Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaKitaplıkLouis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i - Karl MarxLouis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i | Altıncı Bölüm - K.Marks

Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i | Altıncı Bölüm – K.Marks

VII
Sosyal cumhuriyet, bir söz olarak, bir kehanet olarak Şubat Devriminin eşiğinde ortaya çıktı. 1848 Haziran olayları boyunca sosyal cumhuriyet Parisproletaryasının kanı içinde boğuldu, ama dramın sonraki perdelerinde bir hayalet gibi ortalıkta dolandı. Demokratik cumhuriyet ilan edildi, (sayfa 569) 13 Haziran 1849’da yok oldu, demokratik cumhuriyetin küçük-burjuvaları kaçarken onu da alıp götürdüler, ama giderken de katmerlenmiş bir övüngenlikle kendi reklamını bıraktı ardında. Parlamenter cumhuriyet, burjuvazi ile birlikte bütün sahneyi ele geçirdi ve bütün genişliğince yayıldı, ama 2 Aralık, güçbirliği kurmuş kralcıların “Yaşasın Cumhuriyet!” diye canhıraş çığlıkları arasında onu gömdü.
Fransız burjuvazisi çalışan proletaryanın egemenliğine karşı şaha kalkmıştı, ve başında 10 Aralık derneğinin başkanı olmak üzere, lümpen-proletaryayı iktidara kendisi getirdi. Burjuvazi kızıl anarşinin gelecekte yapacağı terör korkusu ile, bütün Fransa’yı yürek çarpıntıları içinde tutmuştu ve 4 Aralıkta, Montmartre bulvarının ve İtalyanlar bulvarının seçkin burjuvalarını, rakıyla sarhoş olmuş düzen askerinin tüfek atışlarıyla pencerelerinden aşağı indirterek burjuvazi için böyle bir geleceği defterden silen Bonaparte oldu. Burjuvazi, kılıcı tanrılaştırmıştı, şimdi ise, kılıç ona hükmediyor. Burjuvazi, halk toplantılarını polis gözetimi altına sokmuştu, şimdi polis gözetimi altına konma sırası onun salonlarına geldi. O, demokratik ulusal muhafızı dağıtmıştı, şimdi dağıtılan kendi ulusal muhafızıydı. O, sıkıyönetim ilan etmişti, şimdi ona karşı sıkıyönetim ilan edildi. O, jürilerin yerine askeri komisyonları getirmişti, şimdi de, kendi jürileri, yerlerini, askeri komisyonlara bıraktılar.
Burjuvazi halk eğitimini rahiplere teslim etmişti, şimdi rahiplere teslim edilen kendi eğitimiydi. O, yargılamadan, insanları sürmüştü, şimdi onu sürüyorlar yargılamadan. O, devlet kuvvetiyle toplumun her türlü hareketini bastırmıştı, şimdi de devlet kuvveti, onun kendi toplumunun her türlü hareketini bastırıyor. O, para çantası aşkına kendi politikacılarına ve kendi edebiyatçılarına başkaldırmıştı. Şimdi ise, onun politikacıları ve edebiyatçıları bir yana atılmakla kalmadı, kendisinin de ağzını tıkayıp kalemini kırdıktan sonra çantasını yağmalıyorlar. Burjuvazi, yorulmak bilmeden, Aziz Arséne’in hıristiyanlara bağırdığı gibi bağırmıştı devrime: Fuge, tace, quiesce! (Sıvış, ses etme, rahat dur!), ve işte şimdi Bonaparte bağırıyor burjuvaziye: Fuge, tace, quiesce!
Fransız burjuvazisi uzun zamandan beri Napoléon’un koyduğu ikilemi çözümlemişti: “Das cinquante ans l’Europe (sayfa 570) pe sera ou républicaine oucosaque.”[38*] O, bu ikileme “République cosaque[39*] biçiminde bir çözüm bulmuştu. Hiç bir Circé[40*] gelip de, kem gözlü bir büyü ile, burjuva cumhuriyeti şaheserini bir gudubet haline çevirmiş değildi. Bu cumhuriyet, saygınlık görünümünü yitirmişti, o kadar. Bugünkü[41*] Fransa, parlamenter cumhuriyet içinde, daha o zamandan tümüyle vardı. Dıştaki kılıfı yırtmak ve içindeki gudubeti herkesin gözleri önüne sermek için bir süngü darbesi yetmişti.
Şubat Devriminin[42*] kısa vadeli hedefi Orleans hanedanını ve bu hanedan döneminde egemen burjuvazi kesimini devirmek oldu. Bu hedefe ancak 2 Aralık 1851’de ulaşıldı. O zaman, Orleans sülalesinin muazzam mülkleri, yani sülalenin etkinliğinin gerçek temelleri, müsadere edildi ve Şubat Devriminden beklenen şey, ancak 2 Aralık hükümet darbesinin ertesi günü meydana geldi: 1830’dan beri, şöyle ya da böyle tanınmışlıkları ile Fransa’yı bezdiren adamların hapsi, kaçışı, görevden alınması, sürülmesi, silahsızlandırılması, horgörüye uğraması. Ama Louis-Philippe zamanında ticaret burjuvazisinin yalnız bir bölümü hükmediyordu. Bu burjuvazinin öteki kesimleri bir hanedan muhalefeti ve bir cumhuriyetçi muhalefet oluşturuyordu ya da tamamıyla yasallık (légalité) denen şeyin dışında bulunuyordu. Ticaret burjuvazisinin bütün kesimlerini ilk kez iktidara getiren parlamenter cumhuriyettir. Louis-Philippe zamanında, ticaret burjuvazisi, toprak burjuvazisini safdışı etti. İlk kez, bu ikisini eşit bir zemine oturtan, temmuz monarşisini meşru monarşiyle birleştiren ve mülkiyetin iki ayrı egemenliğini bir tek egemenlik halinde kaynaştıran parlamenter cumhuriyettir. Louis-Philippe zamanında burjuvazinin ayrıcalıklı bölümü egemenliğini, tahtın gölgesinde gizliyordu. Parlamenter cumhuriyette, burjuvazinin egemenliği, bütün öğelerini birleştirdikten ve kendi alanını sınıfının alanı haline getirdikten sonra, bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı. Böylece, bizzat (sayfa 571) devrimin, ilkönce, burjuva sınıfının egemenliğinin en geniş, en genel, ve en tam ifadesini kazanacağı ve bu bakımdan da gene bu egemenliğin geri dönmek umudu kalmamacasına yıkılacağı biçimi yaratması gerekti.
İşte ancak o zaman Şubatta, orleancı burjuvaziye, yani burjuvazinin en canlı kesimine karşı verilen mahkümiyet kararı uygulandı. Ve yalnız o zaman, parlamentosuyla, barosuyla, ticaret mahkemeleriyle, taşra temsilcilikleriyle, noterlikleriyle, üniversitesiyle, kürsüsüyle ve adaleti ile, basınıyla ve edebiyatıyla, yönetimden gelen gelirleriyle olağandışı fırsatlarda yargıçlık gelirleriyle, subay aylıklarıyla, ve devlet rantlarıyla, ruhuyla ve bedeniyle yenildi. Blanqui, devrimin ilk istemi olarak burjuva muhafızların dağıtılmasını koymuştu, ve Şubatta, onu yolundan alıkoymak için devrime el uzatan burjuva muhafızlar, aralık ayında sahneden kayboldular. Panthéon’un kendisi, yeniden, sıradan bir kilise haline geldi. Burjuva düzeninin son biçimi ile birlikte, onun 18. yüzyıldaki ilk yol göstericilerini birer aziz haline getirmiş olan büyü de bozuldu.
Paris proletaryası, neden 2 Aralıktan sonra ayaklanmadı?
Çünkü burjuvazinin düşüşü ancak yeni karar altına alınmıştı ve kararname henüz yerine getirilmemişti. Proletaryanın herhangi ciddi bir ayaklanması, onu derhal yeniden yaşama döndürecek, ordu ile de arayı düzelterek, işçilere, ikinci bir haziran bozgununa patlayacaktı.
4 Aralıkta, proletarya, burjuvalar ve bakkallar tarafından, savaşıma kışkırtıldı. Daha o günün akşamı, birçok ulusal muhafız lejyonları, üniformasını giyinmiş ve silahını kuşanmış olarak savaş alanında hazır bulunmaya söz verdiler. Burjuvalar ve bakkallar, gerçekten de Bonaparte’ın 2 Aralık kararnamelerinden birinde gizli oyu yürürlükten kaldırdığını ve seçmenlere, resmi kayıtlarda adlarının yanına “evet” ya da “hayır” yazmayı emrettiğini farketmişlerdi. 4 Aralık direnişi Bonaparte’ın gözünü korkuttu. Gece boyunca sokakların herbir köşesine, gizli oyun yeniden yürürlüğe konduğunu bildiren afişler yapıştırttı. Burjuvalar ve bakkallar o anda ereklerine vardıklarını sandılar ve ertesi gün ortalıkta görünmeyenler, burjuvalarla bakkallar oldu. (sayfa 572)
1 Aralığı 2 Aralığa bağlayan gece, Bonaparte’ın ani bir baskını ile Paris proletaryası, barikat komutanlarından yoksun bırakılmıştı. 1848 ve 1849 Haziranlarının ve 1850 Mayısının anıları, montanyarların bayrağı altında savaşma isteklerini yok eden ve subaysız bir ordu haline gelmiş bulunan Paris proletaryası, Paris’in başkaldırıcı şerefini kurtarma işini, öncülerine, gizli demeklere bıraktı, ve burjuvazi başkenti başıboş askere öyle kolaylıkla teslim etti ki, Bonaparte, daha sonra, anarşistlerin ulusal muhafızın silahlarını kendisine karşı kullanmalarından korktuğu gibi alaycı bir bahane ile ulusal muhafızın silahlarını elinden alabildi.
“C’est le triomphe complet et définitif du socialisme!”[43*] Guizot böyle nitelendirmişti 2 Aralığı. Ama parlamenter cumhuriyetin devrilmesi tohum halinde proleter devriminin zaferini içinde taşısa da bu böyledir diye parlamenter cumhuriyetin devrilmesinin elle tutulur ilk sonucu, hiç de Bonaparte’ınparlamentoya karşı, yürütme gücünün yasama gücüne karşı, düpedüz şiddetin, sözün şiddetine karşı zaferi olmaktan geri kalmadı. Parlamentoda ulus, genel iradesini bir yasa katına yükseltiyordu, yani bu demektir ki, egemen sınıfın yasasını kendi iradesi yapıyordu. İktidar karşısında, ulus, her türlü özel iradeden vazgeçiyor ve yabancı bir iradenin, otoritenin emrine boyun eğiyor. Yürütme gücü, yasama gücünün tersine, ulusun özerkliğine karşıt olarak, dışardan, başkasından gelen otoriteyi, ulusun başkasının koyduğu yasalara göre davranma durumunu ifade eder. Böylece, Fransa, bir bireyin zorbalığı altına, hatta yetkesiz bir bireyin yetkesi altına girmek üzere bir sınıfın zorbalığından kurtulmuş gibi oldu. Savaşım yatışmış göründü, şu anlamda ki, bütün sınıflar, aynı derece,güçsüz ve sessiz, tüfek dipçikleri karşısında dize geldiler.
Ama devrim, işi, sonuna kadar götürür. O, araftan (purgatoire) ancak henüz geçiyor. İşini yöntemle yürütüyor. 2 Aralık 1851’e kadar hazırlıklarının ancak yarısını tamamladı, şimdi de öteki yarısını tamamlıyor. Onu devirebilmek için önce parlamenter iktidarı yetkinleştiriyor. Bir kez bu (sayfa 573) ereğe varıldıktan sonra, yürütme gücünü yetkinleştiriyor, onu en yalın ifadesine indirgiyor, onu tecrit ediyor, bütün tahrip kuvvetlerini onun üzerine toplayabilmek için bütün kendi kusurlarını ona yöneltiyor, ve, o, hazırlık çalışmasının ikinci yarısını tamamladığı zaman, Avrupa yerinden sıçrayacak ve bayram edecek: “İyi kavramışsın ihtiyar köstebek!”[44*]
Askeri ve bürokratik muazzam örgütü ile, karmaşık ve yapma devlet mekanizması ile, yarım milyon insandan bir memurlar ordusu ve bir ikinci beş yüz bin askerlik ordusu ile, bu yürütme gücü, Fransız toplumunun bütün bedenini bir zar gibi saran ve bütün deliklerini tıkayan bu korkunç asalak yapı, mutlak krallık döneminde, devrilmesine yardım ettiği feodalitenin sona erişinde meydana geldi. Büyük toprak sahiplerinin ve kentlerdeki büyük mülk sahiplerinin senyörlük ayrıcalıkları, devlet iktidarına özgü birçok özel nitelikler haline dönüştüler; feodalitenin ileri gelenleri, maaşlı devlet görevlileri oldular; çelişkili ortaçağ hükümdarlık haklarının alacalı haritası, işleyişi bir fabrikadaki gibi bölüştürülmüş ve bir merkezden yönetilen bir devlet iktidarının çok iyi ayarlanmış planı oldu. Ulusun burjuva birliğini kurmak için bütün bağımsız yerel, bölgesel, belediyelere ve taşra illerine değgin iktidarları yıkmak görevini benimseyen birinci Fransız Devrimi, zorunlu olarak mutlak krallık tarafından başlatılan işi, hükümet iktidarının merkezileşmesi, ama aynı zamanda genişliği, özel nitelikleri, ve aygıtı işini zorunlu olarak geliştirecekti. Napoléon, bu devlet mekanizmasının yetkinleşmesi işini tamamladı. Meşru monarşi ile temmuz monarşisi, bunu, ancak, işbölümü burjuva toplumu içinde yeni çıkar grupları yarattığı ve dolayısıyla da devlet yönetimi için yeni bir malzeme doğurduğu ölçüde, gitgide artan daha büyük bir işbölümü eklediler. Bir köprüden bir okul binasından, ve en küçük bir köyün köy mülkiyetinden demiryollarına, ulusal zenginliklere ve üniversitelere kadar her ortak çıkar derhal toplumdan ayrıldı, üstün çıkar, genel çıkar olmak sıfatıyla, topluma karşı tutuldu, toplum üyelerinin inisiyatifinden çıkarıldı ve hükümet eyleminin konusu haline getirildi. Sonunda, parlamenter cumhuriyet, (sayfa 574) kendini, devrime karşı savaşımında baskı önlemleri ile hükümet iktidarının eylem olanaklarını ve merkezleşmesini kuvvetlendirmek zorunda gördü. Bütün siyasal devrimler, bu makineyi kıracakları yerde, yetkinleştirmekten başka bir şey yapmadılar. Ardarda iktidar uğruna savaşan partiler bu muazzam devlet yapısını ele geçirmeyi, kazananın en birinci ganimeti saydılar.
Ama, mutlak monarşi zamanında, Birinci Devrim sırasında ve Napoléon zamanında bürokrasi, burjuvazinin sınıf egemenliğini hazırlama aracından başka bir şey değildi. Restorasyon döneminde, Louis-Philippe zamanında, parlamenter cumhuriyette, bürokrasi, kendi başına bağımsız bir güç oluşturma yolundaki çabaları ne olursa olsun, egemen sınıfın bir aleti idi.
Ancak İkinci Bonaparte zamanındadır ki, devlet, tamamıyla bağımsız olmuş gibi görünür. Devlet makinesi, burjuva toplumun karşısında o kadar güçlenmiştir ki, başında, 10 Aralık derneğinin, yabandan gelerek kaderin cilvesiyle şövalye olan, şarap ve sucukla satın alınmış ve durmadan da önüne sucuk atılması gereken başıbozuk askerin şan kazandırdığı liderinin bulunması ona yetiyor. Fransa’nın göğsünü sıkıştıran ve soluğunu kesen korkunç yılgınlık ve aşağılanma duygusunu, karanlık umutsuzluğu açıklayan da budur. Fransa kendini namusu lekelenmiş olarak hissetmektedir.
Bununla birlikte, devlet iktidarı havada durmaz. Bonaparte, çok belirli ve üstelik de Fransız toplumunun en kalabalık sınıfını, yani küçük toprak sahibiköylüleri temsil etmektedir.
Nasıl ki, Bourbon’lar büyük toprak mülkiyetinin hanedanı olmuşlardı, nasıl ki, Orleans’lar, paranın hanedanı olmuşlardı, Bonaparte’lar da köylülerin, yani Fransız halk kitlesinin hanedanıdırlar. Köylülerin seçtiği adam olarak burjuva parlamentosuna boyun eğen Bonaparte değildi, ama Bonaparte bu parlamentoyu dağıtmış olandı. Üç yıl boyunca, kentler, 10 Aralık seçiminin anlamını değiştirmeyi, bozmayı ve imparatorluğun yeniden diriltilmesini köylülerin elinden çalmayı başarmışlardı. Bunun içindir ki, 2 Aralık 1851 darbesi, 10 Aralık 1848 seçimlerini tamamlamaktan başka bir şey yapmadı. (sayfa 575)
Küçük köylüler, üyelerinin hepsi aynı koşullar içinde yaşayan ama birbirleriyle gerçek ilişkilerle birleşmemiş bulunan muazzam bir kitle meydana getirir. Onların üretim tarzları, onları, karşılıklı ilişkiler kurmaya götüreceği yerde, birbirlerinden ayırır. Küçük köylülerin bu tecrit edilmiş durumu, Fransa’da ulaşım araçlarının kötü durumu ve köylülerin yoksulluğu yüzünden daha da ağırlaşır. Küçük bir tarlanın işletilmesi, hiç bir işbölümüne, hiç bir bilimsel yöntem kullanılmasına elvermez, bu bağımdan da, hiç bir gelişim çeşitliliğine, hiç bir yetenek değişikliğine, toplumsal ilişkilerde hiç bir zenginliğe elverişli değildir. Köylü ailelerinin herbiri, hemen hemen tamamıyla kendi kendisine yeter, tükettiğinin en büyük bölümünü doğrudan doğruya kendisi üretir, böylece geçim araçlarını, toplumla bir değiş-tokuştan çok doğa ile yaptığı değişim yoluyla sağlar. Tarla, köylü, ailesi; onun yanında bir başka tarla, bir başka köylü ve bir başka aile. Bu ailelerden belli bir miktarı bir köy meydana getirir, belli bir miktar köy de bir idari birimi oluşturur. Böylece, Fransız ulusunun büyük kitlesi, aynı cinsten büyüklüklerin basit bir toplamı ile, hemen hemen patates dolu bir çuvalın bir çuval patates meydana getirmesi gibi, aynı biçimden oluşmuştur. Milyonlarca köylü ailesi, onları birbirlerinden ayıran ve onların yaşayış tarzlarını, onların çıkarlarını ve onların kültürlerini toplumun öteki sınıflarınınkilerle karşı karşıya getiren ekonomik koşullar içinde yaşadıkları ölçüde, bir sınıf meydana getirirler. Ama, küçük köylüler arasında ancak yerel, yani yaşadıkları yerden ileri gelen bir bağ olduğu ve onların çıkarlarının benzeşmesi onlar arasında hiç bir ortaklık, hiç bir ulusal bağ, hiç bir siyasal örgütlenme yaratmadığı ölçüde de bir sınıf meydana getirmezler. Bunun içindir ki, onlar, kendi sınıf çıkarlarını kendi adlarına, ister bir parlamentonun aracılığı ile, ister bir meclisin aracılığı ile savunacak durumda değildirler. Onlar, kendi kendilerini temsil edemezler, temsil edilmek zorundadırlar. Onların temsilcileri, onlara, aynı zamanda, kendilerini öteki sınıflara karşı koruyan ve onlara yukarıdan yağmuru ve güneş ışığını gönderen efendileri gibi, üstün bir yetkili gibi, mutlak bir hükümet gücü gibi görünmelidir. Şu halde, küçük toprak sahibi köylülerin politik etkisi, en yüce ifadesini, toplumun yürütme gücüne (sayfa 576) bağımlılığında bulur.
Tarihsel gelenek, Fransız köylülerinin kafasında şöyle mucizevi bir inanç yarattı: Napoléon adını taşıyan bir adam, onlara, bütün gözkamaştırıcı parlaklıklarını geri verecekti. Ve, Napoléon yasasının “La recherche de la paternité est interdite.”[45*] diyen maddesine uygun olarak, Napoléon adını taşıdığı için, kendini bu Napoléon olarak satan biri bulundu. Yirmi yıl serserilikten ve bir sürü bayağı serüvenlerden sonra, efsane gerçekleşti ve bu adam, Fransızların imparatoru oldu. Yeğenin sabit fikri gerçekleşti, çünkü bu, Fransız halkının en kalabalık sınıfının sabit fikrine denk düşüyordu.
Ama, peki ya Fransa’nın yarısındaki köylü ayaklanmaları, ya köylülere karşı askeri seferler, köylülerin kitle halinde hapsedilmeleri, sürülmeleri? diye karşı çıkılabilir.
Louis XIV’ten beri, Fransa, “demagojik dolaplar için”, köylülerin böyle zulümlere uğradıklarını görmedi.
Ama yanlış anlamayalım. Bonaparte’lar hanedanı devrimci köylüleri temsil etmez, tutucu köylüleri temsil eder; küçük tarla ile temsil edilen toplumsal varlık koşullarından kurtulmak isteyen köylüyü temsil etmez, tersine, bu koşulları kuvvetlendirmek isteyen köylüyü temsil eder; enerjisi ile, kentlerle yapacağı sıkı güçbirliği halinde eski toplumu devirmeyi isteyen kır halkını değil, tersine, bu eski düzenin içine sımsıkı kapanmış, hapsolmuş, kendisi ve tarlası imparatorluk heyulası tarafından kurtarılsın ve kayırılsın isteyen köylüyü temsil eder. Bonaparte’ların hanedanı, köylünün ilerlemesini değil dayanaksız boş inanı, yargısını değil peşin yargısını, geleceğini değil geçmişini, Cévennes’lerini[302] değil, modern Vendée’sini[246] temsil eder.
Parlamenter cumhuriyetin üç yıllık sert yönetimi Fransız köylülerinin bir bölümünü Napoléon yanılsamasından kurtarmıştı ve her ne kadar yüzeysel bir biçimde olsa da onları devrimcileştirmişti, ama onlar ne zaman harekete geçtilerse, burjuvazi, onları, şiddetle geri püskürttü. Parlamenter cumhuriyet zamanında, Fransız köylülerinin modern bilinci geleneksel bilinci ile çatışma haline geldi. Süreç, öğretmenler ile rahipler arasında aralıksız bir savaşım biçiminde (sayfa 577) de sürdü. Burjuvazi öğretmenlere vurdu. Köylüler, ilk kez, hükümetin eylemi karşısında, bağımsız bir tutum benimsemeye çalıştılar. Bu muhalefet, belediye başkanları ile valiler arasındaki sürekli çekişmelerde kendini gösterdi. Burjuvazi, belediye başkanlarını görevlerinden aldı. Sonunda, köylüler parlamenter cumhuriyet dönemi boyunca, çeşitli yerlerde kendi öz yavrusuna, orduya karşı ayaklandılar. Burjuvazi, onları, sıkıyönetim ve idamlarla cezalandırdı ve şimdi de, bu aynı burjuvazi, yığınların, Bonaparte uğruna kendisine ihanet eden “vile multitude”ün[46*] alıklığına yanıp yakılıyor. Köylü sınıfın Imperialismus’unu[47*] alabildiğine güçlendiren, bu köylü dinine vücut veren koşulları olduğu gibi saklayan burjuvazinin kendisidir. Elbette ki, burjuvazi, yığınların ahmaklığından ancak tutucu olarak kaldıkları sürece korkabilir, zekalarından ise onlar devrimci olur olmaz korkmaya başlar.
Hükümet darbesinin ertesinde meydana gelen ayaklanmalarda, Fransız köylülerinin bir bölümü, silah elde, kendi 10 Aralık oylarını protesto ettiler. 1848’den beri geçirdikleri deneyler onları akıllandırmıştı. Ne var ki, onlar, kendilerini tarihin cehennemine teslim etmişlerdi ve tarih de onları hemen teslim aldı. Ayrıca, köylülerin çoğunluğu kendi yanılsamalarının o ölçüde tutsağı idiler ki, hâlâ, en kızıl illerde köylü nüfus, açıkça Bonaparte için oy verdi. Onlara göre, Ulusal Meclis, Bonaparte’ı hareketten alıkoymuştu, ve o, düpedüz, kentlerin, kırların iradesini hapsettiği bağları koparmıştı. Köylüler, yer yer, Napoléon’un yanına, bir de Konvansiyon koymak gibi acaip bir fikir bile besliyorlardı. Birinci devrim, yarı-serf köylüleri özgür toprak sahipleri durumuna dönüştürdükten sonra, Napoléon, kısmetlerine çıkan toprakları rahat rahat işletmelerini ve toprak sahibi olmanın çocukça coşkusunu tadabilmelerini sağlayacak koşulları düzenledi ve sağlamlaştırdı. Ama işte tam da köylünün bu tarlası, toprağın bölünmesi, Napoléon’un sağlamlaştırdığı bu mülkiyet (sayfa 578) biçimidir ki, şimdi Fransız köylüsünü yıkıma götürüyor. Fransız feodal köylüsünü küçük toprak sahibi köylü ve Napoléon’u da imparator yapan maddi koşullar, açıkça bunlardır. Şu kaçınılmaz sonucu: yani tarım koşullarının gitgide ağırlaşması, tarımcının gitgide daha çok borçlanması sonucunu yaratmak için iki kuşak yetti. 19. yüzyılın başında, Fransız köylü nüfusunun özgürlüğünün ve zenginleşmesinin zorunlu koşulu olan bu “napolyonca” mülkiyet biçimi, yüzyıl boyunca, köylünün köleliğinin ve yoksullaşmasının en birinci nedeni haline geldi. Ve işte İkinci Bonaparte’ın savunmak durumunda olduğu “idées napoléoniennes”in[48*] birincisi kesinlikle budur. İkinci Bonaparte, köylülerin yıkımlarının nedenini, bizzat küçük toprak mülkiyetinde değil de, onun dışında ikincil sıradan koşulların etkisinde aramak gerektiği yanılsamasını paylaşmakta devam ederse, girişeceği bütün deneyimler, üretim ilişkilerine dokunur dokunmaz, köpük balonları gibi yok olacaklardır.
Küçük toprak mülkiyetinin ekonomik gelişmesi köylülüğün toplumun öteki sınıfları ile ilişkilerini tepeden tırnağa altüst etmiştir. Napoléon zamanında, toprağın parçalara bölünmesi, kentlerdeki serbest rekabet ve ilk adımlarını atan büyük sanayi sistemini kırda da tamamlamaktan başka bir şey yapmamıştır. Köylü sınıfının yararlandığı kayırılma bile, yeni burjuva toplumunun çıkarına idi. Yeni yaratılan bu sınıf, burjuva düzeninin, kentlerin kapılan dışında da uzanması, burjuva düzeninin ülke çapında gerçekleşmesi idi. Bu sınıf, yeni devrilmiş olan toprak aristokrasisine karşı her yerde hazır bulunan bir protesto oluşturuyordu. Eğer o iltimaslı bir muamele gördüyse, kendisi de, bütün öteki sınıflardan daha fazla olmak üzere, feodallerin yeniden kalkınmalarına karşı bir saldırı üssü sağlıyordu. Küçük toprak mülkiyetinin Fransız toprağına saldığı kökler, feodalitenin bütün besinini alıyordu elinden. Onun kurduğu engeller, burjuvazi için, eski feodal beylerin her türlü saldırgan geri dönüşlerine karşı, doğal bir sur oluşturuyordu. Ama 19. yüzyıl boyunca, kent tefecileri feodal beylerin; ipotek, toprağa bağlı feodal yükümlülüklerin; burjuva sermayesi ise aristokratik (sayfa 579) toprak mülkiyetinin yerini aldı. Köylünün küçük toprak parçası, artık, kapitaliste topraktan kâr, faiz ve rantı çekip almasına ve köylünün kendisine de nasıl olup da gündeliğini çıkarabileceğinin tasasını bırakmasına olanak veren bir bahaneden başka bir şey değildir. Toprak üzerine binen ipotek borçları, Fransız köylüsünü, İngiltere’nin bütün kamu borçları faizi kadar önemli bir ödeme yapmak zorunda bırakmaktadır. Kendi gelişmesi, onu, kaçınılmaz olarak, sermayeye karşı bir kölelik durumuna sokan küçük toprak mülkiyeti, Fransız ulusunu birer mağara adamları durumuna getirdi. Onaltı milyon köylü (kadınlar ve çocuklar dahil) mağaralarda oturuyorlar, bu mağaraların büyük bir kısmının yalnız bir deliği var, küçük bir kısmının ise sadece iki ve en iyi olanların da ancak üç. Oysa bir baş için beş duyu ne ise, bir ev için de pencereler aynı şeydir. Yüzyılın başında, devleti, defne dalları ile gübrelediği yeni açılmış küçük tarlanın savunmasını gözetmekle yükümlü bir nöbetçi yapan burjuva düzeni, bugün, onun kanını ve iliğini emen ve onları sermayenin simyacı kazanına atan bir vampir olmuştur. Napoléon yasa sistemi artık hacizlerden ve zorunlu satış yasasından başka bir şey değil. Fransa’daki dört milyon (çocuklar vb. dahil) resmi yoksul, serseri, ağır suç işlemiş adam ve fahişelerin sayısına, bir de uçurumun kenarında takılı kalmış ve, ya kendisi köyde oturup durmadan denkleri ve çoluk çocukları ile kentlere göçen, ya da kentte oturup köye giden beş milyon ekleniyor. Bu durumda köylülerin çıkarı, Napoléon zamanında olduğu gibi, artık burjuvazinin çıkarları ile ve sermaye ile uyum halinde değil, çelişik bulunuyor. Bu bakımdan, köylüler, doğal olarak, müttefiklerini ve yol göstericilerini, ödevi burjuva düzenini devirmek olan kentlerin proletaryasında buluyorlar. Ama kuvvetli ve mutlakhükümet, ki bu ikinci Napoléon’un uygulamaya koymak durumunda olduğu ikinci “idée napoléonienne”dir, kesinlikle bu “ordre matériel”i[49*] açıkça, kuvvet yoluyla savunmaya çağırmaktadır. Onun için, bu “maddi düzen”, Bonaparte’ın köylülere karşı bütün bildirgelerinde boyuna yinelenen bir slogan gibi iş görmektedir. (sayfa 580)
Sermayenin ona zorla kabul ettirdiği ipoteğin yanısıra, vergi de yüklenir küçük toprak mülkiyetinin sırtına. Vergi, bürokrasinin, ordunun, kilisenin, mahkemenin, kısaca bütün yürütme gücü aygıtının hayat kaynağıdır. Kuvvetli hükümet ve ağır vergiler, eşanlamlı iki terimdir. Küçük toprak mülkiyeti, kendi doğası gereği, çok güçlü ve çok kalabalık bir bürokrasiye temelden hizmet eder. Küçük toprak mülkiyeti, bütün ülke yüzeyinde eşit düzeyde ilişkiler ve kişiler yaratır, ve bu bakımdan da merkezi bir iktidar için bu aynı kitlenin her noktası üzerine aynı etkiyi uygulama olanağını doğurur. Halk yığını ile bu merkezi hükümet arasında yeralan, aracı, aristokratik tabakaları ortadan kaldırır. Dolayısıyla, her yandan, bu merkezi iktidarın dolaysız müdahalesine ve onun dolaysız organlarının işe karışmasına meydan verir. Nihayet, ne kırda, ne de kentte, iş bulamadıkları için bir çeşit saygıdeğer sadaka gibi memurluk görevleri araştıran ve bu görevlerin yaratılmasına yolaçan fazladan bir işsiz nüfus yaratır. Napoléon zamanında bu kalabalık hükümet personeli, yalnız doğrudan doğruya üretici değildi, şu anlamda ki, devletin kaldırdığı vergiler sayesinde, bu personel, yeni oluşan köylülük için, kamu işleri biçiminde, burjuvazinin kendi özel sanayiinin yardımı ile henüz gerçekleştiremediği şeyi gerçekleştiriyordu. Devlet vergisi, dolayısıyla, kent ile kır arasında değiş-tokuşu sürdürmek için gerekli bir zor aracı idi. Yoksa, küçük toprak sahibi köylü, Norveç,’te ve İsviçre’nin bir bölümünde olduğu gibi, kendi kendinden hoşnut bir kır adamı olarak kentli ile tüm ilişkisini keserdi. Napoléon, süngülerinin yardımı ile yeni pazarlar açarak ve Kıtayı yağma ederek, önceden kaldırılmış vergileri, ana parası ve faizi ile birlikte ödedi. Bu vergiler o zaman köylü sanayii için bir dürtü oluyordu, oysa şimdi bu sanayiin en son kaynaklarını da elinden alıyor, sonunda onu yoksulluğa karşı silahsız bırakıyorlar. Şeritlerle süslenmiş ve besili koskoca bir bürokrasi, işte İkinci Bonaparte’ın en çok hoşuna giden “idée napoléonienne”. Nasıl hoşuna gitmesin ki, o kendisini, toplumun gerçek sınıfları yanında, kendi rejiminin devamını, kendisi için bir peynir ekmek sorunu haline gelen yapma bir kast yaratmak zorunda görüyor. Onun için son işlemlerinden biri de, memurların aylıklarının yeniden eski (sayfa 581) düzeyine yükseltilmesi ve yeni bir yiyim kapısı yaratılması oldu.
Bir başka “idée napoléonienne” hükümet aracı olarak, rahiplerin egemenliğidir. Yeni meydana gelmiş küçük toprak mülkiyeti, toplumla uyumu, doğa güçlerine karşı bağımlılığı ve kendisini yukarıdan koruyan otoriteye boyun eğişi ile doğal olarak dindar idiyse de, borçlar altında ezilen, toplum ile ve yüksek otorite ile arası bozulan, kendi dar sınırları dışına itilen küçük toprak mülkiyeti, doğal olarak dinsel değildir. Gökyüzü, henüz yeni ele geçirilen toprağın. önemsiz küçük parçasının pek hoş bir tamamlayıcısı idi, yağmuru ve güneş ışığını gönderiyordu. Ama gökyüzünün, küçük mülkiyetin yerini tutması istenirse, bu, bir hakaret olur. O andan itibaren rahip, artık yalnız İkinci Bonaparte zamanında, Napoléon zamanında olduğunun tersine, kentlerde, köylü rejiminin düşmanlarını gözlemekle değil, köyde, Bonaparte’ın düşmanlarını gözlemekle görevli yeryüzü polisinin kutsanmış köpeği gibi görünür. Roma’ya karşı sefer, gelecek kez, bizzat Fransa’da ama Bay de Montalembert’in istediğinden bambaşka bir doğrultuda olacak.
Temel “idée napoléonienne”, nihayet, ordunun üstünlüğü idi. Ordu, küçük köylülerin “le point d’honneur”[50*] idi, onlar dışarıda yeni mülkiyet biçimini savunurken, yeni kazandıkları milliyeti yüceltirken, dünyayı yağmalar ve altüst ederken, bizzat kahramanlara dönüşmüştüler. Üniforma onların kendi devlet giysisi idi, savaş onların şiiri, imgelemde uzatılan ve genişletilen tarla yurttu, ve yurtseverlik, mülkiyet duygusunun en ülküsel biçimiydi. Ama şimdi, Fransız köylüsünün, kendilerine karşı mülkiyeti savunmak zorunda olduğu düşmanlar, artık kazaklar değil, haciz memuru ve tahsildardı. Tarla, artık yurt denilen yerde değil, ipotek kayıtlarında bulunuyor. Ordunun kendisi bile, artık köylü gençliğin çiçeği değil, kır lümpen-proletaryasının bataklık çiçeğidir. Ordunun büyük bölümü, tıpkı İkinci Bonaparte’ın Napoléon’un yerini alması, onun yerine geçmesi gibi, başkalarının yerine bedel karşılığında asker olanlardan, başkalarının yerini alanlardan oluşuyor. Onun başarısı, şimdi, bir jandarma hizmeti olarak, köylüleri, dağ keçisi avlar gibi (sayfa 582) avlamaktan ibarettir, ve kendi sisteminin iç çelişkileri, 10 Aralık derneği başkanını Fransız sınırları dışına ittiği zaman, ordu, birkaç haydutluktan sonra, gittiği yerde, artık defne dalları devşirmeyecek, dayak yiyecek.
Görüldüğü gibi bütün “idées napoléoniennes”, henüz gelişmemiş ve henüz gençlik tazeliğindeki küçük toprak mülkiyetinin çıkarlarına uygun fikirlerdir. Yaşlılık aşamasına geçmiş küçük toprak mülkiyetinin çıkarları ile çelişiktirler. Bu fikirler küçük toprak mülkiyetinin cançekişme sanrılarından başka bir şey değildir, tümce biçimine dönüşen sözcüklerdir, hayalet biçimine geçen ruhlardır. Ama Fransız ulusunun kitlesini geleneğin ağırlığından kurtarmak, özgür kılmak ve devlet ile toplum arasında var olan çözümlenemez çelişkiyi bütün arılığı ile ortaya çıkarmak için, bir imparatorculuk taklidi zorunluydu. Küçük toprak mülkiyetinin gittikçe artan çöküşü ile birlikte, onun üzerine kurulan devlet yapısı da yıkılıyor. Modern toplumun gerektirdiği siyasal merkeziyet, ancak, eskiden feodalizme karşı savaşmak için türetilen hükümet aygıtının, askeri ve bürokratik aygıtın kalıntıları üzerinde yükselebilir. [Devlet aygıtının yıkılması, merkezileşmeyi tehlikeye düşürmeyecektir. Bürokrasi, henüz, karşıtının, feodalitenin etkisinde bulunan bir merkeziyetin alt ve kaba biçiminden başka bir şey değildir. Napoléon’un yeniden tahta çıkışından umutsuzluğu düşen Fransız köylüsü, kendi küçük işletmesine olan inancını yitiriyor, bu küçük mülkiyet üzerine kurulu bütün devlet yapısını deviriyor ve proletarya devrimi, böylece koroyu gerçekleştiriyor, bu koro olmadan onun solosu bütün köylü uluslarda bir cenazemarşı halini alıyor.][51*]
Fransız köylülerinin durumu, bize, İkinci Bonaparte’ı ,Sina tepesine götüren, ama yasaları almak için değil de vermek için götüren 20 ve 21 Aralık seçimlerinin sırrını açıklıyor. Doğrusunu[52*] isterseniz, Fransız ulusu, bu uğursuz günlerde, diz çöküp her gün “Aziz genel oy, bizim için dua ediniz!” diye yalvaran demokrasiye karşı çok büyük bir günah (sayfa 583) işledi. Genel oy hakkının tutkunları, besbelli ki, onların lehinde o kadar büyük şeyleri gerçekleştiren Bonaparte II’yi bir Napoléon’a, bir Saül’ül[303] bir Aziz Paul’e ve bir Simon’u[304] bir Aziz Pierre’e dönüştüren böyle şaşılası olağanüstü bir güçten vazgeçmek istemiyorlar. Halkın düşüncesi, onlarla, seçim sandığı aracılığı ile konuşuyor, Tanrının da peygamber Ezekiel[305] aracılığı ile kuru-kemiklerle konuşması gibi: Haec dicit dominus deus ossibus suis: Ecce, ego intro mittan in vos spiritum et vivelit. (Şöyle konuştu Ulu Tanrı kuru-kemiklerine: İşte, ben size ruh vereceğim, ve siz yaşayacaksınız!)
Burjuvazinin, açıkçası, o zaman, Bonaparte’ı seçmekten başka bir seçeneği yoktu. Zorbalık ya da anarşi. Elbette zorbalıktan yana kullandı oyunu. Constance’daki din bilginleri toplantısında,[306] püritenler, papaların sefih yaşayışlarından yakındıkları ve törelerde bir reform yapmanın zorunluluğu üzerine sızlandıkları zaman, kardinal Pierre d’Ailly, gök gibi gürleyen bir sesle haykırdi onlara: “Yalnız, şeytanın ta kendisi kurtarabilir Katolik Kilisesini, siz ise melekleri istiyorsunuz!” Onun gibi, Fransız burjuvazisi de darbenin ertesi günü bağırdı: Artık yalnız, 10 Aralık derneğinin başkanı kurtarabilir burjuva toplumunu! Artık yalnız hırsızlık kurtarabilir burjuva toplumunu! Yalnız piçlik, aileyi; düzensizlik, düzeni kurtarabilir![53*]
Kendini toplumdan bağımsız kılan bir yürütme gücü olarak, Bonaparte, misyonunun “burjuva toplumunun” güvenini sağlamak olduğunu hissediyor. Ama bu burjuva takımının gücü orta sınıftır. Onun içindir ki, kendisine, bu sınıfın temsilcisi gözüyle bakıyor, ve bu anlayışla kararnameler yayınlıyor. Ama Bonaparte’ın kendisi bir şeyse eğer, bu, orta sınıfın siyasal etkinliğini kırdığı ve her gün de kırmakta olduğu içindir. Onun içindir ki, kendisini, orta sınıfın siyasal ve edebi gücüne karşı hasım olarak görüyor. Ama, burjuvazinin maddi gücünü korumakla, onun siyasal gücünü yeniden yaratıyor. Bunun içindir ki, bir yandan, kendini gösterdiği her yerde sonucu yok ederken, nedeni alıkoyması (sayfa 584) gerekiyor. Ama bütün bunlar, neden ile sonuç arasında küçük küçük karışıklıklar olmadan yapılamıyor, çünkü biri ve öteki, karşılıklı etki ve tepkileri içinde ayırdettirici niteliklerini yitiriyorlar. Sınır ayrımı çizgisini silen yeni kararnameler bundan ileri geliyor. Aynı zamanda, Bonaparte, köylülerin ve genel anlamda halkın, burjuva toplumu sınırları içinde alt sınıflara mutluluk getirmek isteyen temsilcisi olmak sıfatıyla, kendini, burjuvaziye karşı görüyor. “Hakiki Sosyalistleri”[213] peşinen hükümete ilişkin bilgeliklerinden yoksun bırakan kararnameler bundan ileri geliyor. Ama Bonaparte, kendisini her şeyden önce, kendisinin de, çevresinin de, hükümetinin ve ordusunun da ait bulunduğu lümpen-proletaryanın, en birinci derdi kendi çıkarlarına özen göstermek ve Devlet Hazinesinden Kaliforniya piyangolarının biletlerini çekmek olan lümpen-proletaryanın temsilcisi olarak, 10 Aralık derneğinin başkanı olarak görüyor. Ve, kararnamelerle de, kararnameler olmadan da ve kararnamelere karşın da 10 Aralık derneğinin başkanı olduğunu olumluyor.
Adamın bu çelişik görevi, onun hükümetinin çelişkilerini, kimi kez şu ya da bu sınıfı kazanmaya, kimi kez de aşağılamaya çalışan ve en sonunda bütün sınıfları kendisine karşı ayağa kaldıran anlamsız o yanı bu yanı yoklayışlarını açıklıyor. Pratikteki bu kararsızlık, bellisizlik, hükümet işlerindeki buyurgan, kesin üslupla, körü körüne amcadan kopya edilen üslupla, çok komik bir karşıtlık meydana getiriyor.
Sanayi ve ticaret, dolayısıyla orta sınıfın işleri, kuvvetli bir hükümetin yönetiminde, sıcak bir serada imiş gibi serpilip gelişmelidir. Dolayısıyla, bir sürü demiryolu hattı imtiyazı verilmesi. Ama aynı şekilde bonapartçı lümpen-proletaryayı da zenginleştirmek gerekir. Dolayısıyla, borsada acemilerin demiryolları imtiyazları üzerine dolap çevirmeleri. Ama hiç bir sermaye, demiryolları yapımını finanse etmeye talip olmaz. Banka, demiryolu kumpanyalarının hisse senetleri üzerinden avans vermeye zorlanır. Ama aynı derecede banka, şahsen sömürülmek de istenir, onun için de pohpohlanır. Banka haftalık bilançosunu yayınlamak yükümünden bağışlanır. Bankanın hükümetle aslan payı antlaşması. Ama halka iş vermek gerekir. Dolayısıyla, kamu işleri yapılması emredilir. Ama kamu işleri halkın mali yükünü artırır. (sayfa 585) Dolayısıyla, yıllık devlet rantları (faizleri) %5’ten %4,5’a çevrilerek rant sahiplerinin zararına vergiler düşürülür. Ama birkaç parmak bal da orta sınıflara vermek gerekir. O halde şarap vergisi, şarabı “au detail”[54*] satın alan halk için iki katına çıkartılır, şarabı “engros”[55*] içen orta sınıflar için yarıya indirilir. Mevcut işçi örgütleri dağıtılır, ama ortaklığın gelecekteki harikaları kutlanır. Köylülerin yardımına koşmak gerekir. O halde köylünün borçlanmasını ve mülkiyetinin tek elde toplanmasını kolaylaştıran toprak kredi bankaları kurulur. Ama bu bankalar, Orleans sülalesinin müsadere edilen malları üzerinden para elde edilmesine hizmet etmelidir. Ama hiç bir kapitalist, kararnamede bulunmadığından, böyle bir koşulu kabul etmek istemediği için, toprak bankası, basit bir kararname olarak kalır vb., vb..
Bonaparte, toplumun bütün sınıflarının ataerkil velinimeti olarak ortaya çıkmayı isterdi. Ama hiç bir sınıfa, öteki sınıftan almaksızın bir şey veremez. Tıpkı Frondel[278] çağında, bütün mallarını yandaşlarının kendisine karşı yükümlülük haline dönüştürdüğü için Guise dükü hakkında Fransa’nın en iyiliksever adamı denmesi gibi, Bonaparte da, Fransa’nın en iyiliksever adamı olmak ve Fransa’nın bütün mülkiyetini, bütün emeğini kendisine karşı kişisel bir yükümlülük haline dönüştürmek isterdi. Sonra gene Fransa’ya armağan etmek üzere, ya da daha doğrusu Fransız parasıyla yeniden satın almak üzere, bütün Fransa’yı çalmak isterdi, çünkü 10 Aralık derneği başkanı olmak sıfatıyla kendisine ait olması gerekeni satın alması gerekir. Bütün devlet kurumları, Senato, Danıştay, Yasama Organı, Légion d’honneur, asker madalyaları, genel çamaşırhaneler, kamu hizmetleri, demiryolları, erler hariç olmak üzere, ulusal muhafızın genelkurmayı, Orleans sülalesinin müsadere edilen malları,bütün bunlar alım-satım konusu haline geldiler. Ordudaki ve hükümet mekanizmasındaki her makam, bir satınalma aracı haline gelir. Ania Fransa’dan çalınmış olanın yeniden Fransa’ya verildiği bu sürecin en önemli özelliği, tedavül sırasında, 10 Aralık derneğinin liderinin ve üyelerinin ceplerine giden yüzdelerdir. Bay De Morny’nin (sayfa 586) metresi kontes L.’nin, Orleans sülalesinin mallarının müsaderesini nitelendirmek için kullandığı nükte: “C’est le premier vol[56*] de l’aigle”[57*] sözü, zaten artık kartal olmaktan çok bir karga olan bu kartalın bütün uçuşlarına uygulanabilir. Onun kendisi ve yandaşları, İtalyan azizinin, daha yıllar boyu tüketemeyeceği kadar bol olan mallarını büyük bir gösterişle sayıp duran cimriye verdiği öğüdü her gün birbirlerine yinelediler: “Tu fai il conto sopra i beni, bisogna prima far il conto sopra gli anni,”[58*] Yılların hesabında bir yanlış yapmamak için dakikaları sayıyorlar. Sarayda, bakanlıklarda, yönetimin ve ordunun başında tıklım tıklım bir maskaralar kalabalığıdır gidiyor, ve bu kalabalık için söylenebilecek en iyi şey, bunun, sırmalı giysileri içinde Soulouque’un en yüksek mevkideki kişilerinki gibi gülünç bir kasılmayla ayak altında dolanan gürültücü, kötü ün salmış, yağmacı, derbederler takımı olduğudur. Eğer bu kalabalığın ahlâkçısının Véron-Crevel [59*] ve düşünürünün de Granier de CassagnacC’est le roi des drôles”[60*] diye övmek alışkanlığındaydı. Bonaparte’ın sarayına ve kliğine ilişkin olarak, Kral Naipliğini[307] ya da Louis XV’i anımsamak yanlış olur. Çünkü “… Fransa daha önce de bir sürü metres hükümeti görmüştür: ama, henüz, hiç bir zaman bir hommes entretenus [61*] hükümeti görmedi.”
Durumunun gerektirdiği çelişkilerin baskısı altında, bir yandan Napoléon’un yerini dolduracak kişi olarak, bir hokkabaz gibi, kamuoyunun gözünü kendi üzerinde tutmak (sayfa 587) zorunluluğu altında, sürekli şaşkınlık yaratarak, yani her gün minyatür bir hükümet darbesi yapmak zorunluluğu altında, Bonaparte, bütün burjuva ekonomisinin altını üstüne getiriyor, 1848 Devrimi için ihlâl edilmez görünen her şeyi ihlâl ediyor; kimilerini devrime boyun eğmiş, kimilerini de devrim ister duruma getiriyor ve hükümet mekanizmasından hükümet mekanizması halesini çekip çıkartarak, onu hiçe sayarak, onu aynı zamanda hem rezil hem de gülünç ederek bizzat düzen adına anarşi yaratıyor. Paris’te Tréves’in (Trier’nin) Kutsal Libası’na[308] tapınmayı, Napoléon’un imparatorluk pelerinine tapınma olarak tazeliyor. Ama imparatorluk pelerini en sonunda Louis Bonaparte’ın omuzlarından düştüğü gün, Napoléon’un tunçtan heykeli, Vendöme dikilitaşının[257] tepesinden gümbürtüyle devrilecektir. (sayfa 588)

Aralık 1851-Mart 1832’de
Marx tarafından yazıldı

1852’de New-York’ta,Die Revolution, n° l’de yayınlanmıştır.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments