YENİ MÜZİĞE YENİ SES
Eğer çalışma saatlerini azaltarak toplumsal üretime yeni makine güçleri kazandırılıyorsa, işçileri, ürettikleri malları tüketmeye zorlayarak büyük bir iş ordusu kazanılmış olur. O zaman, evrensel tüketimci görevinden kurtulmuş olan kentsoylu sınıfı, tüketmede ve savurganlıkta kendisine yardımcı olmaları amacıyla, yararlı uğraşlarından koparıp aldığı asker, yargıç, berber, pezevenk vb. güruhunu bir an önce başından atmaya çalışacaktır. İşte o zaman, iş piyasası dolup taşacak ve çalışmayı yasaklayan demir gibi sert bir yasa koymak gerekecek: tahta bitlerinden daha kalabalık, üretmeyen işçi yığınına iş bulmak olanaksızlaşacak. Bunlardan sonra da anlamsız ve pahalıya mal olan gereksinim ve zevklerini karşılamakta olan kişileri düşünmek gerek. Artık, sırmalar takınacak uşaklar ve generaller, dantellere boğulacak evli ve bekãr orospular, delik açan toplar, yapılacak saraylar olmayınca, o zaman, sırma, dantel, ütü ve inşaat işlerinde çalışan kadın-erkek işçileri, sağlıklarını kazandırmak ve soylarını geliştirmek için, sert yasalarla kürek sporları, dans ve bale figürleri yapmaya zorlamak gerekecek. Olduğu yerde tüketilmeyen Avrupa ürünleri çöpe atılmayacağına göre, gemicilerin, küçük tekne sahiplerinin, kamyoncuların oturup derin derin düşünmeleri gerek. O zaman, çok mutlu Polinezyalılar, uygarlaşmış Venüs’ün tekmelerinden ve Avrupa’nın ahlak hocalarından korkmaksızın, sere serpe sevişmeye bırakabileceklerdir kendilerini.
Dahası, günümüz toplumunun tüm gelir yoksullarına iş bulmak, kentsoylular gibi, perhizli zevklerini ve tüketici yeteneklerini sonuna kadar zorlamak gerek. Bir ya da iki onsluk kösele gibi et yiyeceğine, canı isterse, bir ya da iki librelik güzel bifteği indirecek midesine; kötü şarabı kararında içecek yerde, Papa’dan daha da katolikleşerek Bordeaux ve Burgonya şaraplarını, sanayi suyu katmadan, ağzına kadar dolu derin bardaklardan içecek, suyu da hayvanlara bırakacak.
İşçiler, demir-döküm ve arıtma fabrikalarında, kapitalistleri, zorla 10 saat çalıştırmayı koymuşlar kafalarına. Büyük bir yanılgıdır bu, toplumsal uyuşmazlık ve içsavaş nedeni. Çalışmayı savunmak gerekirdi, yoksa zorla kabul ettirmek değil. Rothschildlerin, Sayların, yaşamları boyunca tam anlamıyla ciğeri beş para etmez birer insan olduklarını kanıtlamalarına yer verilecektir. Eğer çalışma yolundaki genel alıştırmalara karşın, eskisi gibi tam anlamıyla aylak yaşamlarını sürdürmeye ant içerlerse fişlere geçirilecekler ve bağlı oldukları belediyelerden, her sabah, ufak tefek eğlence parası olarak 20’şer frank alacaklardır. Toplumsal uyuşmazlıklar son bulacak, ilk önce gelir sahipleriyle kapitalistler, kendilerine kötülük yapılması şöyle dursun, daha doğuştan beri bellerini büken fazla tüketim ve savurganlıktan kurtarılmak istendiklerine akılları yattı mı, halkın yanında yer alacaklardır. Beş para etmez niteliklerini kanıtlayamayan kentsoylulara gelince, onlar içgüdüleriyle baş başa bırakılacaklardır. Onları yerleştirecek yeterince iğrenç iş var: Dufaure genel helaları temizleyecek. Galliffet uyuz domuzları ve karnı şiş atları kesip biçecek. Poissy’ye (Merkez Tutukevi) gönderilen Son Darbe Komisyonu üyeleri, kesilecek sığırları ve koyunları damgalayacak, cenaze törenlerine katılıp duran senatörler, cenazede tabut taşıyıcısı rolünü oynayacaklardır. Başkaları için de, zekâlarına yaraşır işler bulunacaktır. Lorgeril ve Broglie, şampanya şişelerini tıpalayacaklar, ama sarhoş olmalarını önlemek için ağızlarına tasma takılacaktır. Ferry, Freycinet ve Tirard bakanlıklarının ve başka kamu kurumlarının tahtakurularını, bit ve pirelerini öldüreceklerdir. Bununla birlikte, alışmışlık kudurmuşluktan beter olduğu için, Devlet gelirlerini kentsoylulardan uzak tutmak gerekecektir.
Ama insan doğasını soysuzlaştıran ahlakçılardan, yobazlardan, iki yüzlü insanlardan, sahte sofulardan ve “dünya âlemi dolandırmak için kılık değiştirmiş başka mezhep insanlarından” uzun uzun ve hoyratça öç alınacaktır. Çünkü sıradan halka, yalnızca derin düşüncelere daldıklarını, insanların küçük kırılganlıklarını gerçekten desteklemek için oruç tuttuklarını ve nefislerine eziyet ettiklerini söylüyorlar. Oysa tam tersine, işin bokunu çıkarıyorlar. Tanrı bilir nasıl! Romalı Curius gibi görünüp, Şarap Tanrısı gibi yaşıyorlar. Kükürtlü pudralar kullanmasalar, kıpkırmızı suratları ve şiş göbekleri apaçık ortaya çıkar.
Büyük halk şenliklerinde komünistlerle kolektivistler, kentsoylu sınıfın 15 Ağustos ve 14 Temmuzlarındaki gibi toz toprak yutacak yerde, şişeleri fırlatacak, domuz sucuklarına saldıracak, maşrapaları havalara uçuracaklar. Tinsel ve Siyasal Bilim Akademisi üyeleri, ekonomiciler, Katolik, Protestan, Yahudi, pozitivist ve özgür düşünceli kilisenin kısa ve uzun cüppeli papazları, Malthusçuluğun ve Hıristiyan ahlakının özgeçili, bağımsız ya da bağımlı, sarı giysili propagandacıları, parmaklarını yakarcasına şamdanları tutacaklar ve Galyalı kadınlarla, etler, meyveler ve çiçeklerle dopdolu masalarda, aç açına yaşayacak ve dolup taşan fıçıların yanı başında susuzluktan öleceklerdir. Yılda dört kez, mevsim değişimlerinde, bileyici köpekleri gibi onlar da büyük çarkların içine sokulacak ve on saat boyunca boşu boşuna çarkı döndürmeye mahkûm edileceklerdir.
Avukatlarla hukukçular da aynı cezaya çarptırılacaklardır.
Tembellik rejiminde, bizi her saniye yok eden zamanı öldürmek için, sürekli gösteriler ve tiyatro oyunları olacaktır: bu, bizim kentsoylu anayasacılarımız için cuk oturmuş bir uğraştır.
Takımlar halinde düzene konup panayırları ve köyleri dolaştırarak yasama temsilleri verdirilecektir onlara. Ayakları çizmeli, göğüsleri kordonlar, şövalye nişanları, legion d’honneur haçlarıyla süslü generaller, sokaklara, alanlara dökülüp iyi insanları askere alacaklardır. Gambetta ve o dalavere ortağı Cassagnac kapı şarlatanlığı yapacaklardır. Cassagnac, yiğit taslağı kılığı içinde, gözlerini fıldır fıldır oynatıp bıyıklarını bura bura, ağzından alevli üstüpüler saçarak, babasının tabancasıyla herkesi yıldıracak ama, kendisine Lullier’in portresi gösterilince bir çukura atlayıp ortadan kaybolacaktır. Gambetta, dış politika ve kendini etkileyen ve Türkiye’yi tongaya düşürmek için Avrupa’yı ateşe verecek olan küçük Yunanistan ve büyük Rusya üzerine de söylevler çekecek. O Rusya ki, Prusya ile yapmaya söz verdiği uyuşmayı hiçe indirmekte, Doğu’da çıkarını sağlamak, içeride nihilizmi yok etmek amacıyla Avrupa’nın batısında her gün hır gür çıkarmayı ummaktadır. Ayrıca, genel afla ilgili konuşmasına izin vermek lütfunda bulunan Bay Bismarck üzerine de söylevler verecek, sonra da, üç renge boyalı o geniş göbeğini cascavlak açıp tepikleye tepikleye halkı toplantıya çağıracak, tarımı desteklemek ve Belleville’de seçmenlerini sevindirmek için de, Margaux ve Yquem’de mideye indirdiği minik hayvanları, yelvekuşlarını, mantarları bir bir sayacak.
Baraka içinde, “Seçim Güldürüsü” ile başlanacaktır işe. Odun kafalı ve eşek kulaklı seçmenler, palyaço kılıklı kentsoylu adayları, politik özgürlükler dansını oynayacaklar; yüzlerini ve kıçlarını binbir söz verilen seçim programlarıyla silecek, göz yaşları içinde halkın yoksulluğundan ve bakırsı sesleriyle Fransa’nın zaferlerinden söz edeceklerdir. Seçmenlerin kafaları da, koro olarak ve vargüçleriyle “ahi, ahi!..” diye anıracaklardır.
Sonra büyük oyun başlayacaktır. “Ulus Mallarının Yağmalanması Oyunu”.
Yüzü kıllı, kafası dazlak, yıpranmış, eti pörsümüş, şiş ve solgun, gözleri fersiz, uykulu ve esneyeduran koskoca bir dişi olan Fransa, boylu boyunca kadife bir kanepeye uzanmış. Ayaklarının ucunda, maymun maskeli, koskoca demir bir gövde, acılı ve yürek paralayıcı çığlıkları dünyayı tutan erkek, kadın ve çocukları habire yutmakta, robotçasına. Sansar burunlu, sırtlan gövdeli ve canavar pençeli banka, yüzer meteliklerini kaşla göz arasında çalmakta ceplerinden. Bir deri bir kemik kalmış, partallar içindeki aç susuz işçi sürüleri, süngü takmış jandarmalar eşliğinde kapitalist Fransa’nın ayağına taşıyorlar küme küme malları, şarap fıçılarını, altın ve buğday çuvallarını. Langlois, bir elinde külotu, öbüründe Proudhon’un vasiyeti, bütçe defteri dişleri arasında, ulus mallarının savunucularının başına geçip nöbet tutmaktadır sopa ve süngü zoruyla. Yükler yerli yerine konunca, işçilerini kovduruyor, kapıları sanayicilere, tüccarlara ve bankacılara açıyorlar.
Karmakarışık yığına atılıyorlar, pamukları, buğday çuvallarını, altın külçelerini yutup, fıçıları boşaltıyorlar; güçleri kesilince, kir pas içinde, iğrenç ve tiksinç, kendi çöpleri ve kusmukları içine gömülüyorlar; o zaman gök gürlüyor, yeryüzü sarsılıp açılıyor, tarihsel yazgı çıkıyor ortaya; demir ayağıyla hıçkıranların, sendeleyenlerin, düşenlerin, artık kaçamayanların kafasını eziyor ve geniş eliyle, şaşkın ve korkudan terler döken kapitalist Fransa’yı deviriyor. Eğer işçi sınıfı, kendine egemen olan ve özünü alçaltan kusuru söküp atarak o korkunç gücüyle ayaklanır ve bunu kapitalist sömürüden başka bir şey olmayan “İnsan Hakları”nı, “Yoksulluk Hakkı”ndan başka bir şey olmayan “Çalışma Hakkı”nı istemek için değil de, her insana günde üç saatten fazla çalışmayı yasaklayan çelik gibi bükülmez bir yasa koymak için yaparsa, dünya, yaşlı dünya sevinçten titreye titreye, içinde yeni bir evrenin zıpladığını duyacaktır… Ama, kapitalist ahlakın yoldan çıkardığı bir işçi sınıfından, mertçe bir karar nasıl istenebilir?
İşçi erkek, kadın ve çocuklar, yüz yıldır, binbir zahmetle acının çarmıhlı tepesine tırmanmakta. Eskiçağ köleliğinin hazır ve canlı örneği İsa gibi. Yüz yıldır, zor altında çalışmakta, kemiklerini kırmakta, etlerini örselemekte, sinirlerini kırbaçlamakta. Yüz yıldır açlık bağırsaklarını burmakta, beyinlerini sanrılara salmakta…
Ey tembellik, uzun süren sefilliğimize acı! Ey sanatların ve soylu erdemlerin anası tembellik, insan kaygılarına merhem ol!
EK
Bizim ahlakçılar pek alçakgönüllüdürler. Çalışma dogmasını icat etmişler ama, ruhu dinginleştirmek, aklı neşelendirmek, böbreklerle öbür organların iyi çalışmasını sağlamaktaki etkinliğinden kuşku duyuyorlar. Onu, kötülüklerini bağışlamak ve yetkilendirmekle görevli oldukları kapitalistlere yöneltmeden önce, değersiz deney hayvanı üstünde, yani halk üstünde denemek istiyorlar.
Ama, siz düzinesi beş para etmez filozoflar! Uygulamasını efendilerinize salık verme cesaretini gösteremediğiniz bir ahlak oluşturmak için neden kafa patlatıyorsunuz? Onca övündüğünüz çalışma dogmanızın alaya alındığını, kınandığını görmek ister misiniz?
Eskiçağ uluslarının tarihine, filozoflarıyla hukukçularının yazdıklarına bir bakalım:
Tarihin babası Herodotos şöyle diyor: “Yunanlıların çalışmaya karşı duydukları tiksintinin Mısırlılardan geçtiğini söyleyemem. Çünkü aynı tiksintiye, Trakyalılar, İskitler, Persler ve Lidyalılarda da raslıyorum; kısacası, barbarların çoğunda, mekanik sanatları öğrenenlere ve onların çocuklarına ikinci derecede yurttaş gözüyle bakılmaktadır… Bütün Yunanlılar, özellikle Lakedemonyalılar, bu ilkelerle yetiştirilmişlerdir…”
“Atina’da, yurttaşlar, tıpkı ataları vahşi savaşçılar gibi, yalnızca toplumun savunması ve yönetimiyle uğraşan gerçek soylu kişilerdi. Kafa ve beden güçleriyle durmadan Cumhuriyetin çıkarlarını gözetmek zorunda oldukları için, bütün işleri, kölelerin sırtına yüklüyorlardı. Lakedemonya’da da, soyluluklarına toz kondurmamak için, ne iplik büker, ne de örgü örerlerdi.”
“Romalılar, yalnızca soylu ve özgür iki meslek bilirlerdi: Tarım ve askerlik. Bütün yurttaşlar, geçimlerini sağlamak için, yasal olarak kölelere özgü hiçbir aşağılık iş (meslekleri böyle tanımlıyorlar) yapmak zorunda kalmıyorlardı. Devlet hazinesinden yararlanıyorlardı. Brutus (yaşlı), halkı ayaklandırmak için, özellikle tiran Tarquinius’u, zanaatçılarla duvarcıları özgür yurttaş yapmakla suçladı.”
Eski çağ filozofları, düşüncelerinin kökeni üstünde tartışıyor ama, çalışmaktan tiksinme konusunda anlaşıyorlardı.
Platon, “Devlet” adlı örnek alınacak toplumsal ütopyasında şöyle diyor:
“Doğa, ne kunduracı yaratmıştır, ne de demirci. Bu tür uğraşlar, onları uygulayan insanları, o aşağılık ücretlileri, durumları dolayısıyla siyasal hakları olmayan adsız sefilleri alçaltmaktadır. Yalan söylemeye ve aldatmaya alışık tüccarlara gelince, onlara kentte kaçınılmaz bir kötülük olarak katlanılabilir ancak. Dükkân ticaretiyle alçalan yurttaş, bu suç için kovuşturulacaktır. Suçu belli olursa bir yıl hapis cezasına çarptırılacaktır. Suçun her yinelenişinde ceza iki katına çıkacaktır…”
Ksenophon, “Oikonomikos” adlı yapıtında şöyle yazıyor: “Kendilerini kol işlerine adayanlar, hiçbir zaman Devlet görevlerine getirilemeyeceklerdir, bu da yerinde bir şeydir. Çoğu, bütün gün oturmaya, kimileri de sürekli acı çekmeye mahkûm olan bu insanların bedenleri ister istemez bozulacak, ruhları da bundan etkilenecektir.”
“Bir dükkândan yüz ağartıcı ne çıkabilir,” diyor Cicero ve ekliyor: “ticaret ne üretebilir namusuyla? Dükkân adını taşıyan hiçbir şey dürüst bir insana yaraşmaz (…) tüccarlar, yalan söylemeden kazanç elde edemezler, oysa yalandan daha utanç verici ne vardır! Öyleyse, emeklerine ve zanaatlarına aşağılık bir şey gözüyle bakabiliriz. Çünkü, her kim ki emeğini para karşılığında verirse, kendini satmış ve köle durumuna düşmüş olur.”
Çalışma dogmasının aptallaştırdığı işçiler! Kıskanç bir özenle sizden uzak tutulan bu filozoflara kulak verin: Emeğini para karşılığında sunan bir yurttaş köle durumuna düşüp alçalır, yıllar boyu hapisleri hak eden bir suç işlemiş olur.
Hıristiyan ikiyüzlülüğü ve kapitalist yararcılığı, bu Eskiçağ cumhuriyetlerinin filozoflarını yozlaştıramamıştır. Özgür insanlara seslenirken düşüncelerini dile getiriyorlardı onlar içtenlikle. Counsinlerimizin, Carolarımızın, Simonlarımızın tırnağı bile olamadıkları düşünür Platon ve Aristoteles, ideal devlet yurttaşlarının en büyük boş zaman içinde yaşamalarını istiyorlardı; çünkü Ksenophon’a göre “çalışma bütün zamanı alır ve onunla birlikte Devlet’e ve dostlarına hiç boş zaman kalmaz.” Plutarkhos’a göre de, soyunun hayranlığını kazanan Lykurgos’un “insanların en bilgesi” sayılması, herhangi bir mesleği yasaklayarak Devlet’in yurttaşlarına boş zaman sağlamasından kaynaklanıyordu.
Bastiatlar, Dupanloup, Beaulieu, Hıristiyan ve kapitalist ahlakçı takımı şöyle yanıt verecektir: “iyi, güzel ama, dönemlerinin ekonomik ve politik koşullarında, nasıl başka türlü olabilirdi bu?”
Eskiçağ toplumlarının normal durumu buydu. Özgür insan, zamanını Devlet işlerini tartışmak ve savunmasını kollamakla geçirmek zorundaydı. O dönemde meslekler, çalışanların askerlik ve yurttaşlık görevlerini yapamayacağı kadar ilkel ve kabaydı. Savaşçı ve yurttaş edinmek için filozoflarla yasa koyucular, söylenceye mal olmuş devletlerde kölelerin varlığını hoşgörmek zorundaydılar.
Ama kapitalizmin ahlakçıları ve ekonomicileri, günümüzün köleliği olan işçiliği salık vermiyorlar mı? Kapitalist kölelik, kimlere boş zaman sağlıyor? Kötü alışkanlıklarının ve uşaklarının kölesi olan yararsız ve zararlı Rosthschildlere, Schneiderlere ve Madonna Boucicautlara.
“Kölelik önyargısı Pythagoras’ın ve Aristoteles’in ruhuna egemendi” diye yazmışlardır küçümseyerek.
Ama bununla birlikte Aristoteles şunu önceden görüyor ve şöyle diyordu: “Daidalosa’nın başyapıtlarının (yontular) kendiliğinden devinebildiği ve Vulcanus’un sacayaklarının kendiliğinden kutsal işine koyulabildiği gibi, eğer her araç, hiçbir uyarı olmadan ya da kendiliğinden görevini yerine getirebilseydi; eğer, örneğin dokumacıların mekikleri kendiliğinden dokuyabilseydi, işlik şefinin artık yardımcılara, efendinin de kölelere gereksinimi olmazdı.” Aristoteles’in düşü, bizim gerçeğimizdir. Ateş soluklu, çelik parçalı, yorulmaz, olağanüstü verimli, tükenmek bilmeyen makinelerimiz, kutsal görevlerini uslu akıllı yerine getiriyorlar kendiliklerinden. Ama, bununla birlikte kapitalizmin büyük filozoflarının dehası, kötülüklerin en kötüsü olan işçilik önyargısının etkisinde kalmaktadır.
Hâlâ anlamıyorlar makinenin insanlığın kurtarıcısı olduğunu; insanı aşağılık ve ücretli işlerden kurtaracak olan, azat eden, boş zaman ve özgürlük veren Tanrı olduğunu.
PAUL LAFARGUE
Paul Lafargue (1842-1911); Fransız uyruklu düşünür ve eylem adamı. Küba’nın Santiago kentinde doğdu. Dokuz yaşındayken ailesiyle birlikte göçtüğü Fransa’da Tıp Akademisi’ne yazıldı. Üniversitede, kralcı hükümete karşı giderek genişleyen gençlik devinimine katıldı. Yine aynı dönemde yoğun bir okuma uğraşına daldı. Hegel’den Feuerbach’a, Fourier’den Comte’a kadar pek çok düşünürün yapıtlarını okumasına karşın, özellikle Proudhon’dan etkilendi.
1865’te Marx’la tanışmasının, üzerindeki Proudhon etkisinin kırılmasında büyük rolü oldu. Marx “yakışıklı, zeki, enerjik ve sportif” bulduğu bu gencin, kızı Laura’yla evlenerek aileye katılmasına da izin verdi.
Siyasal etkinlikleri nedeniyle Akademi’den uzaklaştırılınca, öğrenimini Londra’da tamamladı ve karısı Laura’yla birlikte yeniden Paris’e döndü. Art arda üç çocuğunu da yitirmesi üzerine tıptan soğudu; kendini tümüyle sosyalist düşünce ve eyleme adamaya karar verdi. Fransız Sosyalist Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı, işçi devinimlerinin örgütlenmesine yazılarıyla katkıda bulundu.
1911 yılında karısıyla birlikte kendini öldürdü. Yaşlılığın, beden ve zihin güçlerini azar azar kemirdiğini görmek istemeyen Lafargue, yetmiş yaşını aşmamak üzere kendine verdiği sözü tutmuş oluyordu.
Çev: Vedat Günyol
Tembellik Hakkı