Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Cumartesi, Kasım 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaKitaplıkİlkel Köleci Feodal Toplum - Zubritski Mitropolski Kerov2.Kısım , 3. Bölüm | Eski Yunan'da Köleci Düzenin Özellikleri

2.Kısım , 3. Bölüm | Eski Yunan’da Köleci Düzenin Özellikleri

2.KISIM , 3. BÖLÜM ESKİ YUNAN’DA KÖLECİ DÜZENİN ÖZELLİKLERİ

1. EKONOMİ VE TOPLUMSAL İLİŞKİLER SİYASAL BİÇİMLER
Eski Asya ve Afrika devletlerinden farklı olarak, Yunan’da ve Roma’da kölelik, gelişiminin en yüksek düzeyine varmıştı. Köleci üretim tarzı, burada, despotik ülkelerde olduğundan çok daha çabuk başarı sağladı.
Yunanlılar, sınıflar halinde farklılaşmaya ve devletlerini yaratmaya, MÖ 8-6. yüzyıllarda, yani Asya ve Kuzey Afrika’daki köleci toplumların daha önce önemli bir yolalmış bulundukları bir zamanda başladılar. Yunanlılar ve Romalılar. Mısırlı, Çinli, Babilli ve Hintli tarımcıların ve zanaatçıların binyıllar boyunca yaptıklarını, çok daha çabuk gerçekleştirdiler.
Bir başka deyişle, Doğu ülkelerinde, üretici güçler düzeyi [sayfa 99] ve bunlara uygun düşen üretim ilişkileri ve gene köleci toplumun bütün kurumları, bütünü içinde, köleci oluşumun gelişme temposu üzerinde yansımaktan geri kalamazdı.

YUNAN SİTE-DEVLETİ
Merkezileşmiş despotizmlerin yayılması, genel kural olarak, Asya ve Afrika köleci toplumlarının bir özelliği idi. Toprak ve su üzerindeki devlet mülkiyeti, özgür emekçi topluluklarına bağlanmıştı.
Eski Yunan’da, durum, başka türlü oldu. Orada egemenliğini sürdüren köleci mülkiyet biçimi, eski site-devletine dayanıyordu. Orada, topluluk kavramı, site kavramı ile karışıyordu. Ama, bu, artık Doğuda olduğu gibi emekçilerin bir birliği {association) değil, köle sahiplerinin topluluğuydu. Bütün yurttaşlık haklarına sahip olan bu topluluk üyeleri, ayrıcalıklı bir azınlık oluşturuyorlardı. Onların dışında kalanlar, yalnızca köleler değil, aynı zamanda, haklardan yararlanamayan özgür halktı. Bunlar arasında, her şeyden önce, başka bölge ya da sitelerden gelmiş olan yabancıları söyleyelim.
Site, surlarla çevrili, çevredeki vadinin ya da adanın halkını da içine alan bir kentti. Tehlike halinde, halk da, surların içine sığınıyordu. Halk, aynı şekilde, yönetici organları seçmek, en önemli işleri düzenlemek, bayramlara katılmak vb. için de kentte toplanıyordu.
Bir sitenin toprakları büyük değildi. Korent’in toprakları 880 km2, en büyük Yunan devleti Isparta’nın toprakları 8.400 km2 idi.

SİTELERİN KURULUŞU, ESKİ YUNAN’DA İLKEL TOPLULUĞUN DAĞILIŞININ SONUCU
MÖ 2. binyılın sonları ile 1. binyılın başları arasında, eski Yunanlılarda egemen olan ilkel topluluk düzeni, parçalanmaya, [sayfa 100] dağılmaya başlar. Servetler arasındaki farklılaşmanın etkisi ile, daha sonra tarım topluluklarını oluşturacak olan büyük aileler halinde klanlara ayrışırlar. Tarım toplulukları, babadan oğula geçen mülk haline gelen toprağı aralarında paylaşırlar. Toprağın yalnız bir bölümü hâlâ ilkel topluluğa ait bulunmaktadır. Kabile içindeki yüksek otorite, Yaşlılar Konseyi ve Yetişkinler Meclisidir. Hazineler ve köleler ele geçirmek için yapılan savaşlar, kabile yaşamının bütünleyici bölümüdür. Çözülme evresinde, ilkel topluluk düzeninin ayırdedici özellikleri bunlardır.
Savaşların ve ticaretin, tarım ve zanaatçılık temeli üzerinde gelişmesi, servet eşitsizliğini daha çok belirginleştirdiler.
Paranın ortaya çıkışı, yüksek bir değişim düzeyine tanıklık ediyor. Borçlanma, tefecilik ve ipotek, hepsi birden ortaya çıkıyordu. Yeni ekonomik koşullar, kaçınılmaz olarak, yeni toplumsal biçimler yaratıyordu, ilkel topluluk çağından miras kalan kabilesel birlikler, yani füliler ve kabileler (phratries), özgür insanların borç yüzünden köleleşmeleri, topluluk toprakları üzerinde Yunanistan’ın başka bölgelerinden gelmiş yabancı ya da göçmen köleler yığınının ortaya çıkışı sonunda dağılıyorlardı.
Dağınık klan toplulukları, varlıklarının ekonomik temelini gittikçe daha çok yitiriyorlardı. Gelişmek için birleşmek zorundaydılar. Burada, synnoecisme denilen, toplulukların birleşip kaynaşmaları sürecine tanık olunmaktadır. Servet ve toprak ilişkilerine dayanan yeni bölünmeler, klan biçimlerinin yerini almaya başladılar. Sınıf kurumları, yavaş yavaş eski klan kurumlarının yerini aldı. Halk Meclisi, Yaşlılar Konseyi, aristokratik bir niteliğe, yani bir sınıf nine bürünür. Bu sürecin başlıca çizgileri, MÖ 8-6. yüzyıllarda beliriyor. [sayfa 101]

BORÇLAR YÜZÜNDEN KÖLELEŞMENİN KALDIRILMASI
Sınıf kurumları, nüfusun geniş tabakaları “demos”un (halkın), köle sahiplerine ve aristokratlara karşı savaşımı sırasında oluştular. Bu savaşım sayesinde, halk yığınları, borçlar yüzünden köleleşmenin kaldırılmasını elde edebildi: bu, eski Yunan’da, köleci düzenin başlıca özelliklerinden biri oldu.

ESKİ YUNAN’DA TİRANLAR
Tiranlık eski Yunan’da siteden önce gelen devlet biçimlerinden biri oldu. Kişi iktidarı tiranlık, “demos”un (halkın) klan aristokrasisine karşı zaferi sayesinde oluştu. Ama iktidar, “demos”un en varlıklı tabakalarının ellerinde toplanıyordu, tiran da bu tabakaların temsilcisi idi. Bu tiranlıklar, MÖ 7-5. yüzyıllarda, özellikle Korent, Megare ve Sicyone ve daha başka yerlerde ortaya çıktı.
Sakız adası tiranlığı MÖ 6. yüzyılın ikinci yarısında, Polyrat’ın yönetiminde, en güçlü devrini yaşadı.
Ama tiranlık, köle sahiplerinin oluşturduğu sınıfın çıkarlarını tam olarak karşılayamadı. Çok yayıldığı halde geçici oldu. Site, toplumun ve köleci devletin geçici olmayan başlıca biçimi olarak kaldı.

SİTELERİN ÇEŞİTLİ BİÇİMLERİ
Sitelerin kuruluşu iki yol izledi diyebiliriz. Birinci yolu izleyen sitelerde, bütün köle sahipleri sınıfının iktidarı kurulmuştu – köleci demokrasi denen düzen. Öteki sitelerde, devlet yönetimi, küçük bir grup aristokratın elinde toplanıyordu – oligarşik denen iktidar. İkinci durumda, yurttaşlık halklarından yararlananlar, yurtluklara sahip olanlardı.
Birinci tip devletin klasik örneği; Atina’dır; ikinci tip ise, Isparta’dır. [sayfa 102]

SİTENİN OLİGARŞİK BİÇİMİ (İSPARTA)
Isparta’nın tüm nüfusu, üç büyük gruba bölünmüştü: bütün haklardan yararlanan Spartiatlar (Ispartalılar), özgür ama siyasal haklardan yararlanamayan Preiekler, en-sonu, durumları Spartiatların kölelerinin durumlarına yakın olan İlotlar. Spartiatlar topluluğu üyelerinin mülkü sayılan toprak, tasarruf hakkı olarak, paylar halinde İlotlara verilmişti. Isparta’da site haklarından yararlanabilmek için, toprak sahibi olmak gerekiyordu. Toprağı işleyen ilotlar, üründen ancak küçük bir pay alıyorlardı. Spartiatlar, onları, korku ve buyruk altında tutabilmek için, zaman zaman kanlı baskınlar düzenliyorlardı.
İlotlar, işledikleri toprak gibi, Spartiatlar topluluğuna aitti. Onun için Spartiatlar, İlotları satamıyor ya da başkasına devredemiyordu.
İlotlar sık sık başkaldırıyorlardı. MÖ 464’teki büyük isyanda, nerdeyse Spartiatların iktidarı düşecekti.
Kişi olarak özgür olan Periekler, zanaatçı ya da tacirdiler. Spartiatlardan farklı olarak özel mülkiyet hakkına sahiptiler ve Isparta milislerine katılıyorlardı. Ama Periekler siyasal haklardan yoksundular ve Spartiatlara vergi ödemek zorundaydılar.
Spartiatlar, nüfusun ancak küçük bir bölümünü oluşturuyorlardı. Bununla birlikte kendi içlerinde de daha nüfuzlu ve daha varlıklı bir grup vardı. Spartiatlar topluluğuna başkanlık eden iki kral da, bu gruba aitti. Krallar, ancak Yaşlılar Konseyinin, Jeruzya’nın, iktidarın en yüksek organının, topluluğun oligarşik hükümetinin üyeleri idiler.
MÖ 7. yüzyılın sonunda, Isparta, yarımadanın bellibaşlı kentlerini içeren Peloponez birliğinin başına geçmişti.Geri kalmış köleci devlet Isparta, Yunanistan’da, gericiliğin kalesi oldu; Spartiatlar, köleci aristokrasinin iktidarının kurulmasına ve sürdürülmesine hizmet ediyorlardı. [sayfa 103]

KÖLECİ DEMOKRASİ (ATİNA)
Atina devleti, başka türlü kuruldu ve gelişti. Verimli topraklara sahip olmayan, ama gümüş, iyi cins kil, büyük mermer yatakları bakımından zengin olan Atina, zanaatçılık ve ticaretini çabuk kurdu. İyi limanlara sahip oluşu, denizciliğin ortaya çıkmasını kolaylaştırdı.
Başlangıçta, yargıçların, rahiplerin ve askerî şeflerin görevlerini de kral (basileus) üzerine alıyordu. Başkenti Atina olan Attika’yı yönetiyordu. Ama ekonomi geliştikçe iktidar, Öpatridlere, yani ileri gelen toprak sahiplerine geçiyordu. Halkın, demosun, bu değişiklikten kazanacağı bir şey yoktu. Öpatridler, Attika’nın en iyi topraklarını ele geçirdiler. Değişim genişliyor, tefecilik ortaya çıkıyor, borç karşılığı köleleşme yaygınlaşıyor. Toplumsal savaşım keskinleşiyor.
Efsaneye göre, MÖ 621’de, Drakon, aşırı bir gaddarlığın yasalarını yayınlıyor. Bu yasalar, özel mülkiyeti savunacak, ona zarar verenleri hiç acımadan cezalandıracaktı. Ama MÖ 6. yüzyılın başlarında, köleleşmiş olan halk içindeki karışıklıklar ciddileşiyor. Aristokrasi, ödün vermek zorunda kaldı, çünkü hoşnut olmayanlar arasında zengin tüccarlar ve zanaatçılar da vardı. Bunlar, serveti ellerinde tutuyorlardı, ama pratikte, Areopaja (bilginler, yargıçlar meclisine) ve Yaşlılar Konseyine ait bulunan iktidardan uzaklaştırılmışlardı.
Areopaj, her yıl, aristokratlar, yani öpatridler arasından seçilen ve 9 üyeden oluşan kurulların başkanları olan arkontlarla yenilenmekteydi.

SİTENİN EVRİMİNDE BÎR AŞAMA SOLON REFORMLARI
594’te, Solon, arkont seçildi. Toplumsal kargaşalıklar devresinde hakem seçildi ve demosun yararına olan reformları [sayfa 104] kabul etmek zorunda kaldı. Toprak ipoteği yürürlükten kaldırıldı, eski borçlar hükümsüz sayıldı ve borçlu yurttaşların köle olarak satılmaları yasaklandı.
Solon tarafından alınan öteki önlemler, zanaatçılığın ve ticaretin hızla ilerlemesine yardım etti. Miras özgürlüğü, klan geleneklerini zedeledi. Askerî demokrasi döneminde olduğu gibi, bütün erkek yurttaşların katıldıkları, Genel Yurttaşlar Meclisi, yeni baştan, Atina’nın siyasal yaşamında önemli bir rol oynadı. Bununla birlikte, yurttaşlar, servetlerine göre dört sınıfa bölünmüşlerdi.
Yalnız birinci sınıf (pentacosiomedimnes) ve ikinci sınıf (cavalier-atlılar) yurttaşlar, bütün siyasal haklardan yararlanıyorlardı. Örneğin, yalnız onlar arkont seçilebilirlerdi ve, bunun sonucu olarak, areopaj üyesi olabilirlerdi. Üçüncü sınıf, yani zöjitler ve dördüncü sınıf, yani tetler, areopaj üyesi olamazlardı. Mecliste bu son iki sınıfın üyeleri seçici idiler, ama kendileri seçilemezdi.
Areopaja paralel olarak, bir başka siyasal kurum olan Dörtyüzler Konseyi de vardı. Bu, daha demokratik bir kuruluştu; yalnızca ilk iki gruptaki yurttaşlar değil, üçüncü gruptaki yurttaşlar da bu konseye girebiliyordu. Areopaj, işlerin genel yönetimini üzerine alıyor, en yüksek mahkemenin görevlerini yapıyordu; Dörtyüzler Konseyi ise, meclisin toplantı dönemleri arasında, günlük yönetim işlerini, geciktirmeden yürütüyordu. Tetlerin katıldıkları halk mahkemesi helie de kuşkusuz aynı dönemde yaratılmıştı.
Solon reformları servet ilkesini öne çıkardı ve böylece, Yunan sitesinin temeli olarak, köleci mülkiyetin evriminde önemli bir aşama yaptı. Bununla birlikte, bu reformlar, melez reformlardı.
Demosun bağrındaki zengin tabakalar, devlet yönetimine katılma olanağını elde ettiler. Klan aristokrasisinin egemenliği, her ne kadar ortadan kaldırılmadı ise de, tehlikeye düştü. Fililer (Phulai) biçimindeki eski bölünme kaldırılmadı. [sayfa 105] Aristokratlar, bu zorunlu ödünleri verdi, ama yıkılan toplumsal düzeni yeniden kurmak planlarını da elden bırakmadılar.

KÖLECİ SİTE KESİN BİÇİMİNİ ALIYOR
Köleci sitenin bellibaşlı çizgileri, MÖ 6. yüzyılın sonunda ve 5. yüzyılın başında kesin olarak biçimleniyor. Klana özgü bölünmenin yerine, toprağa özgü bölünmeyi koyan Klisten (Clystène) reformları sözkonusudur. 30 yönetim bölgesi-trittyes, kuruldu. Bundan böyle üç trittyes, toprağa özgü yeni bir filiyi oluşturuyordu. Bu fili de kendi içinde demeslere, en küçük toprak ve yönetim birimlerine bölünüyordu. Areopaj, eski önemini yitirdi. “Dörtyüzler Kon-seyi”nin yerini, fililer tarafından nispî temsil şeklinde (fili başına 50 konsey üyesi olmak üzere) seçilen “Beşyüzler Konseyi” aldı.
“Beşyüzler Konseyi”, Meclis görüşmelerinden önce başvurulması gereken yer oldu. Komutanlar kollegyumu, daha sonra en yüksek yürütme organı oldu. Her filiden bir temsilciyi içeriyordu.
Atinalı yurttaşların sayısı, dışardan gelen ve kişi olarak özgür, ama siyasal haklardan yararlanamayan meteklerin zararına olarak arttı.
Klan aristokrasisi dağılmış bulunuyordu. Artık fililer tarafından oylama yapılan Meclis, eski önemini yitirmişti.
Ensonu, köleci ilişkilerin en net bir sistemi oluştu. Köleler ve köle sahipleri, uzlaşmaz-karşıt başlıca iki sınıf oldular. Köleler, bütün yurttaşlık haklarından ve siyasal haklardan yoksundular.
Köle sahipleri sınıfı, büyük toprak sahiplerinin, zanaat atelyeleri sahiplerinin, tacirlerin ve tefecilerin oluşturduğu özgür nüfusla özdeş değildi. Ama çoğunluğu oluşturanlar, emekçiler, küçük zanaatçılar, çiftçiler, emekçi nüfusun diğer başka kategorileriydi. [sayfa 106]
Atina’da köleci aristokrasinin sağlamlaşması, Isparta da büyük bir tepki yarattı. Teb ve Öbe aristokratlarının müttefiki Ispartalılar, Atina Cumhuriyetine saldırdılar. Köleci demokrasi kazandı; Atinalılar, yalnız kendi düzenlerini sürdürmekle kalmadılar, etkilerini Attika’nın ötelerine kadar genişlettiler.
MÖ 5. yüzyıl, Atina’nın ve demokratik düzenin açılıp gelişmesi dönemi oldu. Demokrasi düzeni, Perikles’in yönetiminde en yüksek gelişme düzeyine vardı. Halk Meclisi, düzenli olarak, her ay dört kez toplanıyordu ve bütün yurttaşlar Meclise katılıyorlardı. Mecliste tartışılacak konuları hazırlayan, “Beşyüzler Konseyi” idi. Konsey, günlük siyasal, yönetsel ve askerî işleri yürütmeye devam ediyordu.
Bütün yurttaşlar seçme ve seçilme hakkına sahipti; yalnız Atina’nın herhangi bir kurumuna değil, mahkemeye, “Beşyüzler Konseyi”ne, komutanlık görevlerine de kabul ediliyorlardı. Ama bu, daima, bir köle sahipleri demokrasisi idi. Yalnızca özgür erkek yurttaşlar, yani küçük bir azınlık, Meclise katılıyordu. Zaten, bütün özgür yurttaşlar, yurttaşlık haklarından pratik olarak, yararlanamıyorlardı. Attika köylüleri, Meclise seyrek olarak katılıyorlardı; onlar, Atina’ya iki-üç günlük yolda oturuyorlardı. Her ne kadar Atina’nın nüfusu 30.000-35.000 idiyse de, gerçekte Halk Meclisine katılanlar, yalnızca 2.000-3.000 kişiydi.
Köleleri ve kendi sitesinin özgür yurttaşlarını sömürürken, Atina köleci aristokrasisi, giderek, Atina’ya bağlı siteleri de sömürüyordu.

ESKİ YUNAN KOLONİLERİNİN KURULMASI
Siteler azçok kurulunca, kolonilerin kurulması da başladı. Kolonlar (Koloni kuranlar) en başta, Yunanistan’ın, klan aristokrasisinin iktidarı ele geçirdiği bölgelerinden geliyorlardı. Klan aristokrasisi, toprağı kendi ellerinde toplayarak ve topluluk üyeleri yığınını yoksulluğa mahkûm ederek, onları, [sayfa 107] yurtlarını bırakmaya zorluyordu. Göçenlerin arasında, hem yoksullaşmış yurttaşlar, hem de köle emeğinin rekabeti karşısında iflâs eden zanaatçılar, küçük ve orta çiftçiler vardı. Kolonlar arasında, siyasal nedenlerle göçen aristokratlar da bulunuyordu.
Tacirlere gelince, onlar, buğday, tuz, çeşitli madenler ve köle edinmek için, uzun yolculuklara çıkıyorlardı.
MÖ 8-6. yüzyıllarda, Yunan kolonileri, Fransa’nın, İspanya’nın, İtalya’nın Akdeniz kıyılarında, Nil deltasında, Karadeniz ve Azak denizi kıyılarında görünüyorlardı. Böylece metropolle sıkı ekonomik ve kültürel ilişkiler sürdüren bağımsız siteler kuruldu.
Yunan kolonilerinin kurulması, Yunanlıların kendi yazgısı üzerinde ve Yunanlıların sıkı ve sürekli ilişkiler kurdukları halkların yazgısı üzerinde ağır basan bir rol oynadı.

YUNAN SİTESİNİN EKONOMİK TEMELİ
Yunan devleti, sayıları epeyce artmış olan kölelerin acımasızca sömürülmesi sayesinde gelişiyor, gönence erişiyordu. Köleler, savaş tutsakları arasından seçiliyor ya da köle tacirlerinden sağlanıyordu. Zanaatçılık, denizcilik, ticaret, sanatlar, gelişmelerini, köle sömürüşüne borçluydular.
Atina’da, köle çalıştıran birçok atelye {ergasteries) beliriverdi. Bunların çoğu küçük atelyeydi, ama bazı durumlarda, çalıştırdıkları kölelerin sayısı, yüzü geçiyordu. El emeğinin bu basit elbirliği, emeğin üretkenliğini artırıyordu.
Yunan ekonomisinin özel niteliği, toplumsal işbölümünün belirginleşmesidir, ki bu da, meta üretimini geliştiriyordu. Atina büyük bir ticaret merkezi haline geldi.
Köleci ekonomi, üretici güçlerin ilerleyişini büyük ölçüde kolaylaştırırken, daha sonra ilerlemenin engeli haline geldi. Kölenin, kendi emeğinin üretkenliğini artırmakta, aletleri ve çalışma alışkanlıklarını geliştirmekte bir çıkarı yoktu. Avadanlıkları özenle kullanmıyor, sık sık da kırıyordu. [sayfa 108] Onun için, efendisi, ona, çok kez en ilkel aletleri veriyordu. Köleler, çağın, başlıca üretici gücünü oluşturuyorlardı. Ama onlar, o denli çetin koşullarda yaşıyorlardı ki, çok kez pek genç yaşta ölüyorlardı. Ekonomi geliştikçe, köleler daha çok artıyor ve onların varlıkları dayanılmaz bir durum alıyordu. Böylece, Yunan köleci toplumu, bir yandan açılıp gelişirken, bir yandan da kendi başlıca üretici gücünü daha çok tahrip ediyordu.

EL EMEĞİ İLE ZİHİNSEL EMEK ARASINDAKİ KARŞITLIK
Yunanistan’da ve daha sonra Roma’da köleci ilişkilerin genişlemesi, ta Asya ve Afrika köleci despotizmlerine değin varan zihinsel emek ile el emeği arasındaki karşıtlığın güçlenip belirginleşmesine yardımcı oldu. Bu karşıtlığın belirginleşmesinin nedeni, yalnızca, fizik olarak çalışmak zorunluluğundan kurtulmuş olan köle sahiplerinin kendilerini zihinsel uğraşlara, yönetime, hukuk bilimine, mahkemelere, sanatlara ve edebiyata vb. verebilmeleri olgusunda yatmamaktadır.
Önce Yunan’da, daha sonra Roma’da, geniş halk yığınlarını saran her çeşit el emeğinin horgörülmesi, el emeği ile zihinsel emek arasındaki uçurumun derinleşmesinin başlıca nedeni oldu.
Köle sayısının daha önce görülmemiş bir biçimde artması, el emeğini, özgür bir insana yakışmayan, onur kırıcı bir uğraş sayan özgür köylü ve zanaatçıların gitgide yıkımına neden oluyordu.
Kölelik çağında doğmuş olan bu açık karşıtlık, insanın insan tarafından sömürülmesi üzerine kurulan sonraki bütün ekonomik ve toplumsal biçimlerde sürüp gitmiştir.

YABANCILARIN SALDIRISINA KARŞI SAVUNMA
Yunan siteleri, birçok kez, yabancı saldırıları püskürtmek zorunda kaldılar. [sayfa 109]
Perslerin saldırısı, MÖ 6. yüzyılın sonundan 5. yüzyıla değin, büyük bir tehlike oluşturdu. Hindistan’dan Mısır’a değin yayılan büyük köleci Pers İmparatorluğu, MÖ 6. yüzyılda kurulmaya başlamıştı. Bu yüzyılın ikinci yarısında, Persler, Küçük Asya’nın Akdeniz kıyılarındaki Yunan sitelerini ele geçirdiler ve burayı satraplıklarından (valiliklerinden) biri yaptılar. Persler, MÖ 512 yılında, kuzeyde, İskitler e karşı yenilgiyle sonuçlanan bir sefer açtılar. Yunanlıların gözünde, Perslerin saygınlığı, bu yenilgiden sonra azalmış oldu.
MÖ 500 yılında, Küçük Asya’nın çok büyük bir Yunan kenti olan Milet’te, öteki Yunan kentleri tarafından da desteklenen, bir isyan patlak verdi. Başlangıçta zafer kazanan isyancılar, Pers ordusunu yendiler ve satraplığın başkenti Sardes’i ele geçirdiler. Ama ellerinde, ancak önemsiz kuvvetler bulunan Küçük Asyalı Yunanlılar, öteki Yunan devletlerini yardıma çağırdılar. Yalnız Atina ve bazı Öbe kentleri, birkaç gemi yollayarak, çağrıya karşılık verdiler. Bu arada Persler, kalabalık bir ordu topladılar ve karşı-saldırıya geçtiler. Yunanlıların zorlu direncini kırdıktan sonra Milet’i aldılar, yaktılar ve böylece kentin bütün sakinlerini ya öldürdüler ya da köle yaptılar. Pers kralı Darius, “toprak ve su” istemek (yani egemenliği altına girmelerini istemek) üzere bütün Yunan devletlerine, elçiler gönderdi. Birçok Yunan kenti teslim oldu. Yalnız Atinalılar ve Ispartalılar, Darius’un teslim çağrısına, elçileri katlederek karşılık verdiler. Dev bir donanmanın koruduğu Pers ordusu, Çanakkale’yi geçmeye başladı. Ama şiddetli bir fırtına sonunda, Pers gemileri battı ve ordu geri dönmek zorunda kaldı.
İki yıl sonra (MÖ 490’da) Persler, Attika’ya çıktılar, Atina büyük bir tehlikeyle karşı karşıyaydı. Isparta aristokrasisi, demokratik cumhuriyete yardım etmek için, hiç ivmedi. Yalnız, küçük Plate kenti, zayıf bir yardımcı birlik [sayfa 110] gönderdi. Maraton çarpışmasında, Persler, şiddetli bir saldırıya uğradılar ve savaş alanı üzerinde 6.000 ölü bıraktılar. MÖ 480’de, Persler yeniden askerî saldırıya giriştiler, Kalabalık bir ordu, koskoca bir donanmanın desteği ile Trakya’dan geçerek, Balkan yarımadasına doğru yöneldi. Sitelerin çoğunluğu, Perslere karşı koymaya cesaret edemediler. Atina ve Isparta gibi birkaç Yunan devleti, kendilerini korumak için birleştiler.
Pers birlikleri, Orta Yunanistan’a geçit veren Termopil boğazına geldikleri zaman, müttefiklerin elinde, henüz, örneğin 300’ü Ispartalı savaşçı olmak üzere önemsiz bir kuvvet vardı. Ispartalılar ve kralları Leonidas, son neferlerine kadar savaş alanında öldüler; ama bu sayede, müttefiklerinin kuşatılmasını önlediler.
Yunanlıların dişediş karşı koymasına karşın, Persler, Termopil’i zorladılar ve merkezî Yunanistan’a akın ettiler. O zaman savaş iyice kızıştı. Atinalılar, kadınları, çocukları, yaşlıları ve değerli şeylerini, Salamin ve Egde adalarına taşıdılar. Sonunda, Pers donanmasını ezici bir bozguna uğratmayı başardılar. 479’da Yunanlıların birleşik ordusu, Pers kara ordusunu yendi.
Perslere boyuneğmiş olan siteler, yabancı boyunduruğunu sarstılar ve ayaklandılar. Son çarpışma, 449’da, Milet ayaklanmasından yarım yüzyıldan fazla bir zaman sonra oldu. Persler, Kara Yunanistan’dan, adalardan ve Küçük Asya’nın Akdeniz kıyılarından çekilmek zorunda kaldılar.
Yunanlılar, özgürlükleri ve bağımsızlıkları için savaşmışlardı. Onların zaferlerinin başlıca nedeni işte buradadır. Pers ordularına gelince, bunlar, özellikle ele geçirilmiş topraklar üzerindeki kabileler ve topluluklar arasından toplanmışlardı ve Pers kralları için savaş kazanmakta hiçbir çıkarları yoktu ve savaşın sonucu onları ilgilendirmiyordu.
Med savaşları sırasında, Yunan siteleri, pek çok savaş [sayfa 111] tutsağı ele geçirdiler ve bunları, köle haline getirdiler. Bu, bütün yarımada üzerinde, özellikle köle akınının çok güçlü olduğu Atina’da, köleci ilişkilerde yeni bir ilerleme ile sonuçlandı.
Perslerin Akdenizdeki egemenliklerinin yıkılması gibi, bu geniş bölgede Yunan tacirlerinin durumunun sağlamlaşması da, Yunanistan’ın geleceği üzerinde büyük bir etki yaptı. Askerî zafer, sitelerin bu zaferi izleyen açılıp gelişmelerinin belirleyici koşullarından biri oldu.

SİTELER SİSTEMİNİN BUNALIMI
Eski Yunanistan’ın köleci site-devletleri sisteminin bunalımı ile sonuçlanan olaylar, MÖ 5. yüzyılın sonuna ve 4. yüzyılın başına değin uzanır.
Bunalım, özellikle ekonomik ilişkilerin, sitelerin siyasal sınırlarını pek çok aşmasından ileri geliyordu. Şimdi sitelerin ekonomisi, köle emeğinin gittikçe daha çok sömürülmesine dayanıyordu. Özgür insanlar olan köylülerin ve zanaatçıların daha önce ağır basan bir rol oynamış olan emekleri, kısa zamanda önemini yitirdi. Kölelerin sayısı, ticaret ilişkilerinin genişlemesi, aynı zamanda Yunan devletleri arasında pek sıklaşan çatışmalar ve savaşlar nedeniyle artıyordu. Sonu gelmez askerî ve siyasal kargaşalar, özgür köylülerin durumunu tehlikeye atmaktan başka bir işe yaramıyordu. Toprak, köle sahiplerinin elinde toplanıyordu. Yoksullasmış köylüler, kentlere gelip, kentlerin aşağı tabakalarının saflarına katılıyor; özellikle işsiz-güçsüz tabakasını, “lumpenproletarya”yı artırıyordu. Yoksullar ve zenginler arasındaki çelişki, durmadan büyüyordu. Yurttaşlar arasındaki eski göreli birlik, artık geçmişe ait bir şeydi. Yapıtlarından birinde, Platon, kentin, zenginlerin ve yoksulların kenti olmak üzere, ikiye bölünmüş olmasından yakınır.
Özgür köylülerin mülklerinin, yetersizliğinin, köleliğin [sayfa 112] genişlemesi sonucu, zanaatçı emeğinin derece derece azalmasının, ekonomi üzerinde, daha başka kötü etkileri de oldu. Köle emeğinin gittikçe daha geniş ölçüde kullanılması, tekniğin yetkinleşmesini ve, bütünü içinde, üretimin gelişmesini engelliyordu. Sonunda, siteler sistemi de bundan etkilendi.
Büyük yurttaş yığınlarının yoksullaşması, sitenin askerî gücünü baltaladı ve ücretli askerliğin geniş ölçüde yayılmasının nedeni oldu. Her ne kadar bütün içinden bazı kentler ve bazı adalar (örneğin Tebler tarafından yönetilen Attikobeosya ittifakı) yükselip ortaya çıkıyorsa da, Helen ülkesi tümüyle zayıflıyor ve çökmeye başlıyordu.
Siteler sisteminin bunalımının siyasal nedenleri arasında, başında Isparta ve Atina Konfederasyonu olmak üzere, Peloponez Birliğini birbirine düşüren Peloponez savaşları (MÖ 431-404) sonunda, sitelerin kuvvetten düşmelerini ve zayıflamalarını da saymalıyız.

MERKEZİLEŞEN KÖLECİ DEVLETİN BİLLURLAŞMASI
Sitelerin zayıflaması dönemi, Balkan yarımadasının kuzeyinde yeni bir köleci devlet olan Makedonya’nın doğuşu ve hızla ilerlemesi ile aynı zamana raslar. Köleci toplumun içindeki çelişkiler, Makedonya’da, Yunanistan’da olduğu kadar belirgin olarak kendilerini ortaya koymamışlardı. Makedonya ordusunun temelini oluşturanlar, özgür köylüler, topluluk üyeleriydiler. Askerî seferlerle siyasal manevraları da birlikte yürüterek Kral Filip II, iç çelişkilerle parçalanmış olan Yunan site cumhuriyetlerini kendi egemenliğine boyuneğdirmeyi başardı. Filip’in MÖ 377’de Korent’te topladığı kongre, bütün Yunan devletleri arasında barış ilân etti, aralarında savaşmalarını yasakladı ve Perslere karşı savaş açtı.
Böylece Yunanistan (Isparta’yı saymazsak) birleşmiş oldu. Meta üretiminin artışının ve siteler sistemindeki bunalımın önceden belirlediği bütün evrim, birleşmeyi zorunlu [sayfa 113] kılıyordu. Ama birlik, zorla kabul ettirildi ve yabancılar tarafından gerçekleştirildi.

YUNAN-MAKEDONYA FETİHLERİ
Nesnel olarak, Yunan devletlerinin birleşmelerinde ve aralarında barış yapmalarında, geniş yığınların da çıkarları vardı. Savaşlar ve bitmez tükenmez çatışmalar, onlara çok pahalıya maloluyordu.
Bu birleşmenin gerçekleştirilme biçimi, gene de açık bir hoşnutsuzluk yarattı. Bu yüzden Korent kongresi, 337’de İran’a savaş ilân etti; halk yığınlarının hoşnutsuzluğunun yönünü değiştirecek olan bu savaş, aynı zamanda Makedonyalı şeflere, Doğunun sayısız hazinelerine sahip olmayı, yabancı ülkelerin ele geçirilmesini, kalabalık bir nüfusun kulluk ve köleliğini vaadediyordu.
Pers İmparatorluğuna karşı seferleri yöneten, antikçağın ünlü askerî ve siyasal şefi Büyük İskender oldu.
Onun komutasındaki Yunan-Makedonya orduları, kısa zamanda (MÖ 334’ten 327’ye kadar) Küçük Asya’yı, Suriye’yi, Filistin’i, Fenike’yi, Mısır’ı, Mezopotamya’yı, İran’ın tamamını, Orta Asya’nın, Hindistan’ın bir bölümünü ele geçirdiler.
İskender’in yenilmez ordularının ilerleyişi, ancak, Orta Asya’da, bugünkü Sovyetler Birliği toprakları üzerinde, yerel kabileler tarafından durduruldu.
Askerî üstünlük ya da büyük askerin dehası, Yunan-Makedonya birliğinin başarısını açıklayan tek neden değildir. Başta gelen neden, Perslerin boyunduruk altına aldığı ve Pers aristokrasisi hesabına savaşmak istemeyen birçok kabile ve halkların hoşnutsuzluğuydu. Çok kez, bu kabile ve halklar bile, İskender’in ordusuna yardım ediyorlardı. Öte yandan, sınıf egemenliğini elinde tutmak kaygısında olan yerel aristokrasi de, fatihlerle, kendi isteğiyle uyuşup anlaşıyordu. [sayfa 114]
İskender, Babil’i, boyutları bakımından tarihte daha önce eşi görülmemiş büyüklükteki koskoca devletinin başkenti yaptı.

SİTELER SİSTEMİ İLE DOĞU DESPOTİZMLERİ REJİMİNİN SENTEZİ
YUNAN-MAKEDONYA-HELEN DEVLETLERİ
Yunan-Makedonyalılar, Asya ve Kuzey Afrika ülkelerinde Yunan uygarlığının gerçekleştirmelerini yaydılar, öte yandan kendileri de Doğu halklarının kuvvetli etkisi altında kaldılar.
Yunan dünyası ile Doğu dünyası arasında daha MÖ 2. binyıllarından beri kurulmuş olan ilişkiler, artık iktisadî, toplumsal, siyasal, ideolojik vb. gibi çeşitli alanlara yayılıyordu. Yunan dünyası ile Asya ve Afrika’nın eski monarşilerinin bu karşılıklı etkileri, içice girmeleri, birbirlerini zenginleştirmeleri, özet olarak, helenizm kavramını belirler. Bu terim, genellikle Büyük İskender’in fetihleri çağını ve Roma fetihlerine değin süren helenistik devletlerin gelişme dönemini belirtir.
Yunan-Makedonyalılar gittikleri yerlere, kökleşen siteler sistemini de götürdüler. Ama Doğuda, site, bağımsız köleci bir cumhuriyet olmadı. Bazı ayrıcalıklara sahip olmakla Birlikte, hükümdar (monark) tarafından denetlenen bir kent oldu. Bir yandan, siteler sistemi, oldukça dar bir ilanı kaplıyordu. “Hora” topraklarının büyük bir bölümü üzerinde, köleci despotizm düzeni egemendi. Hora, kırlık elleri ve ayrıcalıklardan yararlanmayan kentleri içine alıyordu. Öte yandan, İskender tarafından ele geçirilen devletlerde, köleliğin eski biçimleri ile Asya’da varlığını sürdürmüş olan daha ilkel biçimleri birbirine karışıyorlardı. Fatihlerin ardısıra giden Yunan ve Makedonya zanaatçıları, kendi deneyimlerini ve sanatlarını da birlikte götürdüler ve karşılığında Doğulu meslektaşlarının sanatlarını öğlendiler. Zanaatçılığın gelişmesiyle birlikte, ürünlerin değişmesinde [sayfa 115] ve ticarette bir artış görüldü. Yunan-Makedonyalılar ile Asya ve Afrika halkları arasında gelişen ilişkiler, yerel aristokrasi ile yeni gelenler arasında dereceli bir kaynaşmanın oluşmasına yardım etti; “helen” terimi etnik (ırkî-kavmî) karakterini yitirdi ve bir sınıf anlamı kazandı. Her aristokrat, milliyetinden bağımsız olarak, bir “helen”di.
İlk bakışta, İskender’in bıraktığı koskoca imparatorluk sağlam gibi görünür. Ama, köleler ile efendiler arasındaki, yenenler ile yenilenler arasındaki, siteler ile hora arasındaki, köle sahiplerinin çeşitli grupları arasındaki çelişkiler ve özellikle ekonomik birliğin bulunmayışı, bu imparatorluğu kısa ömürlü, geçici bir varlık haline getiriyordu.
323 yazında, bu büyük başkomutan kendi yerine birini seçmeye zaman bulamadan öldü. Koskoca imparatorluk, önem bakımından birbirinden farklı bir sürü bağımsız krallıklara bölündü; bu krallıkların bağrında az önce söylediğimiz çelişkiler ağırlaşmaya ve şiddetlenmeye devam ediyordu.

2. İDEOLOJİ VE KÜLTÜR
Köleci ilişkiler kurulup geliştikçe, eski Yunan’da, özel bir ideoloji oluşuyordu. Bu, bazı dinsel ve felsefî görüşlerden yararlanarak, kendi egemenliklerini sürdürmek isteyen köle sahiplerinin ideolojisi oldu. Köle sahiplerinin egemen sınıfı arasında ortaya çıkan toplumsal ve siyasal çatışmalar çeşitli felsefî anlayışlar arasındaki savaşımda yansıyordu.
Yunan halkının göz kamaştırıcı gerçekleştirmeleri, kültürde, özellikle Avrupa kültüründe çok büyük bir rol oynadı.

EGE UYGARLIĞI DENİLEN GİRİT-MİKEN UYGARLIĞI
Eski Yunan’ın zengin kültürü, kökenlerini, MÖ 3. ve 2. binyıllarının eski köleci toplumlarının kültüründen, Miken, [sayfa 116] Kara Yunanistanı, Girit, Ege Denizi adaları ve Batı Küçük Asya (Truva) kültüründen alır. Girit-Miken ya da Ege uygarlığı denen uygarlık, sonraki kuşaklar tarafından benimsendi, yeniden canlandırıldı ve zenginleştirildi. Yunan edebiyatının ilk örnekleri, MÖ 2. binyıllarına uzanır.
Eski dünyanın mimarlık ve plastik sanatları (çok renkli seramik ve yağlıboya duvar resmi), doğuşlarını, Ege uygarlığına borçludur. Müzik ve şiir hakkında da, aynı şey söylenebilir. Arkeolojik kazılar, Giritlilerin, Miken’de oturan Aşenlerin ve Truvalıların yaptıkları büyük sarayları, heybetli kaleleri, yolları, sulama tesislerini ortaya çıkarmaktadır. Bu kazılarda, süslü kakmalarla işlenmiş silahlar, altın ve gümüş mücevherler ve avadanlıklar bulunmaktadır.

HOMEROS TOPLUMUNUN KÜLTÜRÜ
Homeros’un ilyada ve Odiseus destanları, antikçağın baş yapıtlarıdır. Homeros, kendisinden önce halk ozanları tarafından yaratılmış olan türküleri derledi ve yeniden canlandırdı. Başlangıçta sözlü yapıtlar olan ve 6. yüzyıldan başlayarak Atina’da kaleme alman Homeros’un şiirleri, MÖ 11 -8. yüzyıllarda, Ege Denizi havzasında, ilkel topluluk evresinde bulunan kabilelerin büyük akını sonunda yıkılan, daha eski köleci devletlerin kalıntıları üzerinde kurulmuş Yunan toplumunun anıtıdır. Bu yapıtlarda yansılanan genç Yunan toplumu, homerik toplum adını almıştır. 19. yüzyılın Rus eleştirmeni V. Bielinski’nin benzetmesine göre, “Homeros’un sanat dehası, işlenmemiş efsane ve halk türküleri filizlerinin içinden geçerek, işlenmiş altın biçiminde aktığı bir yüksek fırın oldu”.

YUNAN MİTOLOJİSİ
Homeros’un şiirlerinde ve eski Yunan’ın öteki manzum yapıtlarında, somut yaşamı yansıtan gerçekçi konular, efsanelerle [sayfa 117] içice giriyordu. Yunan efsaneleri, kökenlerini, ilkel topluluk dönemindeki Ege Denizi havzası sakinlerinin dinsel betimlemelerinden alır. Ama, Yunan mitolojisi, bunların tek mirasçısı olmadı. Eski halklarının dinsel anlayışları, eski Yunan folkloruna, daha sonra edebiyat ve sanatına damgasını vurdu. Dine benzeyiş bakımından, mitoloji, doğanın çevrelediği ilkel insanların ve insan yaşamının gerçeksiz betimlemesi idi. Bu, suyun, havanın, ateşin ve toprağın mitolojik anlatımında da böyleydi.
Açılıp geliştiği ölçüde, mitolojinin dinsel temeli açığa çıkıyordu. Eski Yunanlıların Olimpos dini başlıyordu.

MİTOLOJİK OLİMPOS DİNİ
Olimpos dini, Yunanlıların oturduğu bütün bölgelerde azçok türdeş dinsel inançların oluştuğu MÖ 6. yüzyıla doğru ortaya çıktı. Bu inançlar, en büyükleri Zeus olan tanrılar ailesinin oturduğu kabul edilen Olimpos dağından ötürü, Olimpos dini diye adlandırılan dini oluşturdu. Olimpos dininde, herhangi bir örgütlenme, dogmalar ya da sistem halinde kurulmuş ayinler yoktu. Çeşitli tanrılara adanan tapmaklar, din yaşamında önemli rol oynuyorlardı; ama türdeş bir sistem oluşturmuyorlardı. Özel bir rahipler kastı da yoktu. Rahiplerin görevi, Meclisin seçtiği kişiler tarafından görülüyordu.
İnsan-biçimcilik (antropomorphisme), tanrılara yüklenen insansı görünüş, Olimpos dininin, halk yığınlarının derinliklerine kök salmasına yardımcı oldu. Olimpos tanrılarına tapınma, giderek, Yunan sitelerinin resmî dini haline geldi. Olimpos dini, kölelerin ve yoksul emekçilerin sömürüsüne adanmıştı. Haklardan yoksun halk yığınları, sık sık, resmî dine karşı kendi koruyucu öztanrılarına tapma dinini çıkarıyorlardı. Örneğin, tarımın koruyucu tanrısı Diyonizos’a tapma böyle oldu, onun onuruna halk şenlikleri düzenleniyordu. Resmî dine karşı çıkan bu dinsel heterodoksi [sayfa 118] (hak tanınan mezheplere aykırılık) geleceğin dinsel mezhep sapkınlıklarının ilkörneği oldu.

MÖ 8. YÜZYILDAN 6. YÜZYILA DEĞİN KÜLTÜRÜN AÇILIP GELİŞMESİ
13-6. yüzyıllarda Yunanistan’ın ekonomik başarıları, kültürel yaşamın açılıp gelişmesi ile birlikte gidiyordu.
8. yüzyılda, Fenikelilerin harflerinin kullanılmasına dayanan Yunan alfabesi ortaya çıkıyor. Edebî yaratıcılık yeni bir döneme giriyor, ilyada ve Odiseus’a “nazire manzumeler” ve “Homeros türü ilâhiler” eklendi. Bu yapıtlar, mitolojiye daha derinden bağlıydılar, ama, ozan Hesiodos’-un Çalışmalar ve Günler adlı manzumesi, Yunan toplumunun günlük yaşamını yansıtır. Yazar, zenginler ve güçlüler tarafından ezilen basit bir çiftçinin yaşamını anlatır.
İlk edebî nesir yapıtları görünmeye başlıyor. Önceleri ağızdan ağıza dolaşan masallar, yavaş yavaş, yazılıyor. Hayvanlar üstüne masallar büyük bir ilgi görüyor; bunlar, hep hayvanların canlandırıldığı halk masallarıdır. Bu masal anlatıcıları arasında eski bir köle olan Ezop’u belirtelim.
MÖ 8. yüzyıldan 6. yüzyıla değin süren dönem, sanatların, özellikle mimarlığın gelişmesinde önemli bir aşama gösterir. Bir önceki çağın ayırdedici özellikleri olan ağaçtan tapınakların yerini, taş yapılar aldı. Dorik ve İyonik biçimlerin oluştuğu görülüyor. Plastik sanatlarda gerçekçilik üstün geliyor. Heykelcilik, kapların süslenmesi yetkinleşiyor.

DOĞANIN BİLİMSEL ARAŞTIRILMASININ BAŞLANGICI
Kültürel yaşamın açılıp gelişmesi, doğa bilimlerinin dorusu ile birlikte yürüdü. Doğan bilimsel bilgiler, henüz kollara ayrılmamıştı. Özelleşmiş herhangi bir bilim kolu yoktu. Yaşamın bütün alanları, gökbiliminden tıbba değin, hepsi birlikte, Yunan bilginleri için gözlem konusu idi. Doğayı [sayfa 119] bilimsel olarak keşfetmek girişimleri, aynı zamanda, doğanın materyalist anlayışının bir belirtisi oldu. İnsanın tanrısal güçlerin bir yaratığı olmadığına, tersine, tanrıları insanın hayalgücünün yarattığına inanılmaya başlanıyor. Doğa olaylarının gözlemi, materyalist anlayışların biçimlenmesine katkıda bulunuyor.

MATERYALİST İYON OKULU
Küçük Asya’nın, Akdeniz kıyıları üzerinde kurulmuş kentlerin, en başta Milet, Efes, Foça’nın hızla gelişmesi, kültürel yaşamın çiçeklenmesine olanak verdi. Materyalist filozofların ilk okulları (İyonya doğa felsefesi) burada ortaya çıktı. İyon filozofları, sonsuz çeşitlilikler içinde görülen kendilerim çevreleyen dünyanın maddî temelinden başkasını kabul etmiyorlardı. Başka bir deyişle, ilkel materyalizmin kendiliğinden yorumcuları oldular. En büyükleri Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes idi (MÖ 7. yüzyılın sonu ve 6. yüzyılın başları).
İyon okulunun temsilcileri, doğa üzerine felsefelerinden ayrılamaz; geniş bilgilere sahiptiler. Bununla birlikte, onların görüşleri, hâlâ mitolojinin etkisi altında bulunuyordu.
6. yüzyılın sonunda, İyon materyalist felsefesi, Efesli Herakleitos’la yeni bir gelişme gösterdi. Herakleitos’a göre, varolan her şeyin temeli ateştir. İnsanlık tarihinde, ilk olarak Herakleitos, evrensel devinme fikrini, karşıtların savaşımı ve birliği fikrini ortaya attı: “aynı ırmağa iki kez girilemez”, “canlı ve ölü, uyanık olan ve uyumakta olan, genç ve yaşlı, bizde, tek ve aynı şeydir”, “çekişmekte olanlar birleşeceklerdir, birbirlerinden ayrılanlar yüksek bir uyum oluşturacaklardır ve bütün bunlar, savaşımla tamamlanırlar”. Dâhice sezgisine karşın, Herakleitos, karşıtların birliğinin göreli bir değeri olduğu halde, savaşımın mutlak bir niteliği olduğunu anlamıyordu. Herakleitos’un görüşlerinde [sayfa 120] diyalektik materyalizmin ana çizgileri, başverip kendilerini belli ediyorlardı. İnsan bilgisinin niteliği sorununu ilk ele alan Herakleitos oldu; ona göre, insan bilgisi, konu olarak, doğayı almalıydı.

FELSEFEDE İDEALİST EĞİLİMLER
Matematiğe, en üstün derecede soyut bir düşünce biçimini gerektiren bu bilime tutkusu olan bazı filozoflar, idealist eğilimi temsil ediyorlardı. Bunlar, çeşitli idealist anlayışlarını kurmak için matematikten yararlandılar; örneğin, sayılar üzerine gizemli bir teori geliştirdiler. Bu ilk idealist filozoflar, Pitagoras ve onun öğretilileri (MÖ 6. yüzyıl) oldular. Sayılara ve matematik kavramlara gizemli bir nitelik veriyorlar ve örneğin, 1 sayısının kötülüğü, 2 sayısının iyiliği, 10 sayısının yetkinliği açıkladığını, vb. ileri sürüyorlardı.
Güney İtalya’da bir Yunan kolonisi olan Elea’daki idealist okulun temsilcileri, kendilerini, varolan her şeyin değişmezliğini kanıtlamaya adıyorlardı.

FELSEFEDE MATERYALİST VE İDEALİST GÖRÜŞLER ARASINDA SAVAŞIM
Felsefede materyalist görüş, dinsel, idealist eğilime karşı amansız bir savaşım içinde gelişiyordu. Materyalist filozoflar, mitolojik efsanelerin doğa üzerine gözlemleri yansılan bölümünden yararlanmaya çalışıyorlardı; vardıkları sonuçlar, Asya ve Kuzey Afrika halklarının birikmiş bilimsel bilgilerine dayanıyordu.
İdealist filozoflar ise, Yunan mitolojisinin tanrıbilimsel, dinsel bölümüne dayanıyorlardı. Asya ve Afrika halklarından çeşitli dinsel öğretiler alıyorlardı.
Bütün eski Yunan ve helenizm tarihi boyunca sürüp giden iki felsefe eğilimi arasındaki savaşım, bu döneme değin uzanır. Bu, ideolojik savaşımda yansıyan, toplumsal ve [sayfa 121] siyasal gruplaşmaların savaşımıydı. Yunan toplumu geliştikçe, bu savaşım da çeşitleniyordu.

BİLİMİN KOLLARA AYRILMASININ BAŞLANGICI KÜLTÜRÜN AÇILIP GELİŞMESİ
MÖ 5. yüzyıl Yunanistan’ında, iktisadî ve siyasal yaşamın hızla ilerlemesi, kültürün gelişmesine katkıda bulundu. 4. yüzyılda, iç çelişkilerin keskinleşmesi, bu ilerlemeyi yavaşlatmadı. Artık, matematik, gökbilim ve tıp ilerliyordu.
Antikçağ matematikçileri, büyük bir pratik ve teorik önemi olan fikirler ileri sürdüler. Bunlar arasında, sonsuz küçüklükler fikri ile, akla-uygun olmayan (irrasyonel) sayılar hakkındaki çağdaş teorinin ilkörneği olan, sonsuz (ortak ölçüleri olmayan) büyüklüklerin birbirleriyle ilişkisi konusundaki Knidoslu Evdoksus’un teorisini belirtelim.
Gökbilimde bilimsel varsayımların, özellikle yeryüzünün ve öteki gökcisimlerinin yuvarlaklığı konusunda varsayımların doğduğu görüldü. Meton, 365 1/2 günlük bir güneş takvimi yarattı. Bu takvimi, ilkçağ Roması’nın Jelyen takviminin kabulüne kadar korundu.
Hippokrates, tıbbın her alanında, önemli pratik gözlemlerde bulundu, bu gözlemlerini birkaç cilt içinde topladı. İnsan, insan yaradılışının (mizacının) dört öğesi teorisini Hippokrates’e borçludur.
Heredot ve Tukidides gibi bu çağın bazı yazarları, yapıtlarını, tarihsel olaylara ve çağlarının olaylarına ayırdılar.
MÖ 5. ve 4. yüzyıllarda, edebiyat ve plastik sanatlar, ileri bir düzeye ulaştılar. Eski dinsel bayramlar, tiyatro oyunlarına kaynak oldu. Trajedi yazarları, Ahileos, Sofokles, Euripides, güldürü ozanı Aristofanes, evrensel kültürü etkilemekten geri durmadılar.
Bu çağda, ünlü heykelci Miron, Fidias ve Polikletes, daha sonra Praksiteles, sanatlarını yarattılar. Yunan mimarisinin [sayfa 122] dikkate değer anıtları, zamanımıza değin korunmuştur.
Eski Yunanlılar müziği çok seviyorlardı. Telli, nefesli ve vurmalı çalgılara sahiptiler.

MATERYALİZM İLE İDEALİZM ARASINDAKİ SAVAŞIMIN BELİRGİNLEŞMESİ

DEMOKRİTOS’UN ÇİZGİSİ
İdealist ve materyalist filozoflar arasındaki savaşım belirginleşiyor. Bu, köleci Yunanistan’ın iki eğiliminin, siyasal yaşamın iki kampının temsilcileri arasındaki kavga oldu. Materyalist filozoflar, demokratik biçimi içinde köleci toplumun, yani Atina tipindeki demokratik sitenin ideologları idiler. İdealistler ise, Isparta tipindeki oligarşik siteyi temsil ediyorlardı.
Materyalist filozoflar, yaşamın getirdiği sorulara yanıt bulmak istiyorlardı. Bu sorulardan bir tanesi, maddenin yapısı sorunu idi. Maddenin yapısı, Anaksagoras (MÖ 500-428’e doğru), Empedokles (483-423), Demokritos (MÖ 460-370’e doğru) gibi büyük doğa bilginlerinin inceleme konusu oldu. Anaksagoras’a göre, varolan her şey, “homeomeriler” (“türdeş parçalar”), bütün cisimlerin “tohumları” dediği maddî parçacıklardan (particules) oluşmaktadır.
Empedokles’e göre, dünya, dört maddî öğenin (“kökler”in), yani toprak, hava, su ve ateşin bir bileşimidir. Bu “kökler”, sonsuza değin bölünebilirler. Aşk ve kin gibi iki maddî güç tarafından harekete getirilirler. Empedokles’in, organik dünyanın bu “kökler “den başlayarak doğuşu konusundaki fikrine değinelim. Bu fikrin daha sonraki gelişmesi, bir ölçüde, en uygunların kalımlılığını sağlayan doğal seçme kavramına bağlanıyordu.
Demokritos, daha önce öncellerinden biri olan Lökipos tarafından ortaya atılan atomlar, bölünmez maddî parçacıklar fikrini geliştirdi. Bütün doğal olayların temeli olan [sayfa 123] atomlar, bu teoriye göre, nitelik bakımından türdeş olan öğelerdir ve birbirlerinden ancak nicelikleri, uzay içindeki durumları ve bileşim düzenleri ile ayrılırlar. Demokritos’a göre, maddenin kendinden ayrılmaz devinme zorunluluğu, bütün olayların nedeni, maddenin en önemli özelliğidir. Demokritos, maddenin öncesizliği ve sonrasızlığı fikrini ileri sürüyordu: “Hiçbir şey yoktan varolmaz, hiçbir şey yokolmaz.” Demokritos, hayvanlar âleminin kökenini materyalist bir biçimde açıklamaya ve insan “ruh”unun maddî niteliğini ve beden gibi ölümlü olduğunu kanıtlamaya çalıştı. MÖ 5. ve 4. yüzyıllarda, Demokritos’un, en göze çarpan temsilcisi olduğu materyalist eğilim, güçlenerek ilerliyordu. Demokritos’un uyandırdığı eğilim, idealist anlayışlara karşı savaşımda dayanıklılık kazanıyordu.

MATERYALİST FİLOZOFLARIN TANRITANIMAZLIĞI
Materyalist felsefe ilerledikçe, tanrıtanımaz dünya anlayışı da gelişiyordu. Köleci demokrasinin ilerleyip gelişmesi de, bu dünya anlayışının siyasal temeline hizmet etti.
Filozoflar, materyalizmi tutkuyla salık verirken, “tanrısal neden”e hiç yer vermiyorlardı. Herakleitos, çevresindeki dünya hakkında, evren hakkında: “Dünya birdir, ne bir tanrı, ne de bir insan tarafından yaratılmıştır, bir yasaya göre yanan, bir yasaya göre sönen, başı ve sonu olmayan canlı bir ateş olmuştur, ateştir ve ateş olacaktır.” diye yazıyordu.
Materyalist filozoflar, ruhu, maddî bir ilke sayıyorlardı. Toplumsal olaylar alanında ise, tanrıların iradesi yerine, insan usunu koydular.

İDEALİST EĞİLİMLERİN GELİŞMESİ PLATON’UN ÇİZGİSİ
İdealist, çizginin temsilcileri, her çareye başvurarak, materyalist filozofların etkisini gidermeye çalışıyorlardı. [sayfa 124] Atina, onların savaşımının başlıca arenası oldu.
İdealist görüşler, sofistleri, “bilgelik ustalarını”, her ne kadar bunlar hâlâ bazı tanrıtanımaz ve materyalist fikirler taşıyorlarsa da, karakterize ediyorlardı. Sicilya’nın dikkate değer sofisti Gorgias (MÖ 483-376’ya doğru), dünyayı, genel olarak nesnel gerçekliğin (verite) varlığını tanıma olanağı olduğunu kabul etmiyordu. Felsefî öğretiler ile yaşam arasındaki bağı yadsıyarak, felsefeyi güzel söz söyleme oyunu yapan sofistler pek çoktu. Sokrates (MÖ 469-399), sofistlerin idealist ilkesini geliştirdi, “ben”i, bilginin kaynağı yaptı. “Kendi kendini tanı” diyordu. Sokrates, doğa olaylarının ve toplumsal yaşamın materyalist açıklamasına karşı koyuyordu. İdealist eğilim, Sokrates’in öğretilisi Platon (MÖ 429-347’ye doğru) ile, doruğuna vardı. Bu, bize, “Platon’un çizgisi”ni, “Demokritos’un çizgisi” ile karşı karşıya koyma olanağını verir. Platon, duyulabilen maddî dünyayı “gerçek dünyanın gölgesi”, “genel fikirlerin”, kavramların, olayların ve nesnelerin yansısı gibi anlıyordu. İnsan, bu genel fikirleri, “ölümsüz ruh”unun anımsamaları sayesinde bilebilir. İşte bu, sık sık savunulan nesnel bir idealizmdir.
Mistik fikirleri, Platon’da çok kuvvetli olarak belli olmaktadır.

ARİSTOTELES
Eski dünyanın büyük düşünürü Aristoteles (MÖ 384-322), Demokritos ile Platon arasında, ortada yer tutar. Fikirlerin duyular-üstü dünyası hakkındaki Platon’un öğretisini, eleştirici bir gözle inceliyordu. Bizim dışımızda, nesnel bir dünyanın varlığını kabul etmekle birlikte, duyusal algıları, dünyanın kusursuz bir betimlemesinin kaynağı gibi görüyordu. Bu en önemli felsefe tezi, Aristoteles’in materyalizme yaklaştığına tanıklık etmektedir. Aristoteles’e göre, platoncu “fikirler”, görüngülerin ve algılanan nesnelerin, ne [sayfa 125] ortaya çıkış nedenlerini, ne de evrim nedenlerim açıklayabilecek yetenekte idi.
Ama Aristoteles, varlık (duyusal algılar) ve düşünce arasındaki ilişki sözkonusu olduğundan, idealist konumda kaldı. Bilgi süreçlerinde, anlayan, kavrayan ruh, maddî bedenden bağımsız olarak kesin bir rol oynar. Ona göre edilgin (pasif) ve biçimsiz madde, etkin (aktif) bir güç tarafından devindirilmiştir. Bu gücün çıkış noktası ve aynı zamanda evrensel evrimin son amacı, bir çeşit “bütün biçimlerin biçimi”, yani Tanrı idi.
Ünlü bilgin Aristoteles, doğal bilimler, özellikle zooloji konusunda, tarih, edebiyat, mantık ve edebiyat teorisi konularında pek çok yapıt yazdı. Aristoteles’in siyasal sorunlara ayrılmış yazıları, çok ilgi çekicidir. Çeşitli devletlerin siyasal düzenlerine özgün bir toplu bakış olan Atinalıların Politikası adlı kitabında, “politika” terimini de, ilkin Aristoteles kullandı.

HELENİZMİN İDEOLOJİSİ VE KÜLTÜRÜ
Helenistik dünyanın kültürü, eski Yunan’da yaratılmış olan şeylerin en iyisini kendine maletti. Helenistik devletlerin oluşmuş bulunduğu geniş bölgelerin herbirinde, helen kültürü ile yerel kültürler gibi, çeşitli bilimsel eğilimler, sanat ve edebiyat eğilimleri de birleşip kaynaşıyordu. Üretimin gelişmesi, doğa bilimlerinin ilerlemesine yardımcı oluyordu. Doğanın, doğru ve özenli araştırılması bu çağa değin uzanır.
Bilimsel bilgi dalları, kesin olarak felsefeden ayrılırlar ve hızla ilerlerler. Bununla birlikte, bazı düşünürler, bilimin birçok dallarında, aynı zamanda, önemli sonuçlar elde ederler.
Eratostenes (MÖ 276-193), matematik, fizik, gökbilim, tarih ve özellikle coğrafya ile uğraşıyordu. Yeryüzü yuvarlağının (aşağıyukarı 40.000 km olan) en geniş enlem çizgisini [sayfa 126] 39.700 km olarak ilk kez o hesapladı. Çağına göre, Eratostenes’in hesapları çok açık ve kesindi.
MÖ 3. yüzyılın başlarında Öklid’in ünlü geometrik “öğeleri” ortaya çıktı.
Sicilya’da matematikçi ve mekanikçi Arşimides (MÖ 285-212) yaşıyordu. Hidrostatiğin temel ilkesini (“Arşimides ilkesi”ni) buldu; tarlaların sulanmasında kullanılan aygıtları (“Arşimides vidası”nı) yetkinleştirdi, başka teknikler icat etti.
Gökbilimde, Aristarkos (MÖ 3. yüzyıl), heliosantrizm (güneş merkezcilik) denen, gökcisimlerinin güneşin çevresinde döndükleri fikrini, ilk kez ortaya attı.
İskenderiye’de Homeros metinlerinin eleştirel incelenmesi, filolojinin başlangıcı oldu.
Mutlu bir yaşam üzerine ilk ütopyacı edebî yapıtların ortaya çıktıkları görüldü. Örneğin Yambul, Güneş Devleti adlı kitabını yazdı.
İdealizm ile materyalizm arasındaki savaşım devam ediyordu. Stoacıların anlayışları, materyalist öğeler taşımaktaydı. Bununla birlikte, onların görüşlerini bütünüyle nitelendiren, evrenin anlayıp kavrayan yapısı ilkesini (logosu) kabul etmeleriydi. Canlı bir bütün olarak varsayılan, dünya olaylarını yöneten, yasaları koşullandıran, işte bu lodostu. Stoacılar ve idealizm ile dinin öteki savunucuları, bilimsel materyalizmin yayılmasına kesinlikle karşı koyuyorlardı. Materyalist Epiküros (MÖ 341-270), insanı, çevresindeki doğanın bir parçası sayıyor.
Demokritos gibi, Epiküros’a göre de, bölünmeyen parçacıklar, atomlar ve bunların mekanik devinmelerinin yer aldığı boşluk, her şeyin temelini oluşturuyordu. Epiküros’a göre, bütün doğa görüngüleri atom bileşimleri idiler. Ama Demokritos’tan farklı olarak, Epiküros, atomların birbirlerinden yalnız büyüklükleri ve biçimleri ile değil ağırlıkları ile de ayrıldıklarını kabul ediyordu. Epiküros’un, atomların [sayfa 127] düşey devinmelerinin, onların ağırlıkları nedeniyle, ve kendiliğinden varolan bir iç güç nedeniyle doğru çizgiden çok küçük bir sapma (declinaison) ile birlikte oluştuğu fikri, dünyanın materyalist tanınmasının hazırlanışı için büyük bir önem taşır. Maddî dünya öncesiz ve sonrasız, insan bilincinden bağımsızdı. İnsan, diyordu, dünyayı duyuları sayesinde tanır. Epiküros, eski dine açıkça saldırıyordu. Onun fikirleri, tanrıtanımazlığın gelişmesinde önemli bir rol oynadı. [sayfa 128]

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments