisi bulunmadığı zaman yerine yardımcı yıkıcı bakıyordu); güldü, “Nerden akıl ettin bey?” dedi. (Tabii, ben aydın bir kisiyim; böyle küçük buluslarla ayakta duruyorum.) Ortalık toza bulanıyordu, iki bahçeyi ayıran çalılıklar tozdan sararıyordu; fakat, bir hareket vardı, insan vardı.

O sıralarda bunu önemsemiyordum tabi. Benim bütün gün onları seyretmeme biraz sasıyorlardı. Bir isim yok muydu? Yıllık iznimi almıstım. Bir yerlere gidip gezemez miydim? Kaç yıldır beklediğim bir fırsattı bu: Evimi düzene koymak istiyordum. Biraz da onlara karsı utandığım için, bahçede çalısmağa basladım; bazı otları söktüm. Ayrıkotu denilen bir ot vardı ki, anlatıldığına göre toprağın bütün gücünü alıyordu. İnsan toprağa elini uzatınca, ilk bakısta bu otun hainliğini anlayamıyordu. Oysa, yere yapısık saplar uzayıp gidiyordu; çok ayaklı bir sürüngen gibi, köklerini toprağa saplayarak yürüyordu. Onları izlemenin sonu yoktu; fakat, öteki bitkiler soluk alacaktı bu kökleri sökersem. Sonra, (bas yıkıcının söylediğine göre) otlar bu kadar yükselmemeliydi; bir kere güzel değildi, ayrıca toprak bu kadar yüksek bir çimeni besleyemezdi. (İnsanlar neler biliyordu!) Bir bas yıkıcı kadar olamıyordum. Bana bir gün de küçük bir saksı getirdi: İçinde ufak tefek, silik bir yesillik vardı.

Korkarak uzattım elimi. Korkma ısırmaz, dedi. (Onun bulduğu söz ne kadar gerçekçi değil mi? Benim kasap-et benzetmemin zavallı gülünçlüğü yanında, yerine oturmus bir mizah eseriydi.) Yok ondan değil; ya bakamazsam? Sorumluluk bu. Ben bu yüzden evlenmedim; çocuklarıma bakamam diye korktum. Güldü. (Bas yıkıcıda bu taraf eksikti: Benim gibi, kendisiyle alay etmesini bilmiyordu. Ne yapsin? Ben de kendim bulamamıstım bunu; yabancıların yazdıkları kitaplardan öğrenmistim.) Yıkım isi bitmisti. Bir gün bas yıkıcı da gelmedi, onun yerini bas kazıcı aldı. Bas kazıcının da bir kamyonu vardı. Bu isi pek sevmedim. Artık bir arsa haline gelen komsu evin tabanını, dünyanın merkezine doğru kazmağa basladılar. Sağda solda bir iki kırıntı kalmıstı yıkıcılar döneminden.

Dünyada hiçbir seyin tam sona ermediğini anladım o zaman. Kenarı kırık, alafranga bir hela tası unutulmustu; bahçe duvarının yanına koymuslardı onu. Bu tasın üstüne oturuyor ve bas kazıcıyla sohbet ediyordum; ameleler bana gülüyordu. Bahçedeki ayrıkotlarını temizlemistim. Gene de bas kazıcı bir sürü gizli ayrıkotu buldu; çünki toprakla ilgiliydi, topraktan gelmisti. Bunun için kazıcılıktan öteye geçmek istemiyordu. Ameleler de öyleydi. Bu isi iyi yapıyorlardı. Yüksek otları da bas kazıcıyla birlikte kestik. Ben de ona, bas yıkıcının bana hediye ettiği saksıyı verdim. (Bu bitkiden kurtulmak istiyordum.) Saksıyı, hela tasının içine yerlestirdik. Kazı çukuru da büyüyordu bu arada.

Durumu beğenmiyordum. Bir benzetme daha yaptım: Bu çukur, çekilmis bir azı disinin geride bıraktığı oyuğa benziyordu. (Bir zamanlar ben de azı disimi çektirmis olduğum için bu benzetmenin gerçekliğine güveniyordum; fakat, kazıcılar alınmasın diye ve iliskilerimiz bozulmasın diye onlara sözünü etmedim bunun.) Temel isleri hemen baslayacaktı; bu nedenle, toprağı desteklemeyi gerekli bulmuyordu bas kazıcı. (Toprağı tanıyordu, onun dilinden anlıyordu. Ben bütün bunları yeni öğreniyordum ve hemen unutuyordum.) Motosikletli bakkal-manav-kasap-vs. her gün uğruyor ve kazıyı inceliyordu. O da köyden gelmisti, toprakla ilgiliydi. Ben endiseliydim, param bitiyordu; siparisleri azaltıyordum. Sonra, iki gün alısveris etmedim hiç. Son paramı da vermistim; defterlerimizi (veresiye defterleri demek istiyorum) karsılastırmıstık. Hesapları incelerken dürüst ve ciddiydi: Yazılan bütün maddeleri bana hatırlatmak istiyordu. Ben aldırmıyordum. (Bu yüzden, isi ciddiye almakla birlikte, beni ciddiye almıyordu sanıyorum.) Ödenen kısımlar için, defterin o sayfalarına, çapraz kırmızı çizgiler çekiyorduk. (En çok bu kısmı hosuma gidiyordu hesabın.) Ayrılırken, bana

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments