“Sorgulanmamış bir hayat yaşanmamıştır” demiş düşünür Sokrates. Demek ki bir tek bu topraklarda zebanilerin eline düşüp işkenceden geçenler yaşamış sayılmalı. Ancak ne yaşadıklarını ben hiç sormayacağım. Zaten yazıyı yazma maksadım bu değil. Düşünürümüzün gerçekten kastettiği şey üzerine bir şeyler mırıldanmak istiyorum; ancak ister istemez daha en başından bu refleksle düşünenlerin/sorgulayanların bu topraklarda karşılaşması oldukça muhtemel olana kalemim meyil etti. Tekrar, sanki en başından başlıyormuşçasına devam edeceğim.
Sorgulama neyle olur, yani hangi organımız bu eylemin icracısıdır. Eğer kendimize durduk yere parmak sallayıp tokat atmıyorsak eylemin öznesinin beynimiz olduğunu tereddütsüz söyleyebiliriz. Zira beyin biz ne yaparsak yapalım onu gerçekleştiren baş aktördür. Her işin altından çıkan esas kişidir yani. O halde sorgulamayı bir işlev olarak düşünce yoluyla yerine getiren beyindir. Belki de organların Bey’i olduğu için ismi de ona göre konmuştur.
Düşüncenin beyin organı için zorunlu bir üretim olmadığını burada önemle belirtmek gerekiyor. Nasıl ki her elma ağacı meyve vermek ve bundan da ötesi iyi meyve vermek zorunda değilse sevgili beynimizin de böyle bir zorunluluğu bulunmuyor. İyi olanı üretebilmesi için ona sahip çıkan, onu denetim altında tutan bir gücün zorlamasına, terbiye etmesine ihtiyaç duyuyor. Öyle ya budanan, aşılanan ağacın meyvesi güzel olur. Bu noktadan bakınca her bahçe ağaç için bir okuldur. Ne üretmesi gerektiğini ister istemez öğrenir. Aşılanmayan, toprağı humuslu, suyu bol olmayan ağaç sorgusuz sualsiz yaşayan adam gibi odundan ibarettir.
Beyne bu bakımı yapan temel araç felsefi düşünce olmuştur her zaman. Bu yüzden bahsi geçen aforizmayı söyleyende düşünürlerin pirlerinden Sokrates’in olması şaşırtıcı değil. Zira düşünme edimini kendisi için normalleştirmemiş bir kişinin konuşma boyutu gündelik hayatının idame ettirilmesi ve dürtüleri doğrultusunda ortaya çıkan sözcüklerden ibaret kalır. Düşünmeyen adam böyle derinliği olan kelamı yaratamaz. Bu, işin bir yönü diğer taraftan düşünme ile bilinci bir kabul edersek bilinçle yaşanmayan bir hayat da biz fark etmeden geçip gider. Ayırdına varamadığımız, farkında olamadığımız şey biz yaşayanlar için yok gibidir çünkü. O halde kişi kendi hayatının ne denli bilincindeyse, dolayısıyla ne denli düşünüyor ve sorguluyorsa o kadar anın içinde olacak, yaşamı derinliğine yaşayacaktır.
Sorgusuz bir yaşamın, sanatın, felsefenin ve bilimin bahçesine hiç uğramadan kendi kurak çölünde vakit geçirmekten başka bir anlamı var mıdır? Bilim ile ayakları yere basan ve kendine masal anlatmayı bırakmış, felsefeyle sorular sorup kendini aşmış, sanatla güzeli yaratmış bir insan gerçek anlamda yaşamının hesabını da verebilmiş demektir. Tüm bunların olabilmesi ise özgür bir dünyada mümkün olabilir elbet. İnsanın düşüncelerine işkence ve ölüm korkusu egemenler tarafından nakşedilmişse ve yoksulluğunun sonucu olarak bir dirhem ekmeğin peşinde bir ömür harcıyorsa kişi, kimse ondan bilim, sanat, felsefe yapmasını bekleyemez elbette. Hal böyle olunca, kendi acılarının, korkularının nedenine de uzak kalır bu insanlar ve bedenine azap veren bu hayatta en azından ruhunu güvenceye almak için dine sarılır. Kendisinin hayatını ve özgürlüğünü ellerinden alanlara kul köle olur ve böylece kendi boynundaki, dilindeki zincirlere bizzat kendisi halkalar ekler.
Sorgulamak için özgür bir hayat gerekir dedik ama özgürlük içinde sorgulamak şarttır. En azından kişi, onun hayatı için kendi hayatlarını tüketenlerin söylediklerine kulak vermeye başlamalı ve söylenenleri anlamaya çalışmalıdır. Bu başlangıç hem kendisinin hem de halkların özgürlüğü yolunda önemli bir adım atmak anlamına gelecektir.
Erkan Küçük