Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Cumartesi, Kasım 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaEdebiyatEdebiyat ( Dünya )Hiç İçin Metinler | Samuel Beckett

Hiç İçin Metinler | Samuel Beckett

Bırak, bırak tüm bunları diyecektim. Kimin konuştuğunun ne önemi var, biri kimin konuştuğunun ne önemi var dedi. Biri kalkıp gidecek, giden ben olacağım, ben olmayacağım o, ben burada olacağım, buradan uzaktayım diyeceğim, ben olmayacağım o, hiçbir şey söylemeyeceğim, bir öykü anlatılacak, biri bir öykü anlatmaya çabalayacak. Evet, yadsımıyorum artık, her şey düzmece, hiç kimse yok, anlaşıldı değil mi, hiçbir şey yok, tümceler de kalmadı, hadi alıklaşalım, tüm zamanların, tüm zaman kiplerinin alığı olalım, sona ermesini beklerken bunun, her şeyin geçip sona ermesini, seslerin kesilmesini, yalnızca sesler var, yalnızca yalanlar. Buradan, gitmek buradan ve başka bir yere varmak, ya da kalmak burada ama bir aşağı bir yukarı dolanarak. Önce kımılda, bir beden gerekli, eskisi gibi, yadsımıyorum bunu, yadsımayacağım artık, bir bedenim var diyeceğim, ayağa kalkacağım, yaşamak diyeceğim buna, benim diyeceğim, ayağa kalkacağım, düşünmeyi bırakacağım, işimle dolu olacağım, ayakta durmakla, ayakta durmayı sürdürmekle, yer değiştirmekle, katlanmakla, yarına, gelecek haftaya sağ çıkmaya çalışmakla, yeterli olacak fazlasıyla bütün bunlar, bir hafta, ilkbaharda bir hafta fazlasıyla yeterli olacak, yaşam şırıngalayacak içimize. Arzulamak yeterli bunu, arzulayacağım ben de, bir bedenim olmasını arzulayacağım, bir kafam olmasını arzulayacağım, birazcık kuvvet, birazcık da cesaret, şimdi koyuluyorum işe, bir hafta çok çabuk geçti, sonra döndüm buraya, şu karışık yere, günlerden uzak, günler uzak, kolay olmayacak. Peki neden tüm bunlardan sonra, hayır, hayır, bırak, başlama yeniden, dinleme tüm bunları, tüm bunlar deme, her şey eski, her şey eşdeğerde, yazgıları böyle yazıldı.

Ayaklarının üzerindesin işte şimdi, doğruluğuna ant içerim, senin bunlar, benim bu, ant içerim, oynat ellerini, dokun kafana, usun orada işte, bir çalışmasa çuvallardın anında, başka yerlerine geçelim şimdi, daha aşağı bölgelere, onlara da gereksinmen var, söyle bakalım neye benziyorsun, bir tahminde bulun, nasıl bir adamsın, bir erkek gerekiyor, ya da bir kadın, bacakaranı yokla bir, güzellik zorunlu değil, güçlülük de öyle, bir hafta kısa bir süre, kimse sevmeyecek seni, korkma sakın. Hayır, böyle değil, çok ani oldu, korkuya kapıldım. Ama başlamak için debelenmeyi bıraksan, öldürmeyecekler seni, kimse seni sevmeyecek, kimse seni öldürmeyecek, belki Gobi çölünde bulacaksın kendini, yuvanda hissedeceksin orada. Seni burada bekleyeceğim, hayır, yalnızım, yalnızım ben, bu kez benim gitmem gerekiyor. Nasıl yapacağımı bilmiyorum, bir adam, bir tür adam, yaş almış bir çocuk olacağım, zorunluyum buna, bir dadım olacak, üstüme titreyecek benim, karşıdan karşıya geçerken elimden tutacak, parklarda özgür bırakacak beni, uslu duracağım, bir köşeye sinip kedi gibi oturacağım ve sakalımı tarayacağım, düzleştireceğim onu, daha yakışıklı, biraz daha yakışıklı olmak için, böylesi ne güzel olurdu kuşkusuz. Gel yavrum, dönme zamanı geldi, diyecek bana. Sorumluluğum olmayacak hiç, tüm sorumluluğumu o üzerine alacak, Bibi olacak adı, Bibi diyeceğim ona, böylesi ne güzel olurdu kuşkusuz. Gel yavrum, uyku zamanı geldi. Tüm bildiklerimi kim öğretti bana, kendi başıma öğrendim, avarelik yıllarımda, doğadan çıkarsadım her şeyi, yaradanın yardımıyla, ben değilim biliyorum, ama çok geç artık, bunu yadsımak için çok geç, bilgi birikimim burada, içindeki kırıntılar, fırtınada sırayla, göz kırpıp duruyor belli aralıklarla, beni aldatmak için. Bırak ve git, gitme zamanı geldi, bunu söylemek gerekiyor ne olursa olsun, zamanı geldi, nedeni bilinmiyor. Kendini tanımlama biçiminin ne önemi var, burada ya da başka bir yerde olmak, gezmek ya da yerinden kımıldamamak, boylu, insansı bir biçime sahip olmak ya da bir biçimden yoksun olmak, karanlıkta kalmak ya da göğün ışıklarıyla aydınlanmak, bilmiyorum, önemi var gözüküyor, kolay olmayacak bu. Her şeyin karardığı o ana dönseydim yeniden ve oradan başlasaydım, hayır, bir yere varamazdım buradan, bir yere varamadım hiçbir zaman, bellekten silindi gitti o an, kocaman bir alevdi, sonra karanlık, büyük bir sarsılıştı, sonra ağırlıktan ve katedilecek uzamdan soyutlanış. Bir yalıyardan aşağı atmayı denedim kendimi, sokağın ortasına ölümlülerin arasına yığıldım kaldım, bir sonuç alamadım vazgeçtim. Beni buraya getirip bırakan yola yeniden koyulup, sonra da geri dönmek, ya da daha uzaklara yol almak, bilgece bir öğüt bu. Bir daha yerimden kımıldamayayım diye bu, O ben değilim, doğru değil, o ben değilim, ben uzaktayım, diye, on yüzyılda bir mırıldanarak, sonsuza kadar ağzımdan salyalar akıtayım diye. Hayır hayır, gelecekten söz edeceğim şimdi, gelecek zaman kipinde sürdüreceğim söylemimi, aynen eskiden geceleri kendime, Yarın sarı yaldızlı koyu mavi kravatımı takacağım (gecenin bitiminde takıyordum onu) dediğim gibi. Çabuk çabuk, yoksa ağlayacağım. Bir dostum olacak, benim yaşlarımda, benden farksız, eski bir savaşçı, savaştığımız günlerden söz edeceğiz birlikte, yara izlerimizi göstereceğiz birbirimize. Çabuk çabuk. Ben toplumla pusuya düşen düşmana ateş yağdırırken deniz kuvvetlerinde yapmış olmalıydı askerliğini, belki de Jellicoe’ydu komutanı. Yaşayacak, önümüzde yaşayacak çok zamanımız kalmadı gözüküyor artık, son kışımız bu kuşkusuz, amin. Ölümümüzün neden olacağını soruyoruz birbirimize. O verem diyor kendisi için, bense prostat. Birbirimizi kıskanıyoruz, ben onu kıskanıyorum, o beni kıskanıyor arada sırada. Genel bir tuvalette ayakta, tek başıma, titreyen elimle, iki büklüm olmuş, pelerinimle örtünerek sonda sokuyorum, insanlar yaşlı ve iğrenç bir ihtiyar yerine koyuyor beni. Bu sırada o bir banka oturmuş, öksürüklerle sarsılarak, dolar dolmaz, uygarlık gereği kanala boşalttığı bir enfiye kutusuna tükürerek bekliyor beni. Anayurdumuza layık evlatlar olduk biz, ölmeden önce düşkünlerevine kaldıracaklar bizi. Kamuya açık bir yeşil alanda aynı anda güneşin ışıklarıyla bedava bir bankı bir araya getirmeye çalışarak geçiriyoruz yaşamımızı (o bizim yaşamımız), doğaya biraz geç yaşta gönül düşürdük, kimi yerlerde herkese ait o. Alçak sesle, soluksuz kala kala bir önceki günün gazetesini okuyor bana, gözleri görmeseydi keşke. At yarışları ortak tutkumuz, tazı yarışları da, siyasi görüşümüz yok ikimizin de, yine de biraz cumhuriyetçi sayılırız. Ama Winsdor, Hanoverian, başka neydi, Hohenzollern’lerle de ilgileniyoruz. Tazı ve at yarışları haberlerini özümsedikten sonra insana ait hiçbir şey yabancı değil bize. Hayır, yalnız başıma, çok daha iyi olacağım yalnız başıma, daha hızlı gidecek. Yiyecek bir şeyler veriyordu bana, bir domuz kasabıyla arkadaştı, canım boğazımdan geliyordu salamları ağzıma tıkarken. Avuntu veren sözleriyle, kansere yaptığı göndermelerle, ölümsüz sarhoşlukları anımsatışlarıyla mezarına bir taş dikemememin üzüntüsünü unutturmaya çalışıyordu bana. Bense, kendi ufuklarımda yoğunlaşacağıma (onları bir kamyonun altına fırlatmama olanak verirdi bu), usumu onun anlattığı şeylerle meşgul edip duruyordum. Haydi, silah arkadaşım, bırak tüm bunları, artık düşünme, demem gerekiyordu ona, ama düşünme yetisini yitiren kardeşlik duygusunun alıklaştırdığı ben olmuştum. Bir de yapmam zorunlu olan şeyler vardı! Spora gönül verenlerin meyhaneler açılmadan önce, günün erken saatinde, bahislerini sağlıklı bir biçimde oynayabilmek için topluluklar oluşturduğu Duggan’ın dükkanının önünde sabahın onunda güneş de açsa, dolu da yağsa gitmem gereken buluşmalar örneğin. Bakın, ölmüştük, zamanımızı doldurmuştuk (ne güzel, ne güzel) ama nasıl da dakiktik, belirtmeliyim bunu. Vincent’ın kalıntılarının, sicim gibi yağan bir yağmurda, omuzlarını istemeyerek de olsa (yasak kelime kullandınız)bir denizci gibi neşeyle iki yana sallaya sallaya, kafası kan lekeli kirli bezlerle sarılı, gözlerinde bir parıltıyla gelişini görmek, iyi bir gözlemci için insanın zevk uğruna neler yapabileceğini gösteren mükemmel bir örnekti. Sanki hızlı bir denizci dansına başlayacakmış gibi bir eliyle göğüs kemiğini, ötekinin üstüyle omurgasını tutuyordu, hayır, yalnızca anı bunlar, tufandan önceki son kaçamaklar. Hiç kimsenin bulunmadığı, hiçbir şeyin olup bitmediği burada neler olup bitiyor bir bakalım şimdi, bir şeyler olmasını, birinin gelmesini sağlayalım, sonra bir son verelim buna, sessizlik olsun, sessizliğin benim yaşam ve ölümlerimin seslerinden başka bir gürültünün içine doğru yol alalım, öykümün içine girelim, çıkmak için girelim, hayır, hiçbir anlam taşımıyor bu söylediklerim. Sonunda benim diyebileceğim, kendime layık zehirler hazırlayabileceğim bir kafaya, ve yollara düşmek için bacaklara sahip olacak mıyım, oraya ulaşacağım sonunda, gidebileceğim sonunda, tüm istediğim bu işte, hayır, elimden gelmiyor bir şey istemek. Yalnızca bir kafa, iki de bacak, hayır, ortada bir bacak, zıplaya zıplaya giderdim. Ya da yalnızca yusyuvarlak ve dümdüz kafa yeterli olurdu, yüz çizgilerine gerek yoktu, arı gibi bir usa indirgenip, yokuşların eğilimlerine uyarak yuvarlanıp giderdim, hayır, bu da olmayacak, her şey yükselti halinde burada, bacak ya da eşdeğerde bir şey gerekiyor burada, kasılıp büzülebilen birkaç halka örneğin, böylece uzağa gidilebilirdi. Duggan’ın dükkanının kapısından, yağmurlu ve güneşli bir bahar günü, akşama çıkıp çıkmayacağını bilmeden yola koyulmak, bir terslik mi var burada? Çok kolay olurdu. Kalabalığın, çemberlerin ve balonların arasında, bu beden ya da başka bir bedende, dost bir kolun tuttuğu bu kolda, kolsuz, elsiz ve bu titreyen ruhların içinde ruhsuz bu elde gömülü saklı olmak, ne terslik var burada? Bilmiyorum, buradayım ben, tüm bildiğim bu, ve hala ben değilim o, işte düzenlemenin burada yapılması gerekiyor. Göze görünen bir beden yok, ölmenin olanağı da. Bırak tüm bunları, tüm bunları sözcüklerinin hangi anlama geldiğini hiç bilmeden, bırakmak istemek tüm bunları, çabuk söyledik, çabuk bitirdik, boşuna oldu, hiçbir şey kımıldamadı yerinden, kimse konuşmadı. Hiçbir şey olmayacak burada, hiç kimse gelmeyecek buraya uzun süre. Gidişler, öyküler, yarın hiç düşünülmedi. Ve sesler (nereden gelirse gelsinler) bir yaşamdan yoksun.

*******

Aniden, hayır, sonunda, en sonunda, katlanamadım daha fazla, sürdüremedim. Burada kalamazsınız, dedi biri. Orada kalamazdım ama sürdüremezdim de. Yeıi betimleyeceğim, önemi yok bunun. Dümdüz doruğu, bir dağın, hayır, bir tepenin, ama çok vahşi, çok vahşi, kes yeter. Bataklık, diz boyu fundalık, göze çarpmayan patikalar, yağmurların açtığı derin yarıklar. İşte bunlardan birinde uzannıış yatıyordum rüzgârdan korunarak. Manzara gözalıcıydı, bir de şu her şeyi, vadileri, gölleri, ovayı, denizi gölgeleyen sis olmasaydı. Nasıl sürdürecektim, başlamamam gerekiyordu, hayır, başlamam gerekiyordu. Neden geldiniz, dedi biri, belki aynı kişiydi. Sıcak ve kuru yuvamda kalabilirdim ama kalamamıştım. Evimi betimleyeceğim size, hayır, yapamam bunu. Çok kolay doğrusu, artık katlanamıyorum, insan böyle söylüyor işte. Bedenime, Haydi ayağa kalk, diyorum, harcadığı çabayı hissediyorum, yolun ortasında yığılıp kalan ve kalkmaya çabalayan, çabalamayı sürdüren, başaramayınca da çabalamaktan vazgeçen yaşlı bir beygire benzetiyorum onu. Kâfaya, Onu rahat bırak, rahat dur, diyorum, soluk alıp verişi duruyor, sonra eskisinden daha kötü biçimde başlıyor yeniden. Tüm bu hikâyelerden uzaktayım, hiç kafamı kurcalamamam gerekirdi onlarla, hiçbir şeye gereksinme duymuyorum, ne daha çok ilerlemeye, ne de bulunduğum yerde kalmaya, gerçekten de umursamıyorum tüm bunları, uzaklaşmalıydım onlardan, bedenimden de, kafamdan da, kendi aralarında uzlaşmaları için, son bulmaları için bıraksaydım onları, yapamıyorum, benim son bulmam gerekiyor. Ya evet, sanki birden çok kişiyiz biz, hepimiz sağırız, sağır bile değiliz, yaşam getirmiş bizi bir araya. Bir başkası, ya da aynısı, ya da ilki, Evinizde kalmanız gerekirdi, diyor, tümünün de aynı sesi, aynı düşünceleri var. Evimde. Evime dönmemi istiyorlar. Yaşadığım yere. Sis olmasa, keskin gözlerle, bir dürbünle, görebilirdim buradan. Yalnızca yorgunluk değil nedeni, yorgun değilim yalnızca, tırmanışa karşın. Burada kalmak istemem gibi de bir nedenim yok. İşitmiştim, manzaradan söz edildiğini işitmiş olmalıydım, uzaktaki deniz sanki kurşun dökülmüş gibiydi, altın ovalar dillerden düşmüyordu, çifte vadiler, buzul gölleri, dumanlara bürünen kent, hepsi yediden yetmişe ağızlardaydı. Aslında kim bu insanlar? Ardımdan mı geldiler buraya kadar, önümde miydiler, birlikte miydik yoksa? Yüzyılların, kötü havalı yüzyılların kazdığı çukurun dibindeyim, yavaş yavaş emilen sarı bulanık bir suyun üzerinde biriktiği kara toprağa uzanmışım yüzüstü. Yukarıda duruyorlar, çevrelemişler beni, mezara koyulmuşum sanki. Bakışlarımı kaldıramıyorum onlara, ne yazık, yüzlerini göremezdim, fundalıklara gömülü bacaklarım belki. Görüyorlar mı beni, neremi görüyorlar? Belki kimse kalmadı geride, belki usandı ve gitti tümü de. Kulak veriyorum, işittiğim hep aynı düşünceler, her zamankiler demek istiyorum, tuhaf şey. Lime lime gökyüzünden güneşin tüm vadide pırıl pırıl parladığını düşünmek. Ne kadar süredir buradayım, ne biçim soru bu, defalarca sordum kendime. Defalarca da verdim yanıtını, Bir saat, bir ay, bir yıl, yüz yıl, diye, burası, ben ve olmak kavramlarından anladığıma göre değişiyordu, olağanüstü yanıtlar da aramıyordum orada, pek değişmiyordum orada, biraz değişiyor gözüken burası yalnızca. Geleli çok zaman geçmedi, yoksa dayanamazdım, diyordum ya da. Kervançulluklarını duyuyorum, gün bitimini imliyor bu, gecenin oluşunu, kervançullukları böyle çünkü, bütün gün suskun kalıp, karanlık basarken bağırıyorlar, bu yabanıl ve benimle karşılaştırıldığında kısa ömürlü yaratıklar böyle işte. Çok iyi bildiğim şu yanıtlanamayan öteki soru, Neden geldiniz, sorusuna da, Değişmek için, ya da, Ben değilim, ya da, Rastlantıyla, ya da Güneşli uzun yıllar görmek için, ya da, Yazgı, diye yanıt veriyordum, duyumsuyorum geldiğini başka bir sorunun, gelsin, hazırlıksız yakalanmayacağım nasılsa. Her yanımı gürültü sarmış, ağzına kadar dolu bataklığın emip duruşu sürekli, dalgalanan dev eğreltiotları, dingin uçurumlar barındıran fundalıklarda boğulan rüzgâr; yaşamım ve bildik nakaratları. Görmek için, değişmek için, hayır, görecek bir şey kalmadı, gözlerim kızarana kadar, gördüm her şeyi, kötülükten kaçma olanağı da kalmadı, kötülük yapıldı, kötülük yapılmıştı bir gün, kendi yoluna gidecek olan, kendi yoluna gitmelerine izin verdiğim ve beni buraya sürükleyen ayaklarım beni dışarı sürüklediği gün yapılmıştı, işte bunun için geldim. Yaptığım şey, çok önemli olan şey, soluk alıp verip, dumandanmış izlenimi veren sözcükleri yinelemek kendime, Gidemem, kalamam, ne olacak şimdi. Ya duyumsal olarak? Tanrım, yakınmaya hakkım yok, evet o ta kendisi, yalnızca kar altına gömülmüş gibi boğuk çıkıyor sesi, sıcaklığını biraz yitirmiş gibi, uykusunu biraz yitirmiş gibi, iyice ,izleyebiliyorum onları, tüm sesleri, tüm bölümleri, oldukça iyi izleyebiliyorum, soğuk sarıyor her yanımı, ıslaklık da, en azından ben öyle sanıyorum, uzaktayım. Romatizmama gelince, düşünmüyorum artık onu, annem sağlığında romatizma çekerken nasıl bu acı vermediyse bana; şimdi benimki de vermiyor. Akbabayı anımsatan bu yabanıl yüzdeki dirençli ve sabit bakışlar, akbabaların günü belki de bugün. Yukarıdayım ben, aşağıdayım da aynı zamanda, bakışlarım üzerimde, yere uzanmışım, gözlerim yumulu, kulağım emip duran bataklığa yapışık, aynı düşüncedeyiz, hepimiz aynı düşüncedeyiz, eskiden de öyleydi, hep öyleydi, seviyoruz birbirimizi, acıyoruz birbirimize, ama bir de şu var, hiçbir şey gelmiyor elimizden birbirimiz için. En azından bir şey kesinlik kazanmış durumda, bir saat içinde her şey için çok geç olacak, yarım saat içinde, gece olacak, ama henüz olmadı, kesin değil bu, kesin olmayan ne, saltık bir kesinlik bu, günün izin verdiğini gecenin engellemesi yani, bununla uğraşmasını bilenlere, bununla uğraşmak isteyenlere, yeterince gücü olanlara, yeniden denemek için gücü olanlara. Evet, gece olacak, sis dağılacak, tüm dalgınlığıma karşın tanıyorum sisimi, rüzgâr sakinleşecek ve gece göğü bana yolumda bir kez daha kılavuzluk eden Büyük ve Küçük Ayı Takımyıldızı da içinde olmak üzere tüm ışıklarıyla açılacak dağın üzerinde, hadi bekleyelim geceyi. Her şey karışıyor birbirine, zamanlar, zaman kipleri karışıyor birbirine, başlangıçta burada bulunuyordum yalnızca, şu anda hâlâ buradayım, birazdan artık bulunmayacağım burada, yamacın ya da korunun sınırındaki eğreltiotlarının arasında ter döküyor olacağım, karaçamlar, anlamaya çalışmıyorum, bir daha asla anlamaya çalışmayacâğım, böyle diyor insan, şimdilik buradayım, hep buradaydım, hep burada olacağım, artık korkmuyorum büyük sözcüklerden, büyük değil onlar. Gelişimi anımsamıyorum, asla gidemeyeceğim buradan, bana eşlik eden küçük topluluğum, gözlerim yumulu ve yanağıma değen kara toprağın nemini ve katılığını duyumsuyorum, şapkam düştü, uzağa düşmedi ya da rüzgâr sürükledi onu uzağa, boynuma bağlamıştım onu. Bazen deniz, bazen dağlardı, çoğu kez de ormandı, kentti, ovaydı da, evet ovalarda da düşüp kalktım, dört bir yanda açlığın, yaşlılığın eline, ölüme bıraktım kendimi, cinayete kurban gittim, boğuldum, sonra hiç nedensiz can sıkıntısından öldüm, son soluğumu verirken sanki yeni bir yaşam yeşerdi içimde, canlandım, sonra odalarda doğal ölümlerle yüz yüze geldim, yatağıma uzanıp, ev içi tanrılarının gazabına uğradım, hep aynı öyküleri, aynı sözleri, aynı soruları, aynı bilgisizliğin sınırlarındaydım, beddua dökülmedi dudaklarımdan, o kadar da aptal değildim, ya da çıktı da anımsamıyorum bunu. Evet, beni yatıştırması için, bana eşlik etmesi için, sonuna kadar, hep fısıltıylaydı, kulaklarımı açıyordum iyice, eski öyküler için kulaklarımı açıyordum iyice, aynen babamın beni dizlerine oturtup da, bir fener bekçisinin oğlu olan Joe Breem miydi, Breen miydi, birinin öyküsünü, tüm kış boyunca, art arda her akşam okurken yaptığım gibi. Bir öyküydü, bir çocuk öyküsüydü, her şey fırtınada; bir kayanın üzerinde olup bitiyordu, anne ölmüştü, martılar gelip fenere çarpıyorlardı, Joe dişlerinin arasında bir bıçak, denize atlıyordu, yalnızca bunu anımsıyorum, yapması gerekeni yapıyor ve geri dönüyordu, tüm anımsadığım bu akşam, mutlu bir sonla bitiyordu, kötü başlıyor, iyi bitiyordu, her akşam, bir oyundu bu, çocuklar için. Evet, babamdım ben ve çocuğumdum, kendime sorular sordum, elimden geldiğince yanıtladım bunları, art arda her akşam anlattırdım kendime, ezbere bildiğim ama bir türlü inanamadığım bu aynı eski öyküyü, ya da el ele, hiç konuşmadan, kendi dünyalarımıza gömülmüş, her birimiz kendi dünyasına gömülmüş, eller birbirinin içinde unutulmuş yürüdük. İşte şu ana kadar böyle dayanabildim. Bu akşam da işler yolunda görünüyor, kollarımın arasındayım ben, kendimi kollarımın arasında, büyük bir sevgiyle olma sa da bağlılıkla, evet bağlılıkla tutuyorum: Uyu şimdi, şu uzaktaki lambanın altındaki gibi, birbirine sarılmış, bu kadar çok konuşmaktan, bu kadar çok dinlemekten, bu kadar çabalamaktan ve oynamaktan yorgun düşmüş.

Samuel Beckett-Hiç İçin Metinler

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments