Şeytan’ın insanı saptırdığı hep bilinir. Kuran’da aynı şeyi söyler.
Hacc 4:Onun (şeytan) hakkında şöyle yazılmıştır: Kim onu yoldaş edinirse bilsin ki (şeytan) kendisini saptıracak ve alevli ateşin azabına sürükleyecektir.
Şeytan tarafından saptırılan insanın kaçacağı tek yer Allah’a sığınmaktır. Peki, Allah’da insanı saptırırsa o zaman ne olacaktır ?
Ibrahim 4:Allah’ın emirlerini onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Çünkü O, güç ve hikmet sahibidir..”
En’am 39:Ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir. Allah kimi dilerse onu şaşırtır, dilediği kimseyi de doğru yola iletir.
Zavallı insan bir taraftan şeytan tarafından saptırılmakta, bir taraftan Allah tarafından saptırılmaktadır. Üstelik Allah’ın saptırması daha da kötü olmakta, insan bir kere Allah tarafından saptırıldı mı, artık gidecek yeri kalmamaktadır.
Araf/186: Allah kimi şaşırtırsa, artık onun için yol gösteren yoktur. Ve onları azgınlıkları içinde şaşkın olarak bırakır.
Zümer/36:Allah kuluna kâfi değil midir? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onun yolunu doğrultacak biri yoktur.
Allah kullarına karşı seçici de olabiliyor, kimi hidayete erdirirse o doğru yolu buluyor.
Araf/178:Allah kimi hidayete erdirirse, doğru yolu bulan odur. Kimi de şaşırtırsa, işte asıl ziyana uğrayanlar onlardır.
Ve intikam alıcı olabiliyor..
Zümer/37:Allah kime de hidayet ederse, artık onu saptıracak yoktur. Allah, mutlak güç sahibi ve intikam alıcı değil midir?
Sonuç olarak Allah insanları saptırıp cehhennemde yakmayı aklına koymuştur bir kere. Zaten insanlardan çoğunu bu nedenle yarattığını yemin ederek söyler.
Araf /179:Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.
Ve saptırılan insanı öyle bir cehhennem ateşi beklemektedir ki, birileri körük başında cehhennem alevini arttırırlar.
Isra/ 97:Allah kime hidayet verirse, işte doğru yolu bulan odur; kimi de hidayetten uzak tutarsa, artık onlara, Allah’tan başka dostlar bulamazsın. Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir halde yüzükoyun haşrederiz. Onların varacağı ve kalacağı yer cehennemdir ki, ateşi yavaşladıkça onun alevini artırırız.
Aynı şekilde, Secde 13:Biz dilersek, herkese hidayet verirdik, fakat cehennemi tamamen cin ve insanlarla dolduracağımıza dair benden söz çıkmıştır.
Öbür yanda ünlü İslam şairi Ömer Hayyam sorar,
Beni özene bezene yaratan, sen
Yolumu da çizmişsin önceden
Madem bana günah işleten de sen
Öyleyse nedir o cennet cehennem..
Rad/33:Herkesin kazandığını gözetleyip muhafaza eden, (hiç böyle yapamayan gibi olur mu?). Onlar Allah’a ortaklar koştular. De ki: “Onlara ad verin (onlar necidir?). Yoksa siz Allah’a yeryüzünde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Yahut boş laf mı ediyorsunuz?” Doğrusu inkâr edenlere hileleri süslü gösterildi ve onlar doğru yoldan alıkonuldular. Allah kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek yoktur.
Bir an için insanın aklına bir soru geliyor. Saptırılma konusunda insanın bir tercihi olsa, insan kim tarafından saptırılmayı tercih etmeli ? Allah’ın saptırdığı insanın çaresi olmadığına gore, yoksa Şeytan tarafından saptırılmak daha mı iyidir ?
Kehf/17:(Resûlüm! Orada bulunsaydın) güneşi görürdün: Doğduğu zaman mağaralarının sağına meyleder; batarken de sol taraftan onlara isabet etmeden geçerdi. (Böylece) onlar (güneş ışığından rahatsız olmaksızın) mağaranın bir köşesinde (uyurlardı). İşte bu, Allah’ın âyetlerindendir. Allah kime hidayet ederse, işte o, hakka ulaşmıştır, kimi de hidayetten mahrum ederse artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın.
Allah’ın insanı doğru yola iletmesi onun kalbini İslam’a açması ile mümkün olduğuna göre, öyle görünüyor ki, dünyada İslam’ın dışındaki bütün din mensupları Allah tarafından saptırılmış durumdalar.
Enam /125:Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır. Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir.
Nisa 88:Size ne oldu da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız? Halbuki Allah onları kendi ettikleri yüzünden baş aşağı etmiştir (küfürlerine döndürmüştür). Allah’ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah’ın saptırdığı kimse için asla (doğruya) yol bulamazsın!
Allah, bir yandan dilediğini saptırmakta, dilediğini doğru yola iletmektedir. Öbür yanda da insana akıl vermiştir ama her nedense kendi külli iradesi ile onu saptırarak bu aklı kullanmasına izin vermemektedir. Allah tarafından doğru yoldan saptırılan insan, böylesine bir yüce güç karşısında hangi insiyatifle aklını kullanacak ve doğru yolu bulacaktır. ?
Nahl 93:Allah dileseydi hepinizi bir tek ümmet kılardı; fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yaptıklarınızdan mutlaka sorumlu tutulacaksınız.
8. yüzyılda İslam’ın içinden çıkan Mutezile Mezhebi’nin çıkış noktalarından biri de budur. Konuyla ilgili olarak bakınız Mutezile. Mutezile de aynı şekilde bu ayetleri sorgulamıştır. Allah tarafından saptırılan bir insan nasıl sorumlu tutulacaktır ? İslam bu soruya hiç bir zaman cevap verememiştir. Soruya cevap vermeye çalışan İslamiler ise, çözüm bulmaya çalıştıkça daha da işin içinden çıkamayacakaları bir duruma gelmişlerdir.
Allah’ın insanı saptırması ile ilgili diğer ayetler,
Müddessir 31:Biz cehennemin işlerine bakmakla ancak melekleri görevlendirmişizdir. Onların sayısını da inkârcılar için sadece bir imtihan (vesilesi) yaptık ki, böylelikle, kendilerine kitap verilenler iyiden iyiye öğrensin, iman edenlerin imanını atrttırsın; hem kendilerine kitap verilenler hem müminler şüpheye düşmesinler, kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler de: “Allah bu misalle ne demek istemiştir ki?” desinler. İşte Allah böylece, dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola eriştirir. Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilmez. Bu ise, insanlık için ancak bir öğüttür.
Bakara 2:26:Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez. İman etmişlere gelince, onlar böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kâfir olanlara gelince: Allah böyle misal vermekle ne murat eder? derler. Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır. (çünkü bunlar birer imtihandır)…
İslam dinindeki bir itikâdî mezhep olarak Mu’tezile
Mu’tezile kelimesi (i’tezele sözcüğünden türeyerek) ayrılanlar mânâsına gelir. Mutezile mezhebinden olan kişiye mutezili denir. Mu’tezile mezhebi ise kendini ehlü’l-adl ve’ttevhîd (“adalet ve tevhid ehli”) olarak adlandırır. Özellikle kader ve kaza konularındaki yorumları ve inançları nedeniyle İslâm dinindeki diğer mezheplerden ayrılmışlardır; İslâm dininin çoğunluğunu oluşturan mezhepler, ehl-i sünnet, Mu’tezile’yi İslam dışı saymamaktadır. Ayrıca Mu’tezile mezhebi akla fazla değer vermesi ve özellikle Abbasiler döneminde felsefe ile girdiği yakın ilişkiler dolayısıyla barındırdığı felsefi metod ve kararlar nedeniyle fazlasıyla eleştirilmiştir. Özellikle de nass (ayet veya hadis) ile akılın çeliştiği noktalarda sıklıkla nassı akla uygun gelecek şekilde yorumlamaları diğer mezheplerde büyük tepki uyandırmıştır. Modern zamanlardaki bazı araştırmacı ve İslam tarihçileri de Mu’tezile mezhebini akla verdiği önem ve metodları bakımından, çeşitli hususlarda rasyonalist olarak tanımlanabilir. Mu’tezile mezhebinin kendi içinde barındırdığı 5 esası vardır, bu esasların ilki olan ve İslâm dininin de ilk esası olan tevhidin bu beş esasın temeli olduğunu öne sürerler. Bazı cemaat ve mezhepler bu düşünceye karşı çıkmıştır.
Mu’tezile topluluğunun ortaya çıkışı konusunda çeşitli ihtilaflar vardır. Çoğu İslam tarihçisine göre mutezilenin ortaya çıkışı Hasan-ı Basri’nin talebelerinden Vâsıl bin Atâ’nın hocasından büyük bir günah işleyen insanın mümin kalamayacağı (Günah-ı kebair) hususundaki bir tartışmadan dolayı ayrılması ile doğmuştur. Hasan-ı Basri’den ayrıldıktan sonra kendisine Vasıl bizden ayrıldı (itizal etti) demiş ve kendisi ile birlikte ayrılan Amr bin Ubeyd ile Vasıl bin Ata başka bir ders meclisi kurmuş ve zamanla bir genel düşünce ve topluluk oluşmuştur. İlk Mutezile mezhenine de bu yüzden Vasıliyye denir.
Bazı İslam alimleri mu’tezile mezhebinin ortaya çıkışı konusunda farklı bir düşünce ortaya atmışlardır. Onlara göre mu’tezile ilk kez dördüncü halife Ali’nin taraftarlarından bir kısmının, Ali’nin oğlu Hasan’ın hilafeti Muaviye’ye devredip Muaviye’ye biat etmesi üzerine, siyaseti bırakarak itikad ile ilgilenmeleri sonucu ortaya çıkmıştır.
Mutezile mensupları eserlerinde mezhebin Vâsıl bin Atâ’dan çok önceleri ortaya çıktığını ve birçok ehl-i beytin de mutezili olduğunu iddia etmişlerdir. Ayrıca Vâsıl’ın hocası olan Hasan-ı Basri’nin de kader konusundaki görüşleri nedeniyle mutezili olduğunu iddia etmişlerdir. Zira, Hasan-ı Basri’nin kader konusundaki görüşleri kaderiyye ve mutezile mezheplerinin görüşleriyle aynıdır. Her ne kadar Vasıl bin Ata’nın Hasan-ı Basri’den ayrılmasına neden olmuş olsa da, büyük günah işleyenin durumu konusunda Hasan-ı Basri’nin savunduğu görüş mutezilenin görüşüne çok yakındır.
Mu’tezile yani ayrılanlar isminin kaynağı konusunda da çeşitli ihtilaflar mevcuttur. Mutezile mezhebinin Vasıl bin Ata ile başladığını düşünenler ismi Vasıl’ın Hasan-ı Basri’den ayrılması ile açıklarken, Ali taraftarları tarafından Hasan zamanında oluşturulduğunu düşünenler ise Ali taraftarlarının siyasetten ayrılıp itikadla uğraşmaya başlamaları ile açıklar. Bazı İslam alimleri ise mutezile isminin, kader konusunda mutezile ile yakınlaşan bir Yahudi mezhebi olan “Feruşim”in isminin Arapça’sı olduğunu ileri sürmüştür.
Mütezile’de önemli esasların başında Tevhid, Adalet, Va’d ve Vaîd (Söz ve tehdit, kişinin amelinin haliki oluşu), el Menziletu beyne’l-menzileteyn (büyük günah işleyenlerin iman ve inançsızlık arasında bir yerde bulunmaları), Emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i anil münkerin farz-ı ayn oluşu gelir. Ayrıca Kuran’ın mahlukiyeti ve aklın nakle faikiyeti gibi hususlar da mezhep için önemli olan hususlardandır.
Tevhîd , yani bir’leme İslâm dini akidesinin temeli olan Tanrı’nın birliğidir. Mutezile mezhebine mensup olanlar tevhidden yola çıkarak bazı konularda diğer itikadi mezheplerden farklı görüşler geliştirmişlerdir. Örneğin, ehl-i sünnet alimlerinin ruyetullahı yani Allah’ın kıyamet günü görülmesi görüsünü kabul etmemişlerdir. Onlara göre görülebilmesi için Allah’ın bir cisme sahip olması gerekir ki İslâm inancının tevhid kaidesine göre bu imkânsızdır. Bunun dışında mutezile mezhebinin mensupları yine tevhid kaidesinden yola çıkarak Allah’ın belli sıfatlarının zatından ayrı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü onlara göre bu düşüncenin aksi, yani Allah’ın belli sıfatlarının zatıyla bir olması ezeli (ve böylece ilahi) olanların sayısını arttırır, yani tevhide karşı çıkar. Örnek vermek gerekirse, mutezile mezhebi “Allah alimdir” gibi bir tanımlamayı kabul ederken “Allah ilim sahibidir” gibi bir tanımlamayı reddeder. Zira onlara göre “Allah ilim sahibidir” derken Allah’ın zatından ayrı bir ilahi-ezeli ilim kabul edilmiş olur. Ayrıca, mutezile düşüncesi Allah’ın kelâm diye bir sıfatının olmadığına inanır.
Adalet esasının konusu mutezilenin kader konusundaki görüşüdür. “İnsan fillerinde hür değildir” görüşünü benimseyen Cebriyye mezhebine karşı çıkarak Mutezile “insanın fiillerinde tamamen hür olduğu”na inanır. Mutezile inancındaki adalet esasına göre kişi kendi fillerini kendisi yaratır. Bunu da Allah’ın kişiye bahşettiği bir yaratma kudretiyle gerçekleştirir. Fiilerin yaratılmasında Allah’ın bir müdahalesi olmadığına inanırlar. Bu görüş adalet esasından şu şekilde temel alır: kişilerin hür olmaması ve yaptıkları her fiilin yaratıcı ve yaptırıcısının Allah olması durumunda kişinin hür olarak yapmadığı hareketlerden ötürü cezalandırılması zulüm yani adaletsizliktir. İslam inancına göre ise Allah’ın adaletsiz davranması mümkün değildir. Bu nedenle kişi fiilerinin tek yaratıcı ve yaptırıcısı olmalı, fiileri konusunda tamamen hür olmalıdır.
Mutezile’nin kader konusundaki görüşü Kaderiyye mezhebiyle aynıdır. Mutezile mezhebinin kader konusundaki bu görüşlerinin imanın şartlarından olan “kader ve kazaya iman”a aykırı düştüğünü gerekçesiyle diğer mezhepler tarafından eleştirilmiş, hatta küfür olarak nitelendirilmiştir.
Va’d ve Va’id yani “Söz ve Tehdit”. Bu Allah’ın vadettiği (söz verdiği) sevap ve iyiliğin, tehdit ettiği cezanın gerçekleşeceğine inanmaktır. Mutezile mezhebinin bu esası bir diğer itikadi mezhep olan Mürcie’ye karşı gelştirilmiştir. Mürcie mezhebi iman etmeyen (kafir) kişinin yaptığı iyilikler fayda vermediği gibi, iman eden kişinin (mümin)yaptığı günahlar da kendisine zarar vermeyeceğini öne sürmüştür. Va’d ve Vaid prensibine göre ise iyilik yapan iyiliğine karşı mükafatlandırılacak, kötülük yapansa kötülüğüne karşılık cezalandırılacaktır. Mutezile mezhebinin bu esasına göre eğer Mürcie mezhebinin “iman edenin günahları zarar vermez” iddiası doğru olsaydı, Allah’ın vaîd’i yani tehdit etmesi – korkutması gereksiz ve manasız olurdu. Oysa tevhid inancına göre bu mümkün değildir. Bu esas ile Mutezile mezhebi Mürcie’yi tam anlamıyla reddeder. Ayrıca Mutezile mezhebi yine bu esas ile büyük günah işleyen müminin tövbe etmezse affedilemeyeceğini öne sürmüştür.
“El Menzile beyne’l-menzileteyn” yani iki konum arasındaki bir konum. Bu esas Mutezile mezhebinin “büyük günah işleyen müminin konumu” hakkındaki görüşüyle ilgilidir. Mutezile mezhebine göre büyük günah işleyen bir mümin (iman etmiş kişi) artık ne mümindir ne de kafir, o fasıktır. Mutezile inancına göre büyük günah işleyen mümin fasık olur ve fasık kişi işlediği büyük günahtan ötürü tövbe etmezse cehennemde azap çeker. Eğer tövbe ederse yeniden mümin olur. Onlara göre fasık mümin ile kafir arasında bir konumdadır, bu esasın adı olan “iki konum arasındaki bir konum” da buradan gelmektedir.
“Emr-i bi’l ma’rûf” yani iyiliği emretmek ve “nehy-i anil münker” yani kötülükten sakındırmak . Mutezile mezhebinin bu esasına göre kişi itikadi ve ameli konularda insanlara iyiliğe çağırmalı, iyili yaymalı, kötülüğe karşı ise sakındırmalı, uyarmalıdır. Bu esastan yola çıkarak Mutezile mezhebi mensupları uzun yıllar boyunca birçok farklı görüşten, mezhepten ve inançtan insanla tartışmış, hatta zaman zaman tartışmalara şiddet ve kavga da karışmıştır.
Mutezile mezhebine göre bu beş ana esasın biri veya daha fazlasına inanmayan kişi mutezili olamaz.
Mutezile mezhebi ehl-i sünnet vel cemaat dışı kabul edilir ve ehl-i sünnet ile pek çok noktada farklılıklar arzeder. Bunlardan en önemlileri, kulun amelinin haliki oluşu, iman amel münasebeti, aklın nakle faikiyeti, Kuran’ın mahlukiyeti gibi hususlardır.
Mutezile mezhebi akla, özellikle dönemin diğer itikadi mezheplerine oranla, fazla değer verirdi. İslam tarihçisi Muhammed Ebu Zehra bu hususu şu şekilde tarif etmiştir: “Akıl ile bilinmesi imkânsız olan konular dışında aklî hükümlere dayanırlardı.”[4] Mutezile mezhebi akıl ile naklin (kuran ve sünnet) çelişir gözüktüğü durumlarda ve konularda, nakli akla uygun şekilde tevil eder, yani yorumlarlardı. Akla büyük önem vermeli nakle tamamen teslimiyeti savunan alimler ile çatışmalarına yol açmıştır. Mutezile akla önem vermesi ile “emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i anil münker” esası gereğince kelâm ilminin doğuşunda büyük rol oynamıştır.
Mutezilenin akli hükümleri esas alışı Emevilerin son dönemlerinde ve Abbasiler döneminde Hint ve Yunan düşüncesinin İslami kesimde yayılması ile gelişmiş ve farklı bir yön almıştır. Hint ve Yunan felsefesinden fazlasıyla etkilenen Mutezile, bu felsefelerden yeni metodlar üretmiştir. Zamanla Hint ve Yunan felsefesiyle yakınlık arz eden çeşitli felsefi hükümler de üretmeye başlamışlardır.
Kaynak:İslamPencereleri ve Vikipedi