Senin hikâyen senin anlatın
Tarih her şeyden önce bir “anlatı”dır. Marx, Kapital’in önsözünde: “De te fabula narratur!” der. “Senin hikâyeni anlatıyorlar.” Tarihin bir anlatı olduğu gerçeği, tam da Das Kapital’in birinci cildinin yazınsal yapısında belirir. Altbaşlık şöyledir: “Ekonomi Politiğin Bir Eleştirisi”
Marx’ın ironik dili uzun süredir, kapitalist iktisadi ilişkilerin tahlilinin, önce en vülger tasarımlarından başlayarak, burjuva ekonomi politik “biliminin” gittikçe yoğunlaşan bir eleştiri etrafında gelişmesi gerektiğini defalarca tekrarlamıştı.
İlk kaynak
İlk kaynak, tarihte her zaman ilk anlatandır. Köken Heidegger’in istediği gibi, Varlık ile Hakikat arasındaki ilk bağlantıyı kuran Logos değil, Oluş ile Logos, yani dil arasındaki ilk bağı oluşturan anlatıdır. Öyleyse tarihyazımının, tarih felsefesine ve onu taşıyan “evrensel özne” tasarımına bir önceliği olmalıdır. Marx’tan önce tarih yoktur, çünkü “senin hikayeni anlatıyorlar” formülü, tarihe yeni bir bakışın, tarihe giriş anını oluşturuyor. Althusser’in hatırlattığı gibi, eğer fiziğin kıtasını Galileo açtıysa, tarihin kıtasını Marx açıyordu. Tarihi anlatış biçimi tarihi dönüştürebilir.
Tarihsel maddeciliğin basit bir retorik ve üslup sorunu olmadığını anlamak için, Marx’ın açtığı kıtanın “gnoseolojik” toprağında tarihsel anlatıların bir çatışmasının yer aldığını ve modern tarihimizin bundan başka bir şey olmadığını görmek gerekiyor.
Tesadüften korkmak
Marx’ın, kapitalizmin doğuş süreçlerine ilişkin olarak altını çizdiği çok özel bir “tesadüf”, “topraktan ve tüm diğer bağlarından bağımsızlaşmış özgür emek gücü” ile “ticari sermaye” arasındaki “karşılaşma” da kapitalizmin oluşumu açısından asla bir tesadüf değil, bir zorunluluktu. Marx’ın kuramında sol retorik için her zaman en zor anlaşılır ve karanlıkta kalmış bir kavramlaştırma zincirinin halkalarından birini oluşturan bu konu, tüm bir “iradecilik” tematiğine istenmese de olanak sağlamış gibidir. 19. yüzyıldan beri sol kültür tesadüflerden korkmakta, onu bilimsel bir dünya görüşüne yakıştıramamaktadır. Daha da önemlisi, tesadüflerden faydalanmayı Bolşevik devriminin dışında becerememektedir.
Böylece hareket ile kurumlaşma, sanki zorunlu bir “örgütlenin” kategorik emperatifinin dayatması söz konusuymuş gibi, sol kültürün tesadüflere karşı çıkardığı bir güçler birikimi haline gelmektedir. Bu yüzden tesadüfün olumlanmasının büyük düşünürü Nietzsche ile Marksizm arasında herhangi bir ortak paydanın bir türlü bulunamaması, günümüzde yeni bir sorgulamanın konusu haline geldi. İki dil, birbiriyle ortak bir mekanda karşılaşmamak için özel bir çaba sarf etmiş gibidir sanki. Aynı olgu, farklı biçimlerde Marx ile Proudhon, sonrasında da Marx ile Bakunin arasında da söz konusudur. Yine anlatı ve dil meselesinde düğümleniyor iş. Dillerin dolaşımları arasındaki karakteristik karşılaşmaların incelenmesi, herhangi bir yorumsama yönteminden çok daha güçlü bir biçimde bizi Mannheim’ın önerdiği bir diller sosyolojisine götürebilir.
Marx’ın konumu
“De te fabula narratur” Marksizmin 19. yüzyıla ait bir tasarım olduğu yönünde ikinci bir uyarı yapar. Marx’ın gözlemlediği dünya ile bugün gözlemlediğimiz dünya arasındaki farkın dile getirilmesi bir tür basmakalıplıktır. Aynı sorunun bir Machiavelli ya da bir Rousseau için ortaya atılmaması Marx’ın konumunun gizli ve itiraf edilmemiş bir ayrıcalık taşıdığını da gösteriyor.
Belki Marx çağını gözlemlemiş, yorumlamış ve açıklamaya girişmiştir. Ama bunu bizim bugün, kendi dünyamız için başarabildiğimiz varsayımı ne ölçüde ileri sürülebilir. Marx’ın söyleyeceği şey elbette bizim çağımızı açıklamak değildir, onun önemi, birinin kendi çağını anlamak ve açıklamak için ne yapabileceğini bize öğretecek son sistematik düşünceyi içeriyor olmasında yatıyor.
Gerçek eleştiri
Marx literatürünün 20. yüzyıl akademik yaşamında (bunlara kiliseler denmesinde de bir sakınca yok) karşılanması, kendi özel tarihine ve savaş meydanına sahiptir. Her durumda bu savaş meydanında Marx’ın nihai olarak muzaffer çıktığını söylemenin olanaksızlığı, ekonomi politiğin burjuvaca tasarımının ve bizzat kapitalizmin ekonomi politiğinin karşısına dikilen bir 19. yüzyıl düşüncesinin değer kaybına uğradığı anlamına asla gelmiyor.
Marx’ın düşüncesi “gerçek eleştiri”dir, çünkü “gerçekliğin eleştirisi”dir. Frankfurt ekolünden başlayarak günümüze dek, sırasıyla 68’li, anarşist, feminist ve radikal eleştiri kuşaklarına yakıştırma cesaretini kendimde bulmaktan geri kalmayacağım “zayıf düşünce” terimi aynı zamanda “gerçek eleştirinin” kat ettiği toplumsal ve siyasal boyutları da ortaya çıkarmakta yardımcı olabilir.
Zayıf düşüncenin sırtına bindirilmiş eleştiri, ya radikalizm, ya da eleştirel felsefenin yeni olanakları olarak sunulmaya devam ediliyor bugünlerde. Kolayca, bir eleştiri çağında yaşamakta olduğumuz iddia ediliyor: Dev, kurgusal ve kuşakları asırlardır peşisıra sürükleyip götürmüş, bir bakıma tarihin pestilini çıkarmış düşünceler ve “meta anlatılar” çağının kapandığı (nedense Marksizm bu anlatıların en belirgin örneği olarak görülür hep), fark edilmeden kalanın, bir diğerinden ve her birinden “farklı” olanın değer kazandığı, her özel özgürlüğün kendi engelini, dolayısıyla farklı biçimlenme ve yapılanma tarzını bulduğu söyleniyor. Eleştirinin; toplumsal, kültürel, estetik, edebi her boyutta felsefeye bir kez daha şans tanıyacak tek düşünsel buyruk, tek kelam tarzı olduğu söyleniyor. Bu zayıf düşüncenin önerilmesidir. Zayıf düşünce kültür dünyasının tuzağındadır. Yolunu orada bulur, saldırı nesnelerini seçer.
Marx’ın “senin hikayeni anlatıyorlar” sözü, bütünsel bir üst anlatının yeniden devreye sokulmasını amaçlamıyor elbette. Hakikatin tümü kuşatılmasa bile, hep hakikati söylemenin mümkün olduğunu en iyi Marx’ın eserinden öğreniyoruz. Hiç değilse modern dünyanın yetinebildiği, ama bu yetinmeyle kendi hakikat anlatısından gurur duyabildiği bir özelliği, hakikati söylemeye atfedilen erdem değerinde bulabiliriz.
Gerçek Eleştiri Gerçekliğin Eleştirisidir
Ulus Baker
( Hayvan Dergisi , Cilt:7, Sayı: 45, Sayfa: 29–30)