Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaÖyküÇeviri ÖykülerEvi, aklın ve düzenin hakim olduğu bir evdi, Kötülük oraya nasıl sızdı?...

Evi, aklın ve düzenin hakim olduğu bir evdi, Kötülük oraya nasıl sızdı? | Necib Mahfuz

Aile meclisi toplanmıştı. Bu, eğitimci ve psikolog Hasan Dehman ve Çalışma Bakanlığı’nda müfettiş olan eşi Nazire sayesinde uzun zamandır sürdürülen güzel bir gelenekti. Bu meclisin amacı, çocukların davranışlarında akıllarını kullanmalarını temin etmenin yanı sıra, sorumluluk yüklenmelerine ve hayatı anlamalarına ortak olmaları için izledikleri bir eğitim sistemiydi.

Anne, “Tahir’in sorununu tartışmak için toplanmış bulunuyoruz,” dedi.

Tahir en küçük çocuktu. Lisedeydi. Babasının arkadaşının, kendi yaşlarındaki kızını seviyordu. Kızın ailesi, birkaç seneliğine bir Arap ülkesine taşınmak üzere olduğundan Tahir, gitmeden önce kızla nişanlanmak istiyordu. Çocukların en büyüğü ve mühendislik fakültesinde öğrenci olan Semir, “Bence Tahir’in nişanlanma vakti henüz gelmedi,” dedi.

Hukuk fakültesinde okuyan Hûda da, “Tahir’in duyguları değişkendir. Bence enine boyuna düşünmeliyiz,” dedi.

Hasan Dehman ciddiyetle Tahir’e doğru döndü ve, “Görüşünü almak istiyorum,” dedi.

Tahir, göz göze gelmekten kaçınarak gözlerini halının süslerine dikip asık bir yüzle, “Madem sonunda akıl galip gelecek, konuşmanın faydası ne?” diye cevap verdi.

Tartışma uzadı. Sesler yükseldi. Sonra da Tahir’in söylediği gibi akıl galip geldi ve baba, varılan neticeyi yorumlayarak, “Bu aklın gereğidir,” dedi.

Bu cümle babanın, tartışmalarını ve başarılı raporlarını bitirdiği bir klişeydi. Bu klişe yüzünden Tahir, akıl adına çok çektiğinden, hoş olmayan bir tutum takındı. Fakat akıl, bu ailenin hayatında çok tehlikeli bir rol oynuyordu. Akla tapıyorlardı adeta. Aklın yönlendirmesiyle aileye garip bir düzen hakim olmuştu. Aile dakik bir saat gibiydi. Evleri, düzen ve temizlik örneğiydi. Kibrit çöplerinin düşüşü ya da koltuğun yerinden oynayışı veya radyo sesinin kararlaştırılandan daha çok açılması hemen müdahale edilmesi gereken olaylardan sayılırdı. Yemek, uyanma, uyuma, iş ve istirahat vakitleri şaşmaz bir saat gibiydi. Bütün bunlardan sonra Hasan Dehman, “Bu aklın gereğidir,” derdi.

Ailenin her ferdinin, kendisine uygun bir tür kitaba benzer ajandası vardı. Hatta, şarkılar, radyo ve televizyon programları, danışma ve tartışma sonucunda kararlaştırılırdı. Önemli bir sorunla karşı karşıya kalındığında, aile toplantısı düzenlenir, herkes görüşünü söylerdi. Bu görüş ister eğitim, ister sevgi, ister dostluk, isterse de siyasetle ilgili olsun büyük bir titizlik ve dikkatle açıklanırdı. Evet, bu düzen asla şaşmazdı. Sonra Hasan Dehman büyük bir neşeyle, “Bu aklın gereğidir,” derdi.

Saatin kolları çok dikkatliydi, ancak küçük akrep anne ve babası için bir üzüntü kaynağıydı.

“Tahir, kendinden utanmıyor musun?”

Fakat o, şaşkın şaşkın etrafına bakmıyordu. Hiçbir şeye ilgi duymak istemiyordu. Toplantılara isteksiz geliyor, sebepli ya da sebepsiz hep problem çıkarıyordu. Aile orkestrasının akortsuz sesiydi. Çoğu zaman da acı acı gülerdi. Bir keresinde, bir sorumsuzluk örneği göstererek zorla mutfağa girip kararlaştırılan vakitten yarım saat önce öğle yemeği yedi. Bunun üzerine babası ona, “Fakat bu kuraldışı bir hareket, mazeret kabul etmez oğlum,” dedi.

Herhangi bir cevap alamayınca, “Hala nişanlanmayı düşünüyor musun?” diye sordu.

“Asla. Şu an açlığımı düşünüyorum, sevgiyi değil.”

Tahir mutfaktan çıkınca, Nazire Hanım kocasının kulağına, “Fazla üstüne gitmeyelim, sevgilim,” dedi.

Baba kızarak, “Yenilgiye razı mı geleceğiz?” diye çıkıştı.

Tahir, bunun “aklın gereği” olduğuna inandı. Nereye gitse onu kovalıyordu. İçeriden dışarıdan onu kuşatmıştı. Sağlam ağlarına takılmıştı. Hatta sevgi, eğlence ve hüzün de onu boğuyordu. Damarlarındaki kanın akışında bir gariplik hissetti ve bir şeyler olacağını anladı. Etrafında yaşayanların duyguları da karşılıklı sessiz bir iletişim içinde ona eşlik etti. Ve bir gün küçük bahçeye bakan verandada iken bir şey oldu: İmtihan mevsimi yaklaşıyordu. Semir ve Hûda derse dalmışlardı. Baba bir araştırma hazırlıyordu. anne bir Amerikan dergisi okuyordu. Tahir ise ağlıyordu. Tahir verandada ders çalışırken artık bu yüke dayanamayacağını ve dünyanın ona hiçbir şey ifade etmediğini hissetti. Kitabı tırabzanın üstüne bıraktı ve boş boş bakmaya başladı. Çok üzüldü, sonra da üzüntüsü gözyaşlarının içinde eridi. Başlangıçta, ağlamasını birinin duymaması için saklamaya çalıştı. Fakat sonra seller gibi gözyaşı akıttı ve hıçkıra hıçkıra, feryatla ağlamaya başladı. Artık kendine hakim olamıyordu. Bunun üzerine herkes ona koştu ve şaşkınlıktan donakaldılar, annesi hemen su getirip yüzünü yıkadı. Tahir ise sessiz ve gözyaşlarını içine akıtarak ağlamaya devam etti. Başını annesinin göğsüne dayadı. O da onu şefkatle kucakladı. Bir yandan da endişeyle, acaba göğsündeki şefkat gösterisinde kararlaştırılan sınırı aşıp aşmadığını düşündü. Sonra Tahir tamamen sakinleşti ve tedirgin bir halde oturdu. O garip tedirginlikten, kelimenin tam anlamıyla hazin bir bakış kaldı. Ortalığa sessizlik hakim oldu. Üzgün gözlerde sorular belirdi. anne, “Neyin var, Tahir?” dedi.

Tahir kimseye bakmadan, “Hiçbir şey,” dedi.

Soruların yerini şaşkınlık ve merak aldı. Semir ona, “Seni üzen şeyi bize söyle,” dedi.

Hûda merakla, “Bunu bilmemiz gerekiyor,” dedi.

Fakat baba onlara çıkmalarını işaret etti ve çıktılar. Sonra da kibarca sordu: “Neyin var oğlum?”

“Hiçbir şeyim yok dedim,” diye cevap verdi.

“imtihan günleri, sinirleri geren günlerdir.”

“Asla! Her şey yolunda.”

Baba, anneye bir fırsat tanımak için odadan çıktı. Fakat Tahir hiçbir şey söylemedi. Bildiği kadarını söylemişti zaten. Bunun için kimse ondan yeni bir şey öğrenemedi. Ne o gece, ne diğer günlerde…

Babası ona, evin etrafındaki caddelerde ders çalışmadan önce her gün bir saat gezmesini salık verdi. Olayı sinirsel baskının bir belirtisi olarak kabul etti.

Artık kimse bu olayı hatırlamıyordu. Sonra da tamamen unutuldu.

Bir gün Hasan Dehman, bir hevesle, “Yeni müdürümüzü küçük bahçemizdeki güzel bir partiye davet ettim,” dedi.

Anne de çocuklara, “Uygun şekilde görünmeli ve bizimle biraz oturmalısınız. Sonra çalışmaya gidersiniz. Partinin başarısı sizin inceliğinize bağlı,” diye söyledi.

Tahir, “O senin arkadaşın mı baba?” diye sordu.

Baba biraz düşündü sonra da, “Dostluk büyük bir nimettir. Elimizden geldikçe dostluklar kurmalıyız. Genel müdür şu an sadece büyük bir dosttur, ama yarın bir arkadaş olacak. Toplumsal hayat bizden mutlaka faydalı görevler bekler,” dedi.

Tahir kendi kendine, “Bu, aklın gereğidir,” dedi.

Yeni müdür, kısa boylu, şişman, yüzü dolgun, başı kel ve çok yavaş konuşan biriydi. Tahir, zoraki bir gülümsemeyle ona şöyle bir baktı. annesi ve Hûda’nın giysileri hoşuna gitmişti. Ailesinin güzel konuşmalarını şaşkınlıkla izledi. Babasının örnek olarak birkaç kez bir şiiri söylediğini duydu. annesinin de müdürün çok unutkanlığına dair şikayetlerine, “Bu dahilik alametidir beyefendi,” diye yorum getirdiğini duydu.

Semir ve Hûda uygun bir vakitte ayrıldılar. Fakat Tahir, yerinden ayrılmadı. annesinin gizli işaretlerine rağmen yerinden kıpırdamadı. Babası onun müdüre baktığını fark edince ona, “Tahir, gitme zamanın geldi,” dedi.

Tahir de, “Şiir söylemeyeyim mi baba?” dedi.

Müdür, Tahir’e, “Yoksa sen şair misin?” derken babası kaşlarını çatmıştı.

“Hayır, fakat ezberimde şiir var.”

“Öyleyse bir şiir söyle de zevkini anlayalım.”

Tahir zafer elde etmişçesine, “Hayatta ve ölümde yücelik var…” dedi.

“Meşhur bir şiir.”

“Bir adamın asılması dolayısıyla söylenmiş.”

Müdür, “Şiir güzel, fakat yazılış sebebi iyi değil,” diyerek güldü.

O an Tahir de güldü. Artık bu yükü taşıyamayacağını ve dünyanın hiçbir şey ifade etmediğini hissetti ve boş boş bakmaya başladı. Çok üzüldü. Sonra da kahkahalarla güldü. Babası aceleyle elinden tutup onu dışarı götürdü. Partinin sonunda anne baba Tahir’in sorununu tartıştılar ve sorununun gerçek bir tedaviye gereksinme duyduğu konusunda anlaştılar. Fakat en iyisinin bunu imtihan sonrasına ertelemek olduğuna karar verdiler.

Bir gün Hûda’nın sesi evi çınlattı. “Anne gel, bak Tahir ne yaptı?” diye yardım istercesine bağırıyordu. Sesi duyan herkes delikanlının odasına gitti. Odayı garip bir düzen içinde gördüler. Bir insanın aklına gelmeyecek bir manzaraydı bu. Yatağın yastığı masanın üzerine atılmış, kitaplar ve kağıtlar yatağın tahtasının üzerine dizilmiş; masa ters yüz edilmiş, odanın kapısı sonuna kadar açılmış, sandalyeler ters yüz edilmiş, küçük halı katlanmış, sonra da elektrik lambasının kordonuna asılmıştı. anne üzüntüyle babaya seslendi.

“Felaket! Felaket, Allahım!”

Herkes ne olduğunu sordu. Tahir odanın ortasında sakin ve gülümseyerek duruyor, ağzından “Neden olmasın?”dan başka bir söz çıkmıyordu.

Anne, “Kalbimi parçalıyorsun,” diye bağırdı.

Kibarca, “Sizleri üzdüğüm için üzgünüm,” diye cevap verdi.

Babası hüzünle, “Doğru değil! Doğru değil!” dedi.

“Neden olmasın baba? Bir deneme yapıyordum. Eğer zaman tanısaydınız bu ‘aklın gereği’ olacaktı.”

Ve odasından çıkarak verandaya gitti. Babası onu takip etti ve onun dikkatle gökyüzüne bakarak durduğunu gördü. O da oğlunun baktığı yere baktı. Bir şey göremedi. Canı daha da sıkıldı. Ve kibarca kendisine, “Gözlerini mi dinlendiriyorsun? Niçin böyle gökyüzüne bakıyorsun?” diye sordu.

Tahir onu duymazlıktan geldi. Babası sorusunu iki kez tekrarlamak zorunda kaldı. Sonra da Tahir sıkıntı içinde, “Ben onların sahip olduğu hürriyeti kıskanıyorum,” dedi.

Babası onu ikaz ederek, “Fakat onlar son derece mükemmel ve sağlam bir sistemle yaratılmıştır. Hatası olmayan bir sistemle…”

Tahir sıkıldı ve kızgın kızgın başını yere eğdi.

“Tahir, yoksa düzeni sevmiyor musun?”

“Bir şeyin iki defa olmasını sevmiyorum,” diye sertçe cevap verdi.

“Fakat karışıklık doğar, oğlum!”

Tahir, “Bu ne güzel olurdu!” diye mırıldandı.

Anne baba tartıştılar ve eğitim yılı kaybolsa bile, geciktirmeden tedaviye başlanmasının gerekliliği neticesine vardılar. Öncelikle bir iç hastalıkları doktoruna danışmaya, ondan sonra da iç hastalıkları doktoru eğer tavsiye ederse, sinir doktoruna gitmeye ve sonra da gerekli görülürse Tahir’i psikologa götürmeye karar verdiler.

Yolda bir gürültü, içeride ayak sesleri ve hizmetçilerin sesi duyulduğunda, anne baba bahçede bazı misafirleri karşılıyor, Semir ve Hûda ders çalışıyordu.

Alt katta yangın çıktığı anlaşılmıştı. Herkes yola koştu. Hizmetçilerden birisi Tahir’in elinden tutuyordu. İtfaiye geldi, yangını etrafa yayılmadan söndürdü. Sorgulama esnasında Tahir, “Evet, evet, benzini döküp ateşi yakan benim,” dedi.

Sebep sorulunca da önemsemeksizin, “Hatırlamıyorum,” dedi.

Sonra sessizliğe daldı.

Ambulans hareket etti. Tahir eli ve ayağı bağlı, anne babasının arasına oturdu. Önlerinde hastane görevlisi vardı.

“Bu durumdan çok daha ağır vakalar gördük. Sonunda hepsi de normale döndüler.”

Baba, “Aklın gitmesi felakettir. Hiçbir felaket bundan daha kötü olamaz!” demek istedi, fakat ağzını açmadı. Sadece kendi kendine, “Bunun anlamı ne? Bir hata mı yaptık? Evi, aklın ve düzenin hakim olduğu bir evdi, hala da öyle. Kötülük oraya nasıl sızdı?” diye düşündü.

Üzüntü onu yedi bitirdi. İç geçirmeleri birbirini takip etti ve göz ucuyla sevgili oğluna baktı. Onun, gözlerini kapattığını, dudaklarını ısırdığını gördü.

Hastane görevlisi gergin havayı yumuşatmak için, “Hastane onun için en iyi yer. Bunun için üzülmeyin. Yapılması gereken…” diye teselliye çalıştı.

Hasan Dehman’ın konuşacak hali yoktu, fakat elinden geldiğince adama nazik davranmak istedi. Son derece üzüntüyle, “Doğru söylüyorsunuz. Bu ‘aklın gereğidir,”‘ diye mırıldandı.

Akıl Bunu Gerektirir

Necib Mahfuz

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments