Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Ekim 17, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeFelsefe (Genel)Felsefenin Değeri Nedir ? | Bertrand Russell

Felsefenin Değeri Nedir ? | Bertrand Russell

Felsefe sorunları üzerindeki kısa ve çok eksik incelememizin sonuna geldiğimize göre, felsefenin değerinin nereden geldiği ve onun niçin öğrenilmesi gerektiği üzerinde düşünmekte yarar var. Birçok insanın, bilimin ya da yaşam uğraşlarının etkisi altında kalarak, felsefenin, ne yararı ne de zararı olan, önemsiz, kılı kırk yaran ayırmalardan ve bilinmesi olanaksız konular üzerindeki çalışmalardan başka bir şey olmadığını düşünme eğiliminde oldukları olgusu göz önünde tutulduğunda, bu soru üzerinde düşünmek daha da gerekli oluyor.

Felsefe üzerindeki bu görüş, bir yanıyla yaşamın amacı üzerindeki anlayıştan, bir yanıyla da felsefenin gerçekleştirmeye çalıştığı işlerin türünü yanlış anlamaktan kaynaklanır gibi görünüyor. Fizik bilimi, buluşları aracılığıyla, kendisinden tümüyle habersiz olan sayısız insana yararlı olur; yani fizik biliminin öğrenilmesi yalnızca ya da önce, öğrenen üzerindeki etkisinden değil, fakat genellikle insanlık üzerindeki etkisi yüzünden salık verilmelidir. Bu durumda felsefeye yararlılık düşmüyor. Eğer felsefe öğrenmenin, onu öğrenenlerin dışındakiler için bir yararı varsa, bu ancak dolaylı yoldan, onu öğrenenlerin yaşamları üzerindeki etkisi aracılığıyla olmalıdır. Bu yüzden, felsefenin değeri en başta, eğer öyle etkiler varsa, bu etkilerde aranmalıdır.

Fakat ayrıca eğer felsefenin değerini belirtme çabalarımızda başarısızlığa düşmek istemiyorsak, önce zihnimizi, yanlış olarak gerçekçi denilen adamların önyargılarından kurtarmalıyız. Bu sözcüğün genellikle kullanıldığı anlamda “gerçekçi” adam, yalnızca özdeksel gereksemeleri gözü gören, insanların bedenleri için beslenmeleri gerektiğini düşünüp de zihne de besin sağlamak gerektiğini unutan adamdır. Eğer bütün insanlar iyi durumda bulunsalardı, eğer yoksulluk ve hastalık olası en düşük düzeye düşürülmüş olsaydı, değer verilebilecek bir toplum kurabilmek için yapılacak yine çok şey kalmış olurdu; bugünkü dünyada bile, zihnin değerleri en az bedenin değerleri kadar önemlidir. Felsefenin değeri daha çok zihnin değerleri arasında aranmalıdır; ve felsefenin bir zaman savurganlığı olmadığına yalnızca zihnin değerlerine ilgisiz kalmayan insanlar inandırılabilir.

Felsefe de bütün öteki öğrenimler gibi, en başta bilgiyi amaç edinir. Onun amaçladığı bilgi, bilimlerin yapısına birlik ve dizge getiren ve bizim yargılarımızın, önyargılarımızın, kanılarımızın temellerinin eleştirel bir incelemesinin sonucu olan türden bir bilgidir. Fakat felsefenin, kendi sorunlarına kesin yanıtlar sağlama girişiminde çok büyük ölçüde başarı gösterdiği öne sürülemez. Eğer bir matematikçiye, bir mineralojiste, bir tarihçiye ya da herhangi bir bilim adamına, kendi biliminin ne gibi belirli somut doğrulara ulaştığı sorulsa, sizin dinleyebileceğiniz oranda uzun bir yanıt verebilir. Fakat aynı soruyu filozofa sorarsanız, eğer içtenlikliyse, kendi alanında öteki bilimlerin elde ettiği sonuçların elde edilemediğini açığa vuracaktır. Gerçi bu yanıyla, herhangi bir konuda kesin bilgi olanağı elde edilir edilmez bu konunun felsefe olmaktan çıkıp ayrı bir bilim sayılması olgusuyla açıklanabilir. Şimdi astronomiye giren bütün gökyüzü araştırmaları bir zamanlar felsefe içindeydi; Newton’ ın büyük yapıtının adı “Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri” ydi. Bunun gibi, insan zihninin araştırılması da ilk başta felsefenin bir bölümüyken, şimdi felsefeden ayrılarak ruhbilim olmuştur. Yani felsefedeki belirsizlik, büyük
ölçüde, gerçek olmaktan çok görünüştedir: Bugüne dek kesin yanıtlar bulmuş sorular bilimler içine alınmış, yalnızca şimdi kesin yanıtları bulunmayanlar felsefe denilen artığı oluşturmak üzere bırakılmışlardır.

Nedir ki bu, felsefedeki belirsizlikle ilgili doğrunun yalnızca bir yanıdır. Görebildiğimiz kadarıyla, insan zihninin güçleri şimdikinden tümüyle ayrı bir düzene ulaşmadıkça çözülmez olarak kalacak birçok sorunlar —bunlar arasında tinsel yaşamımız bakımından en büyük ilgiyi çekenler var— bulunuyor. Evrenin bir düzeni ve ereği var mıdır, yoksa o, atomların rastlantısal bir topluluğundan mı oluşuyor? Bilinç, evrenin bilgelikte sınırsız bir gelişme umudu veren bir bölümü müdür, yoksa üzerindeki yaşamın bir gün sona ereceği küçük bir gezegen üzerindeki geçici bir rastlantı mıdır? İyilik ve kötülük evren için de önemli midir, yoksa bunlar yalnızca insan için midir? Bazı filozoflar tarafından böyle sorular sorulmuş ve farklı filozoflar da bunlara çeşitli yanıtlar vermiştir. Fakat görünüşe göre, başka yanıtlar bulunsun ya da bulunmasın, filozoflarca verilen yanıtlardan hiçbiri tanıtlanabilir biçimde doğru değildir. Yine de, bir yanıt bulma olasılığı ne denli az olursa olsun, bu sorular üzerinde düşünmeyi sürdürmek, onların önemini bize anlatmak, yaklaşım biçimlerinin hepsini gözden geçirmek, evren üzerine duyduğumuz ve kendimizi kesinlikle kanıtlanabilecek bilgiyle sınırladığımızda yok olabilecek olan kurgusal ilgiyi canlı tutmak, felsefenin işlevinin bir bölümüdür.

Gerçi birçok filozof böyle temel sorunların kimi yanıtlarının doğruluğunu kanıtlayabileceklerini öne sürmüşlerdir. Din bakımından en önemli inançların doğruluklarının kesin tanıtlarla kanıtlanabileceğini kabul etmişlerdir. Böyle girişimler üzerinde yargıya varabilmek için insan bilgisinin bir incelemesini yapmak ve yöntemleriyle sınırları üzerinde bir düşünceye varmak gerekir. Böyle girişimler üzerinde yargıya varabilmek için insan bilgisinin bir incelemesini yapmak ve yöntemleri ile sınırları üzerinde bir düşünceye varmak gerekir. Böyle bir konuda dogmatik konuşmak doğru olmaz; fakat önceki bölümlerdeki irdelemelerimiz bizi yanıltmadıysa, dinsel inançlara felsefi kanıtlar bulma umudundan kaçınmak zorundayız. Bu yüzden, böyle sorulara verilen belli bir yanıtlar takımını felsefenin değerinin bir yanı olarak alamayız. Yani bir kez daha, felsefenin değeri, onu öğrenenlerin herhangi bir varsayımsal kesinlikle kanıtlanabilir bir bilgi yığını kazanmasına bağlı olmamalıdır.

Gerçekte felsefenin değeri, geniş biçimiyle, onun kesinliksizliğinde aranmalıdır. Felsefeye hiç ilgi duymamış biri ömrü boyunca, sağduyudan, kendi çağının ve ulusunun alışılmış düşüncelerinden ve kendi özgür usunun katkısı ya da onayı olmadan zihninde yer eden kararlardan türeyen önyargıların tutsağıdır. Böyle bir insan için dünya, belirli, sonlu ve açık olmaya dönüktür; sıradan nesneler bir sorun yaratmaz, alışılmamış olasılıklar hor görülerek bir yana atılır. Tersine, felsefeyle uğraşmaya başlar başlamaz, ilk bölümlerde gördüğümüz gibi, günlük yaşama en çok karışmış şeyler bile yanıtları çok eksik kalan sorulara götürür. Felsefe, ortaya koyduğu şüphelerin doğru yanıtlarını bize inandırıcı biçimde söyleyemese de, düşüncelerimizi genişleten ve onları alışkanlıkların zorbalığından kurtaran birçok olanaklar ortaya koyabilir. Böylece, şeylerin ne olduğu üzerindeki kesin inançlarımızı zayıflatırken, ne olabilecekleri üzerindeki bilgimizi büyük ölçüde artırır; kurtarıcı şüphe alanında hiç yolculuk etmeyenlerin bir ölçüde kibirli doğmacılıklarını yok eder ve alışılmış şeyleri alışılmamış yüzleriyle göstererek merak duygumuzu canlı tutar.

Düşünülmemiş olanakları ortaya koymadaki yararı bir yana, felsefenin bir yararı da —belki başlıca yararı— üzerinde durduğu şeylerin yüceliğinde ve bunların sonucu olarak dar ve kişisel amaçlardan kurtulmaktadır. İçgüdüsüyle yaşayan bir insanın yaşamı, kendi özel çıkarlarının alanı içine kapanmıştır; buraya aile ve dostlar alınabilir, fakat dış dünyaya, içgüdüsel istekler alanına giren şeylere yardım ya da destek sağlamadığı sürece bakılmaz. Felsefeci yaşamın dinginliği ve Özgürlüğü yanında, böyle bir yaşamda hastalıklı ve sınırlı bir şey vardır. İçgüdüsel ilgilerin özel dünyası, ergeç onu yerle bir edecek olan büyük ve güçlü bir dünya ortasında bulunan küçük bir dünyadır. Biz ilgilerimizi bütün dış dünyayı da kapsayacak biçimde genişletmedikçe, kuşatılmış bir kaledeki birliğe benzeriz —düşmanın kaçışı engellediğini, sonunda teslim olmanın kaçınılmazlığını bilen bir birlik- . Böyle bir yaşamda barış yoktur, isteklerin direnişiyle istencin güçsüzlüğü arasında sürekli bir çekişme vardır. Eğer yaşamımızın yüce ve Özgür olmasını istiyorsak, şu ya da bu yoldan, bu tutsaklık ve çekişmeden kurtulmamız gerekir.

Kurtuluş yollarından biri felsefi düşünceye dalmadır. Felsefi düşünceye dalma, geniş görüşle, evreni iki düşman kampa —dost ve düşman, yararlı ve zararlı, iyi ve kötü— bölmeksizin her şeye yansız olarak bakar. Felsefi düşünceye dalma katışıksız olduğunda evrenin geri kalanının da insan için olduğunu kanıtlamaya kalkmaz. Her bilgi kazanma Benlik’ in genişlemesidir, fakat bu genişleme onu doğrudan doğruya aramadıkça daha iyi sağlanır. Bu genişleme, bilgi isteğinin tek başına işlemesiyle, daha başlangıçta ereklerinin hangi niteliklerde olması gerektiğini bulmayı hedeflemeyen, tersine Benlik’ i ereklerinde bulduğu niteliklere uyduran bir çalışmayla elde edilir. Benlik’ in bu genişlemesi, Benlik’ i olduğu gibi alırken , dünyanın bu benlik’ e çok benzemesi yüzünden onun bilgisinin de, yabancı görünen şeyleri kabul etmeksizin olası olduğunu göstermeye çalıştığımız zaman elde edilmez. Bunu kanıtlamaya çalışmak bir kendini beğenme biçimidir ve her kendini beğenme gibi, Benlik’ in kendi istediği ve gerçekleştirebileceğine inandığı büyüme için bir engeldir. Başka yerlerde olduğu gibi felsefi kurgulamada da kendini beğenme dünyayı kendi amaçlan için bir araç olarak görür; böylece dünyaya Benlik’ ten daha az önem verir ve Benlik de onda bulunan şeylerin büyüklüğüne sınır çeker. Düşünceye dalmada ise tersine, Benlik olmayandan başlarız ve bunun genişliği yüzünden Benlik’ in sınırları da genişlemiştir; evrenin sonsuzluğu yoluyla, evren üzerinde düşünceye dalan zihin de sonsuzluktan bir pay alır.

Bu sebeple, ruhun büyüklüğü evreni insana uyduran türden felsefelerle beslenmez. Bilgi, Benlik ile Benlik olmayanın bir birlik biçimidir; her birlikte olduğu gibi, tek yanlı egemenlikten, yani evreni kendi içimizde bulduğumuz şeye uymaya zorlama girişiminden bozulur. İnsanın her şeyin ölçüsü olduğu, doğrunun insan yapısı olduğu, uzamla zamanın ve tümeller dünyasının zihnin malı olduğu, zihnin yaratmadığı şeylerin bilinemez ve bu yüzden de önemsiz olduğu görüşünü benimseyen yaygın bir felsefi eğilim vardır. Eğer bundan önceki tartışmalarımızın verdiği sonuçlar doğruysa bu görüş yanlıştır; fakat yanlış olmasının dışında, Ben’in düşünceye dalmasını engellediği için felsefi düşünceye dalmayı ona değer kazandıran her şeyden yoksun bırakmak gibi bir etkisi vardır. Onun bilgi dediği şey, Ben-olmayan ile bir birleşme değil, bizimle dışımızdaki dünya arasına geçirimsiz bir perde çeken bir önyargılar, alışkanlıklar ve istekler kümesidir. Böyle bir bilgi kuramından haz alan insan, sözünün yasa yerine geçmeyeceğinden korktuğu için evinin çevresinden çıkamayan birisi gibidir.

Gerçek felsefi düşünceye dalma ise, tersine, Benlik-olmayanın her genişlemesinde, üzerinde düşünceye dalınan her nesneyi ve dolayısıyla da düşünceye dalan özneyi yücelten her şeyde doyum bulur. Düşünceye dalmada, kişisel ve özel olan her şey, alışkanlığa, çıkar duygusuna ve isteklere bağlı her şey konuyu çarpıtır ve usun aradığı birliği bozar. Böylece, kişisel ve özel şeyler özneyle nesne arasına bir engel koyarak anlık için bir tutsaklık yaratırlar. Özgür us Tanrı’ nın gördüğü gibi, burda ve şimdi olmaksızın, umutsuz ve korkusuz, alışılmış inançların ve geleneksel önyargıların engeline takılmadan, dingin, tutkusuz, yalnız ve yalnız bilgi isteğiyle görür — nesnel, tamamıyla düşünceye dalmadan gelen, insanın elde edebileceği bilgi isteğiyle. Bu yüzden yine us, içine özel tarihin rastlantılarının karışmadığı soyut ve evrensel bilgiye, duyulardan gelen ve bu tür bilgilerin gereği olarak dar ve kişisel bir görüş biçimine ve bildirdikleri kadar da çarpıtan duyıı-verileriyle işleyen bir bedene bağlı olan bilgiden daha çok değer verecektir.

Felsefi düşünceye dalışın özgürlük ve yansızlığına alışan zihin, eylem ve tutkuların dünyası için de ayni özgürlük ve yansızlıktan bir şeyler saklayacaktır. Amaç ve isteklerini, geri kalan kısmı hiçbir insanın edimlerinden etkilenmeyen bir dünyada bölünemez küçüklükte parçalar olarak görmenin sonucu olan bir direniş yokluğuyla, bir bütünün parçaları olarak görecektir. Düşünceye dalmada katışıksız bir doğruluk arzusu olan parçalanmazlık, zihnin, eylemde adaletle ve duygulanımda ise, yalnız yararlı olana ve sevilenlere değil, herkese birden sunulabilecek olan o evrensel aşkla aynı olan niteliğidir. Böylece, düşünceye dalma yalnız düşüncelerimizin nesnelerini değil, eylem ve duygularımızın nesnelerini de genişletir; bizi, bütün diğerleriyle savaş durumunda bulunan, duvarlarla çevrili bir kentin değil, evrenin yurtaşı yapar. İnsanın gerçek özgürlüğü ile dar umutların ve korkuların köleliğinden kurtuluşu, bu evren yurttaşlığında yatar.

Böylece, felsefenin değeri üzerindeki tartışmamızı özetlersek: Felsefe, onun sorularına kesin yanıtlar almak için değil —çünkü kural olarak kesin yanıtların doğruluğu bilinemez—, soruların kendileri için öğrenilmelidir; çünkü bu sorular neyin olanaklı olduğu üzerindeki kavrayışımızı genişletir, düşünsel imgelemimizi zenginleştirir ve zihni kurgulara kapayan dogmatik güveni azaltır; fakat her şeyden önce, felsefenin, önünde düşünceye daldığı evrenin büyüklüğü yoluyla zihin de büyümüş olur ve en yüksek değerini yani evrenle bütünleşme yeteneğini kazanır.

Felsefe Sorunları – Çeviri : Vehbi Hacıkadiroğlu

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments