Kendi içimize mıhlanmış olduğumuzdan, doğuştan gelen ümitsizliğimizin çizdiği yoldan ayrılma melekemiz yoktur… Hayat bizim ortamımız değil diye, kendimizi hayattan muaf mı tutturalım?… Var olmama belgesi veren kimse yoktur…Soluk almada sebat etmek, havanın dudaklarımızı yaktığını hissetmek, temenni etmediğimiz bir gerçekliğin bağrında pişmanlıkları biriktirmek ve mahvımıza sebep olan derte bir açıklama bulmaktan vazgeçmek zorundayızdır… Zamanın her anı üzerimize bir hançer gibi atıldığı, arzuların ayarttığı tenimiz taşlaşmayı reddettiği vakit, bahtımıza eklenecek tek bir anla bile nasıl yüz yüze gelebiliriz?… Hangi hünerlerin yardımıyla başka bir hayatın, yeni bir hayatın peşinden gidebilecek yanılsama kuvvetini bulabiliriz?…
Şu ki, geçmiş yıkımlarına bir göz atan bütün insanlar “gelmekte olan bütün yıkımlardan kaçınabilmek için” kökten yeni bir şeye başlayabilme gücünde olduklarını hayal ederler… Kendi kendilerine görkemli bir vaatte bulunur ve kaderin onları batırdığı o vasat uçurumdan çıkartacak bir mucize beklerler… Ama hiçbir şey olmaz… Herkes aynı olmaya devam eder; sadece hepsine damgasını vurmuş olan o düşkünlük temayülünün sivrilmesiyle değişirler… Etrafımızda yoğunluğu azalmış ilham ve coşkulardan başka birşey görmeyiz: Her insan her şeyi vaat eder; ama her insan kıvılcımın dayanıksızlığını ve hayattaki deha noksanlığını öğrenmek için yaşar… Bir varoluşun aslına uygunluk derecesi kendi yıkımından ibarettir… Oluşumuzun çiçeklenmesi : Muzaffer görünümlü olup, başarısızlığa götüren yol… Yeteneklerimizin serpilmesi : Kangrenimizin kamuflajı… Güneşin altında leşlerle dolu bir bahar hüküm sürmektedir; bizzat güzellik, tomurcuklarının içinde şişinen ölüm den başka birşey değildir…
Kökeninde aldatıcı ve yıkıma mahkum olmayan hiçbir yeni hayat görmedim şimdiye kadar… Her insan zamanın içinde ilerleyip, bunaltılı bir geviş getirmeyle kendini tecrit ettiğini, yenilenme niyetine de ümitlerinin beklenmedik yüz buruşturmasıyla karşılaşıp kendi içine düştüğünü gördüm…
Emil Michel Cioran Kimdir?
Fransızca yazan Rumen deneme yazarı ve ahlakçısı Emil Michel Cioran 8 Nisan 1911’de Rasinari’de (Romanya’da) doğdu. On yedi yaşında Bükreş Üniversitesi Felsefe Bölümü’ne girdi. Lisansını Bergson üzerine hazırladığı bir tezle aldı. 1934’te Bükreş’te yayımlanan ilk kitabı Ümitsizliğin Doruklarında, kendisinin de kabul ettiği gibi, sonradan Rumence ve Fransızca yazdığı her şeyin özünü barındırır. Hayatın trajik boyutundan habersiz olmakla suçladığı Bergsonculuk’tan o dönemde koptu. 1937’de, dini bir krizin ürünü olan ve tartışmalar yaratan kitabı Gözyaşları Ve Azizler Üzerine yayınlandı. Aynı yıl, Bükreş Fransız Ensititüsü’den bir burs alarak Paris’e gitti ve oraya yerleşti. 1995 yılında Alzheimer hastalığından öldü.
Cioran konservatif felsefeye olan ilgisini ilk gençlik yıllarında kaybetmiş, kişisel düşünce ve lirizm adına sistematik düşünce ve soyut spekülasyonlarda bulunmayı reddetmişti; “Hiçbir şeyi keşfetmedim. Ben sadece kendi hislerimin sekreteri olmaya devam ettim”
Son dönem eserlerinde kötümser hava çoğu eleştirmen tarafından çocukluğundaki olaylarla ilişkilendirilmiştir. Ancak ondaki septiklik, nihilizme yakın duruşun tek bir sebebe irca edilemeyeceği de söylenebilir.
Jean-Paul Sartre ve Albert Camus gibi tanınmış varoluşçu yazarların eserlerindeki beşeri yabancılaşma teması henüz 1932’lerde genç Cioran’ın eserlerinde görülmektedir. “Varoluşun kendi evimizin hiçliği kendi sürgünlüğümüz olması mümkün mü?” diye sormaktaydı Cioran o yıllarda.
cioran insanlığın trajedisini değil fakat kendisi gibi hem düşünen hem hisseden bir ontolojik vatanından sürgüne gönderilmişliğin kolay kolay kimsenin hesabını yapmadığı iç çekişleriyle , bir yurtsuz kimliğiyle yaşamış ve yazmıştır.Dünyanın hergünkü işleyişini,acılarını,sevinçlerini genelden ayrı düşen yönüyle kimi zaman buruklukla kiminde de kahırla yorulmuş bir farkındalıkla ilmek ilmek kitaplarına işlemiştir.Koyunun derdinden geçenlerin,hatta koyunun derdinde bile olmayanların hayatı muştulamalarının, rezilliklerinin ve kaybolmuş bir vicdanla bu hayatı olurlamalarıyla bir kez daha bu temele harç atanların asla anlayamayacakları bir yanlış yerde aranan ‘cephane’ olarak bilinmektedir.
Çürümenin Kitabı’ndan
* Kant’ta artık hiçbir insanî zayıflığı, hüznün hiçbir hakikî vurgusunu göremez hale geldiğim an felsefeden yüz çevirdim;Kant’ta ve bütün filozoflarda… Müzikle, mistik pratiklerle ve şiirle karşılaştırıldığında, felsefî faaliyet, sadece utangaçlarla ılımlıların gözünde itibarı olan şaibeli bir derinlikle ve azalmış bir canlılıkla ilgilidir. Hem zaten felsefe -gayri şahsî endişe, kansız fikirlere sığınma- hayatın baştan çıkarıcı taşkınlığından kaçanların yoludur. Hemen hemen bütün filozofların sonu iyi olmuştur; İşte felsefeye karşı baş gerekçe. Sokrates’in sonu bile hiç trajik değildir: Bir yanlış anlamadır; bir pedagogun sonudur- ve eğer Nietzsche deliliğe gömüldüyse, şair ve mütefekkir olaraktır bu: Akıl yürütmelerinin değil, vecdlerinin kefaretini ödemiştir.
Bilinçdışı Dogmalar’dan
* “Bir varlığın hatasını derinlemesine anlayacak, ona maksat ve teşebbüslerinin boşunalığını gösterecek güçteyizdir; fakat içgüdüleri kadar kaşarlanmış, önyargıları kadar eski bir fanatizmi gizleyerek, zamana canla başla sarılmasına nasıl engel olmalı? İçimizde, yakışıksız bir inanç ve kesinlikler yığını taşırız – kuşku götürmez bir hazine gibi. Bundan kurtulmayı ya da bunları altetmeyi başaran kimse bile, – kendi zihin açıklığının çölünde- hala fanatik kalır: Kendinin, kendi varoluşunun fanatiğidir; bütün saplantılarını kurutmuştur, bu saplantıların kabuklarından çıktıkları zemin dışında; bütün sabit noktalarını kaybetmiştir, bağlı oldukları sabitlik dışında. Hayatın ilahiyatınkilerden daha değişmez dogmaları vardır; çünkü her varoluş, cinnetin ya da imanın zırvalarının bile dudağını uçuklatan şaşmazlıklar içinde demir atmıştır… Şüphelerine aşık olan kuşkucunun bile, kuşkuculuğun fanatiği olduğu ortaya çıkar. İnsan, tam anlamıyla dogmatik varlıktır; dogmaları onları dile getiremediği, bilmediği ve takib ettiği ölçüde derindir.”
Belirsiz Dehşet’ten
* Kırılganlığımızı bize hatırlatan, belirli bir derdin bir anda ortaya çıkıvermesi değildir: Zamanın bağrından aforoz edilmemizin elikulağındalığını bize gösterecek olan, daha muğlak, ama daha şaşırtıcı uyarılar durur önümüzde. Tiksintinin, bizi dünyadan fizyolojik olarak ayıran o hissin yaklaşması, içgüdülerimizin sağlamlığının ya da bağlandığımız şeylerin dayanıklılığının ne kadar tahrip edilmeye açık olduklarını ortaya çıkarır. Sağlıklıyken, tenimiz evrensel nabzın yankısı hizmetini görür ve kanımız onun ritmini yeniden üretir; potansiyel bir cehennem gibi bizi gözleyen ve aniden ele geçiren tiksinti içinde ise, bir yalnızlık garabetleri bilimi tarafından tasavvur edilmiş bir canavar kadar tecrit edilmiş durumdayız.
* Canlılığın kritik noktası –bir mücadele olan- hastalık değil, her şeyi dışlayan ve arzuların taze hatalar doğurma kuvvetini ellerinden alan o belirsiz dehşettir. Duyular hülasalarını yitirir, damarlar kurur ve uzuvlar artık kendilerini işlevlerinden ayıran aralığı algılayamaz. Her şey yavanlaşır: yiyecekler de düşler de. Maddede rahiya, rüyalarda da bilmece yoktur artık; gastronomi de metafizik iştahsızlığımıza eşit derecede kurban olurlar. Saatler boyunca, başka saatleri bekleriz; zamandan artık kaçamayan anları, bizi yeniden sağlığın vasatlığına… ve tehlikelerinin unutuluşuna sokacak anları bekleriz…
* (Mekanın doymak bilmezliği ve geleceğe yönelik bilinçdışı bir açgözlülük olan sağlık, olduğu haliyle hayatın düzeyinin en kadar yüzeysel ve organik dengenin içsel derinlikle ne kadar bağdaşmaz olduğunu gösterir bize.
* Ruh, kanatlanması sırasında, lekelenmiş işlevlerimize dayanır: Boşluğun uzuvlarımız içinde genleşmesi ölçüsünde havalanır. İçimizde sadece özgül bir biçimde kendimiz olmamamıza yol açan şeyler sağlıklıdır: tiksintilerimizdir bizi bireyleştiren; hüzünlerimizdir bize bir isim veren; kayıplarımızdır benliğimize malik olmamızı sağlayan. Sadece başarısızlıklarımızın tutarıyla kendimiz oluruz.)
Burukluk’tan
* Sadece erotik yaradılışta olanlar kendilerini sıkıntıya kaptırır; aşkta peşinen hayal kırıklığına uğramışlardır.
* Bitip giden bir aşk öylesinde zengin felsefi bir sınavdır ki bir berberi Sokrates’in dengi yapar.
* Sevme sanatı mı? Bir vampir mizacı ile dağ lalesinin ketumluğunu birleştirebilmek.
* Istırap arayışında, acıya canla başla sarılmada, şehitle rekabete girebilecek pek kimse yoktur, kıskançtan başka…Oysa biri göklere çıkarılır, öteki alay konusu yapılır.
* Bir yosma için canına kıyan kişi, dünyayı altüst eden kahramandan daha bütün ve daha derin bir tecrübe yaşar.
* Beynini hissetmek: Hem düşünce, hem de cinsel güç için uğursuz bir olay.
* Alnını iki göğüs arasına gömmek, iki Ölüm kıtasının arasına…
* Her arzunun içinde bir keşişle bir kasap tepişir.
* Şairlikle başlayıp, jinekologlukla bitirmek! Bütün şartlar arasında en az imrenilir olan, aşıklığınkidir.
* Cinsellik: vücutların parça parça olması, cerrahi ve küller, bir aziz eskisinin hayvanlığı, gülünç ve unutulmaz bir çöküşün parıltısı…
* Paniklerde olduğu gibi şehvette de kökenlerimizle yeniden bütünleşiriz; haksız yere sürülmüş olan şempanze nihayet zafere ulaşır-bir haykırmalığına.
* Aşkın saygınlığı, bir anlık salyadan sonra ayakta kalan külyutmaz sevgiye dayanır.
* Bir ruhun aşk isabet ettiğinde fıkırdak kızlar gibi davranma tehlikesi, her şeyi ne kadar görüp geçirmişse o kadar fazladır.
* Anatomiyle vecdin karışımı, çözülmezliğin ululaşması, hayal kırıklığı oburluğunun ideal gıdası olan Aşk, bizi zaferin kenar mahallerine götürür..
* Yine de daima severiz; ve bu “yine de “, içinde bir sonsuzu barındırır.
* Her derin tecrübe fizyoloji terimleriyle dile gelir.