Trajik olan, batılı insanın bilincinde ortaya çıkan bir yarılmayla kendini gösterir. İnsanı özellikle kendi kendisine karşı bir çelişki içinde bırakan, yabancılaştıran ve dünya üzerindeki yerini tanımlanamaz kılan bir durumdur bu. Tragedyanın neden batıya özgü bir tür olduğunu örneğin Çin’de niçin ortaya çıkmadığını bu minvalde değerlendirmek mümkündür. Evrenle uyumunu yitiren ve kendi yaşamını açıklama çabalarının geçersizliği yüzünden çelişkiye düşen batı insanının yanında bir kabulleniş içinde, uyumlu bir hayat yaşayan Çinli arasındaki bu temel farklılık tragedyanın varlık sebebidir.
Batının tragedyayı doğuran özgüllüğünün nedenleri bir çok nosyondan kaynaklanır. Bunları temel de şu şekilde ifade edebiliriz:
“Uzlaşmaz karşıtlıklar ile çatışmalar- anlaşılır ile duyulur ikiliği, Varlık ile Oluş, Hakikat ile felsefedeki Kanı ikiliği- çelişmezlik mantığı- insanın seçme ile özgür karar gücü üstüne kurulu etik- iki karşıt davanın, iki düşman söylemin çarpışmasını gerektiren hukuk ile siyaset uygulaması”( Vernant, Eski Yunan’da Söylen ve Toplum,s.92-93)
Trajiğin doğmasında ve kökleşmesinde bu çelişmeci, uzlaşımdan uzak nosyonlar belirleyici olurlar. Batılının hem kendiyle hemde içinde bulunduğu doğayla arasında var olan uyumsuzluk trajiği besler. Oysa doğunun tini insanı uzlaşıma, uyuma davet eder. Doğu tüm yaşamını dinsel, inançsal varlık ile doldurur. İnsan, bu çelişki barındırmayan, tanrısal bilgi ile açıklandığı için bilinmezlik barındırmayan dünyada trajiği yaşayacak kadar bile boşluk bulamaz. Batı yaşamında ise trajik bir öz bulunur. Onların yaşamının özü:
“belirsiz, bilinmez, kestirilmez olan karşısında duyulan gerilim ile o büyük akışa atılmak, o büyük akış, kucaklamak, kulaçlamak ve bilinmezi bilinir, karanlığı aydınlık kılmaya çalışmaktır.” (Erdemli, Atilla, “İnsan ya da Trajik olan”, Navisalvia, ,s.30)
İnsanın bilinmez karşısındaki çabası tragedya sanatının da kaynağını oluşturdu.
Tragedyanın batılının bir yaratımı olmasının sonucunda bu konuyla ilgilenme isteğinde olan da yine batılı olmuştur. Bu noktada Schelling, Schlegel ve Hegel özellikle isimleri anılması gereken düşünürlerdir.Bu düşünürler aydınlanmanın da etkisiyle bireysel olanı yani kendilerini keşfetmelerine karşın bir zorunluluk dünyası içinde de yaşadıklarını biliyorlardı. Örneğin Schelling belirlenim karşısındaki özne olması mümkün olamayan insan tekini özgürleştirmenin yollarını arar felsefesinde. Aynı şeyi diğer filozoflarda da görürüz.
Romantik akıma dahil edebileceğimiz yukarda adı geçen düşünür ve sanatçılar, kuşatılmış bir dünyada insan tekinin sesini açığa çıkarmaya çalıştılar. Bireyin çevresini saran, onu görünmez ve etkisiz kılan koşullar karşısındaki varoluşunu savundular. Burjuvazinin feodal cemaatçiliğinin yerine, ulusala bağlı bireyi yüceltişinin düşün alanındaki karşılığı oldular. Özellikle Alman romantik düşünürlerinin bu doğrultuda eserler verdiklerini görürüz. Schelling’in, Goethe’nin, Schlegel Kardeşlerin, Hegel’in, Hölderlin’in tragedyaya olan ilgisini de bu noktadan değerlendirmek gereklidir…