Eğer sadece kuşkucu olursanız o zaman hiçbir yeni düşünce size ulaşamaz. Yeni hiçbir şeyi öğrenmezsiniz. Saçmalığın dünyaya hâkim olduğuna inanan huysuz bir ihtiyar haline gelirsiniz. (Kuşkusuz sizi destekleyen çok veri vardır.)
Öte yandan, saflık noktasında açık olursanız ve içinizde bir nebze bile kuşkuculuk olmazsa o zaman yararlı düşünceleri yararsız olanlardan ayırt edemezsiniz. Eğer tüm düşünceler eşit derecede geçerli olsaydı o zaman kaybolurdunuz çünkü o zaman bana öyle geliyor ki hiçbir düşünce artık hiçbir geçerliliğe sâhip olmazdı.
Carl Sagan, “Kuşkuculuğun Yükü”, Pasadena Konferansı, 1987
ÖNSÖZ
KUŞKUCULUĞUN OLUMLU GÜCÜ-STEPHEN JAY GOULD
Sadece iki olası kaçış bizi karanlık gizil güçlerimizin düzenli kargaşasından kurtarabilir.
Ahlâkî terbiye gerekli maddelerden birini sağlar ama bu yeterli değildir.
İkinci temel, aklımızın mantıklı tarafından gelmelidir.
Çünkü hem doğanın gerçekliğini keşfetmek ve kabul etmek hem de böyle bir bilginin gerektirdiği etkili insan davranışı için mantıklı olan anlamı izlemek amacıyla şiddetli bir şekilde insan aklını kullanmazsak, mantıksızlığın korkutucu güçleri, romantizm, uzlaşmayan “doğru” inanç ve açık bir şekilde gürültücü hareketin sonucu olan kaçınılmazlık karşısında kaybederiz. Akıl, sâdece özümüzün büyük bir parçası değildir; akıl aynı zamanda, daima gerekli gibi görünen duygusalcılıkla hüküm süren, tehlikeli ve sert kitle hareketinden potansiyel olarak kurtuluşumuzdur.
Kuşkuculuk, düzenli mantıksızlığa karşı aklın temsilcisidir ve bu yüzden insanın toplumsal ve kentsel terbiyesinin anahtarlarından biridir. Amerika’nın önde gelen kuşkucu örgütlerinden birinin başkanı ve aklın bu işlemsel biçiminin hizmetinde güçlü bir eylemci ve denemeci olan Michael Shermer, Amerikan toplum yaşamında önemli önemli bir kişidir. Onun yöntemleri, deneyimleri ve mantıksız inancın çekici yönleri konusundaki analizleriyle ilgili olan bu kitap, kuşkuculuğun gereksinmeleri ve başarıları için önemli bir bakış açısı sağlamaktadır.
Kuşkuculuk konusundaki kötü eleştiriler, eylem ne kadar gerekli olursa olsun bunun sâdece sahte iddiaların olumsuz bir şekilde kaldırılması olarak kabul edilebileceği izleniminden kaynaklanmaktadır. Bu kitabın çok iyi bir şekilde gösterdiği gibi öyle değildir.
“İnsanlar Neden Saçma Şeylere İnanır?” ilk yayınlandığından bu yana en ilginç gelişmelerden biri, “Yeni Yaratılışçılık” diyebileceğimiz bir şeyin yükselişidir.
Yeni yaratışçılık iki bölüm halinde gelmektedir.
1. Akıllı Tasarım Yaratılışçılığı: Yaşamın “sadeleştirilemeyen karmaşıklığının” onun akıllı bir tasarımcı, yâni Tanrı tarafından yaratıldığını gösterdiğine inandıkları için, tutucu dinî haklar konusunda düşünceler ileri sürerler.
2. Kavramsal Davranışçı Yaratılışçılık: Evrim teorisinin, insan düşünce ve davranışına uygulanamayacağı ya da uygulanmaması gerektiğine inandıkları için liberal, çok kültürlü sol konusunda düşünceler ileri sürerler.
Akıllı insanlar saçma şeylere inanır çünkü onlar akıllı olmayan nedenlerle vardıkları inançları savunmakta yeteneklidirler.
İnsanlar, günlük yaşamın gelişigüzel görünen olaylarının arkasında derin bir anlam arayan, kalıp arayan, öykü anlatan hayvanlardır. Bu kitabın bâzı ufak yönlerde, bize anlamlı öyküler ve kalıplar olarak sunulan, genellikle kafa karıştırıcı olan iddia ve inanç dizileri içinde bir yol bulmanıza yardım etmesini ümit ediyorum.
Altadena, California – Aralık, 2001
GİRİŞ
Bâzı insanlar kuşkuculuğun, yeni düşüncelerin reddedilmesi olduğuna inanırlar ya da daha kötüsü kuşkucu ile siniği karıştırırlar ve kuşkucuların var olan durumu tehdit eden herhangi bir tehdit eden herhangi bir iddiayı kabul etmekte isteksiz olan bir avuç huysuz kişi olduğunu düşünürler. Bu yanlıştır. Kuşkuculuk, iddialara geçici bir yaklaşımdır. Kuşkuculuk bir yöntemdir, bir durum değildir. İdeal olarak,kuşkucular bir olgunun gerçek olabileceği ya da bir iddianın doğru olabileceği olasılığına kapalı olan bir araştırmaya girmezler.
Bölümlerin bir çoğu, orijinalleri Skeptic dergisinde yayınlanan, benim düzelttiğim denemeler olarak başlıyordu. O zaman kuşkucu okuyucular, mantıklı olarak düzeltmeni kimin düzelttiğini sorabilirler. Kuşkucudan kim kuşkulanır?
1958 yılındaki “Fizik Bilimlerinin Felsefesi” adlı baş eserinde, fizikçi ve astronom Sir Arthur Stanley Eddington, bilim adamları tarafından yapılan gözlemler hakkında, “Quis custodiet ipsos custodes? – gözlemcileri kim gözlemleyecektir?” diye sormaktadır. Eddington, “Epistemolojist” diye cevap vermektedir. “Gerçekte çoğunlukla gözlemlediklerini görmek için onları seyreder. Onların süreçlerini ve görevlerine getirdikleri teçhizatın başlıca kısıtlamalarını inceler ve böyle yaparak elde ettikleri sonuçların uymak zorunda kaldığı kısıtlamalardan önceden haberdar olur. Bugün gözlemcileri gözleyenler, kuşkuculardır. Ama kuşkucuları kim gözlemleyecektir? Siz. Öyleyse bunu yapın ve eğlenin.
BÖLÜM 1, BİLİM VE KUŞKUCULUK
Bilim, deneyim, çaba ve mantığın geçerli olduğu kanaati üzerine; büyü, ümidin başarabileceği, isteğin aldatamayacağı inancı üzerine kurulmuştur. Branislaw
DÜŞÜNDÜĞÜM İÇİN BÖYLEYİM
Bir Kuşkucunun Bildirgesi
Çocuklar küçük yaşta çok az kuşkuculuk gösterseler de, onları ilgilendiren her şey hakkında soru soran bilgi bağımlılarıdırlar. Pek çoğu, kuşkuculuk ve saflık arasında ayrım yapmayı hiç öğrenmez. Benim öğrenmem uzun zaman aldı.
Kuşkuculuğun tarihi 2500 yıl önceye, eski Yunan’a ve Plato’nun Akademisi’ne kadar gider. Ama Socrates’in, “Bütün bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir” şeklindeki nükteli sözü, bizi bu noktaya getirmez. Modern kuşkuculuk, Martin Gardner’ın 1952 yılı klasiği “Bilim Adına Hevesler ve Hileler” adlı eseriyle başlayarak bilim temelli bir harekete dönüşmüştür.
Modern kuşkuculuk, doğal olgular için yapılan doğal açıklamaları test etmek için veri toplamayı içeren bilimsel yöntemin içinde somutlaşır. Bir iddia, geçici bir uzlaşma önermenin mantıklı olacağı düzeye kadar onaylandığı zaman olaylara dayalı hale gelir. Ama bilimdeki tüm olaylar geçicidir ve meydan okumaya açıktır; bu yüzden kuşkuculuk, geçici sonuçlara yönlendiren bir yöntemdir. Kuşkuculuğun anahtarı, sürekli ve gayretli bir şekilde bilimin yöntemlerini uygulayarak, “bir şey bilmeme” kuşkuculuğu ve “her şey olur” saflığı arasındaki güvenilmez boğazlarda yol göstermektedir.
Her şeyden kuşkulanıyorsanız, kendi kuşkuculuğunuzdan da kuşkulanmanız gerekir.
Aynı zamanda, kuşkucuların dar kafalı olduğu şeklinde popüler bir düşünce vardır. Hâttâ bazıları bize, “sinik” der. İlke olarak kuşkucular, dar kafalı ya da sinik değildir. Kuşkucu derken kastettiğim, onu kanıtlamak ya da çürütmek için kanıt isteyerek özel bir iddianın geçerliliğini sorgulayan bir kişidir.
Bilim ve Kuşkuculuk
Kuşkuculuk, bilimin, geçmişteki ya da şimdiki, incelenen ya da sonuç çıkarılan olguları tanımlamak ve yorumlamak için tasarlanan ve reddetme ya da onaylamaya açık, test edilebilir bir bilgi bütünü inşa etmeyi hedefleyen bir dizi yöntem olarak tanımladığım önemli bir parçasıdır. Başka bir deyişle, bilim, iddiaları test etme amacıyla bilgiyi analiz etmenin özel bir yoludur.
Yapmak ve açıklamak, iki farklı şey olabilir. Ama bilim adamları, aşağıdaki öğelerin bilimsel düşüncede olması gerektiğini kabul ederler.
Tümevarım: Var olan veriden, genel sonuçlar çıkararak bir hipotez oluşturmak.
Tümdengelim: Hipoteze dayalı olarak özel varsayımlarda bulunmak.
Gözlem: Bize, doğada ne arayacağımızı anlatan hipotezlerin yol gösterdiği verileri toplamak.
Doğrulama: İlk hipotezi onaylamak ya da yalanlamak için daha ileri gözlemler yaparak varsayımları test etmek. Kuşkusuz bilim bu kadar katı değildir ve hiçbir bilim adamı, bilinçli olarak bu “adımları” izlemez. Süreç, gözlem yapma, sonuç çıkarma, varsayımda bulunma ve onları kanıtlarla denetlemenin sürekli bir etkileşimidir. Sir Arthur Stanley Eddington’un belirttiği gibi, “Bilimdeki sonuçların doğruluğu için gözlem, başvurulacak yüksek mahkemedir” Bilimsel yöntem yoluyla aşağıdaki genellemeleri oluşturabiliriz:
Hipotez: Bir dizi gözlemi açıklayan, test edilebilir bir cümle.
Teori: İyi bir şekilde desteklenen ve iyi bir şekilde test edilen bir hipotez ya da bir dizi hipotez.
Gerçek: Geçici bir uzlaşmayı önermenin mantıklı olacağı ölçüye kadar onaylanan bir sonuç.
Bilimsel yöntemle nesnelliği hedefleriz: sonuçları dış onaylamaya dayandırmak. Ve mistisizmden kaçınırız: sonuçları dış onaylamadan kaçınan kişisel kavrayışlara dayandırmak.
Charles Darwin, kuşkuculuk ve saflık arasındaki asıl gerilimi araştıran bir bilim adamının iyi bir örneğidir. Bilim tarihçisi Frank Sulloway, Darwin’in düşüncesinde, Darwin’e dengesini bulması için yardım eden üç özelliği belirler:
Diğerlerinin düşüncelerine saygı duyuyordu ama yetkililere meydan okumaya istekliydi (özel yaratılış teorisini samimi olarak anlıyordu; yine de kendi doğal seçme teorisiyle onu alt üst etti)
Olumsuz kanıtlara yakın ilgi gösteriyordu. (Darwin, “Türlerin Kökeni”ne, “Teori Konusundaki Zorluklar” adlı bir bölümü dâhil etti, sonuç olarak rakipleri ona nadir olarak zâten bahsetmemiş olduğu bir meydan okumayı sunabiliyorlardı)
Cömertçe diğerlerinin eserlerini kullandı (Darwin’in topladığı yazışmaların sayısı, bir çoğu bilimsel sorunlar hakkında uzun tartışmaları ve soru-cevap dizilerini içeren 14.000 mektuptan fazladır.)
Son nokta, iyi bir şekilde can alıcı olan olabilir. Düzenli bir şekilde astroloji konusunda çağrılar alıyorum. Arayanlar çoğunlukla, astrolojinin arkasındaki teoriyi öğrenmek istiyorlar. Gezegenlerin dizilişinin, insanın kaderini önemli ölçüde etkileyip etkileyemeyeceğini merak ediyorlar. Cevap, “Hayır”dır ama daha önemli olan nokta, insanın astrolojiyi değerlendirmesi için yer çekimini ve gezegenlerin hareketini yöneten yasaları anlamasının gerekmemesidir. İnsanın yapması gereken tek şey, işe yarıyor mu diye sormaktır. Yâni astrologlar, insanın kaderini, gezegenlerin dizilişine göre doğru ve kesin olarak tahmin ediyorlar mı? Hayır, etmiyorlar.
Bir astrolog bile TWA’nın 800 numaralı uçuşunun kazasını öngörmedi; bir astrolog bile Northridge depremini öngörmedi. Böylece astrolojinin arkasındaki teori konu dışıdır çünkü astroloji basit olarak, astrologların yapabildiğinin iddia ettikleri şeyi yapmamaktır.
En temel düzeyde, nesnelerin nasıl işlediği konusundaki merak, tümüyle bilimin ilgilendiği şeydir. Feynman şunu gözlemliyordu: Belki her zaman değil ama ara sıra şöyle söylemek gerekirse -çocukluğunda harika bir şey verilmiş olan ve her zaman yine onu arayan biri gibiydim. Her zaman bir çocuk gibi, bulacağımı bildiğim harika şeyleri arıyorum- yakalanmıştım.
En temel düzeyde yaşamda kalmak için düşünmemiz gerekmektedir. Düşünmek, en temel insan özelliğidir. Üç yüzyıl önce, Fransız matematikçisi ve filozofu Rene Descartes, entelektüel tarihin en eksiksiz ve kuşkucu temizliklerinin birinden sonra bir şeyi kesinlikle bildiği sonucuna vardı: “Cogito ergo sum – Düşünüyorum öyleyse varım.” Ama insan olmak düşünmektir. Descartes’i tersine çevirirsek: “Sum ergo cogito – Düşündüğüm için böyleyim.”
SAHİP OLDUĞUM EN DEĞERLİ ŞEY
Bilim ve Sahte Bilim Arasındaki Fark
1965’de, Büyük Britanya bilim ve eğitim gençlik bakanı, bireylerin bilimlere girişindeki artış hızını gözlemleyerek şu sonuca vardı: 200 yıldan fazla, her yendeki bilim adamları nüfusun değerli bir azınlığıydı. Bugün Britanya’da onlar, sayıca, rahipler sınıfından ve silahlı kuvvetlerin subaylarından üstündür. Sir Isaac Newton’un zamanından beri elde edilmiş olan ilerlemenin hızı, eğer bir 200 yıl daha devam edecekse yeryüzündeki her erkek, kadın ve çocuk bir bilim adamı olacaktır ve her at, inek, köpek ve katır da öyle.
Eğer bilim çağında yaşıyorsak o zaman neden bir çok sahte bilimsel ve bilim dışı inanç bulunmaktadır? Dinler, efsaneler, batıl inançlar, mistisizm, mezhepler, Yeni Çağ düşünceleri ve her çeşit saçmalık, hem popüler hem de yüksek kültürün her köşesine sızmıştır. 1990’da Gallup’un 1236 yetişkin Amerikalı’yla yaptığı kamuoyu yoklaması, doğaüstü konusundaki korkutucu inanç yüzdelerini gösteriyordu. (Gallup ve Newport 1991,)
Astroloji % 52
Ekstra duyumsal algı % 46
Cadı % 19
Uzaylıların dünyaya inmiş olması % 22
Kayıp Atlantis kıtası % 33
Dinozorlar ve insanlar aynı anda yaşıyordu % 41
Nuh tufanı % 65
Ölülerle iletişim % 42
Hayaletler % 35
Gerçekten psişik bir deneyim geçirmek % 67
Bu olgulara inanmak, deliliğin kenarında olan bir avuç garip kişiyle sınırlı değildir. Bu, pek çoğumuzun düşünmekten hoşlandığından daha fazla yaygındır ve bilimin, Orta Çağ’ dan beri ne kadar ileri gitmiş olduğunu düşünmek gariptir. Bilimin yasaları hatalı ya da eksik olmasaydı, şimdiye kadar hayaletlerin olamayacağını bilmemiz gerekmiyor muydu?
Kültür tarafından etkilenmesine rağmen bilim, bu kavramlar kesin ve yargılayıcı olmayan bir şekilde kullanıldıklarında artan ve ilerleyici olarak kabul edilebilir. Bilimsel ilerleme, yararlı özelliklerin korunduğu ve yararsız özelliklerin terk edildiği, test edilebilir bilginin reddedilmesi ya da onaylanmasına dayalı bir bilgi sisteminin zamanla artarak büyümesidir. Bu tanımla, bilim (ve ek olarak teknoloji) ahlâkî ya da hiyerarşik bir şekilde değil ama gerçek ve tanımlanabilir bir şekilde ilerici olan tek kültürel gelenektir. Yüceltilse de, meydan okunsa da bilim, bu artma anlamında ilericidir. Bu, bilimi tüm diğer geleneklerden özellikle de sahte bilimden ayıran şeydir.
Bilim Nasıl Değişir?
Bilim, sahte bilimden ve tarih, sahte tarihten sâdece kanıt ve inandırıcılık açısından değil ama değişme şekli açısından da farklıdır. Bilim ve tarih, giderek artıcı ve ilerleyicidir, öyle ki yeni gözlemlere ve yorumlara dayanan dünyamızın ve geçmişimizin bilgilerini ilerletmeye ve arılaştırmaya devam ederler. Sahte tarih ve sahte bilim eğer tamamen değişirlerse, temel olarak kişisel, siyasî ya da ideolojik nedenlerle değişirler. Ama bilim ve tarih nasıl değişir?
Bilimin nasıl değiştiği konusunda en yararlı teorilerden biri, Thomas Kuhn’un (1962) “paradigma değişikliği” kavramıdır. Paradigma, bir çağın bir alanda çalışan bilim adamlarının çoğunluğu tarafından kabul edilen “normal bilimini” tanımlar ve bir değişiklik (ya da devrim) yeterince dönek ya da aykırı bilim adamı, var olan paradigmayı yıkmak için yeterli kanıtı ya da yeterli gücü kazandığı zaman olabilir.
Bir paradigmayı, bilimsel bir topluluğun hepsi değil ama pek çoğu tarafından paylaşılan, gözlemlenen ya da sonuç çıkarılan, geçmişteki ya da günümüzdeki olguları tanımlamak veya yorumlamak için tasarlanan ve reddetmeye ya da onaylamaya açık olan test edilebilir bir bilgi gövdesi kurmayı amaçlayan bir model olarak tanımlıyorum. Başka bir deyişle, bir paradigma, çoğunluğun bilimsel düşüncesine hâkim olur ama -eğer yeni paradigmalar eski paradigmaların yerini alacaksa gerekli olduğu gibi zamanın pek çoğunda rakip paradigmalarla aynı anda var olur.
Ekonomistler ve meteorologlar için geleceği tahmin etmek ne kadar zor olsa da, onlar yine de bu konuda çay yaprağı okuyucularından ve koyun ciğeri kahinlerinden daha iyidirler. Astrologlar, bir yıldızın iç işleyişini açıklayamazlar, çarpışan galaksilerin sonucunu tahmin edemezler ya da Jüpiter’e giden bir uzay aracının rotasını çizemezler. Astronomlar, doğanın kendisinin kaba gerçekleri karşısında sürekli olarak düzeltilen bilimsel bir paradigmanın içinde işlem yapmaları basit gerçeğinden dolayı bunları yapabilirler.
Bilim ilericidir çünkü paradigmaları deney, onaylama ve saptırma yoluyla kazanılan artan bilgiye dayanır. Sahte bilim, bilim dışı, batıl inanç, efsane, din ve sanat ilerici değildir çünkü geçmişin üzerine inşa edilen bilginin birikimine izin veren amaçlara ya da mekanizmalara sâhip değildirler. Onların paradigmaları, diğer paradigmalarla ne yer değiştirir ne de birlikte var olur. Artma anlamında ilerleme, onların amacı değildir. Bu bir eleştiri değil sâdece bir gözlemdir. Sanatçılar, seleflerinin tarzları üzerinde gelişmezler; onlar yeni tarzlar icat ederler. Rahipler, hahamlar ve vaizler, ustalarının söylemleri üzerinde gelişmeye çabalamazlar; onlar tekrar ederler, yorumlarlar ve onlara öğretirler. Sahte bilimciler, seleflerinin hatalarını düzeltmezler; onları sürdürürler.
O zaman artan değişiklikle, bir paradigma değiştiği zaman bilim adamlarının tüm bilimi terk etmediklerini kastediyorum. Daha çok, yeni özellikler eklendikçe ve yeni yorumlar yapıldıkça paradigmada yararlı kalan şeyler korunur. Albert Einstein, fizik ve kozmolojiye yaptığı katkıları dile getirirken bu noktayı vurguluyordu: “Yeni bir teori yaratmak, eski bir ambarı yıkmak ve onun yerine bir gökdelen dikmek gibi bir şey değildir. Bu, daha çok bir dağa tırmanmak, yeni ve daha geniş bir görüş kazanmak, başlama noktamız ve onun zengin çevresi arasında beklenmedik ilişkiler keşfetmek gibidir. Ama başladığımız nokta daha küçük görünse ve yukarıya doğru olan maceralı yolumuzdaki engelleri aşarak kazanmış olduğumuz geniş görüşümüzün küçük bir parçasını oluştursa bile hâlâ vardır ve görülebilir.
Bilimin Zaferi
Bilimde, bilim adamları topluluğu tarafından test edilebilir bilginin onaylanması ya da reddedilmesi yoluyla yararlı özellikler korunur ve yararlı olmayan özellikler terk edilir. Bilimsel yöntem, bu yolla ilerici olmak için kurulmuştur. Teknolojide, tüketici halk tarafından teknolojilerin reddedilmesi ya da kabul edilmesine dayalı olarak yararlı özellikler korunur ve yararlı olmayan özellikler terk edilir. O zaman teknolojiler de ilerici olmak için kurulmuştur. Kültürel eğilimler (sanat, efsane, din) bilim ve teknolojide bulunan kendi toplulukları içinde veya halk tarafından kabul ya da reddedilme gibi bâzı özellikleri gösterebilir ama hiçbirisi temel hedefleri olarak geçmişe minnettarlık yoluyla artan büyümeye sâhip değildir.
Bir kültürün bilim ve teknolojiyi izleyip izlememesi, bir kültürü başka birinden daha iyi ya da bir yaşam biçimini başka birinden daha ahlâkî veya bir insanı başka bir insandan daha mutlu yapmaz. Bilim ve teknolojinin bir çok kısıtlaması vardır ve onlar iki tarafı keskin kılıçlardır.
Bilimsel ve teknolojik gelişmemiz tarihte ilk defa bize, kendi türümüzün yok edilmesine neden olan bir çok yöntem vermiştir. Bu, ne iyidir ne de kötüdür. Bu sâdece, giderek artan bir bilgi sisteminin sonucudur. Ama kusurlu olsa da bilim şu an, onun yapmasını istediğimiz şeyi yapması için sâhip olduğumuz en iyi yöntemdir. Einstein’ın gözlemlediği gibi, “Uzun yaşamım boyunca tek bir şey öğrenmiştim: Gerçekte karşılaştırıldığında tüm bilimimiz ilkel ve çocuksudur ve yine de o, sâhip olduğumuz er değerli şeydir.”
DÜŞÜNCE NASIL YANLIŞ YÖNE GİDER
Bizi Saçma Şeylere İnanmaya Yönlendiren Yirmi Beş Yanlış Düşünce
Kuşkucular, “İnsan Anlayışı Konusunda Bir Soruşturma” adlı eseri, kuşkucu analizde bir klâsik olan İskoç filozof David Hume’a (1711-1776) çok şey borçludur. Eser ilk olarak Londra’da 1739’da yazarın adı verilmeden, “İnsan Doğası Konusunda Bir Tez” adıyla yayınlandı. Hume’un sözleriyle, “bağnazlar arasında bir mırıltıya bile neden olacak bir üne ulaşamadan basında ölü doğdu.”
Bilimsel Düşüncedeki Sorunlar
1.Teori Gözlemleri Etkiler
İnsanın fiziksel dünyayı anlama araştırmasında, fizikçi ve Nobel ödüllü Werner Heisenberg, “gözlemlediğimizin doğanın kendisi olmadığı ama bizim sorgulama yöntemimize açık olan doğa olduğu” sonucuna varıyordu. Kuantum mekaniğinde bu kavram, kuantum hareketinin “Kopenhag yorumu” olarak formüle edilmiştir.
Bir olasılık fonksiyonu, belirli bir olayı önermez ama sistemin yalıtımıyla bir ölçüm işe karışana ve tek bir olay gerçekleşene kadar olası olayların süremini tanımlar. Kopenhag yorumu, teori ve gerçek arasındaki bire bir ilişkiyi eler. Teori kısmen gerçeği oluşturur. Kuşkusuz gerçek gözlemciden bağımsız olarak var olur ama bizim gerçek algılamalarımız onu incelememizi çerçeveleyen teorilerden etkilenir. Bu yüzden filozoflar bilime, teoriyle yüklü derler.
2. Gözlemci Gözleneni Değiştirir
Bir olayı araştırma eylemi onu değiştirebilir. Sosyal bilimciler çoğunlukla bu olguyla karşılaşır. Antropologlar, bir kabileyi araştırdıkları zaman üyelerin davranışlarının bir yabancı tarafından gözlemlendikleri olgusundan dolayı değişebileceğini bilirler. Bir psikoloji deneyindeki denekler, hangi deneysel hipotezlerin test edilmekte olduğunu bilirlerse davranışlarını değiştirebilirler. Psikologların görünmez ve çift görünmez kontroller kullanmalarının nedeni budur. Bilim, gözlemcinin gözlemlenen üzerindeki etkilerini en aza indirmeye çalışır ve kabul eder; sahte bilim bunu yapmaz.
3. Araç Gereç Sonuçları Oluşturur
Bir deneyde kullanılan araç gereç çoğunlukla sonuçları belirler. Örneğin, teleskoplarımızın boyutu, evrenin boyutu konusundaki teorilerimizi biçimlendirmiştir ve yeniden biçimlendirmiştir. Yirminci yüzyılda Edwin Hubble’ın, Güney Kaliforniya’daki Wilson Dağı üzerindeki 60 ve 100 inçlik teleskopları ilk defa astronomlara, böylece kendi galaksimizde olduğunu düşündüğümüz nebula denen şu belirsiz nesnelerin gerçekte ayrı galaksiler olduğunu kanıtlayarak, diğer galaksilerdeki tek yıldızları ayırt etmek için yeterli görme gücü sağladı.
Aynı şekilde teleskopumun göremediği şey orada değildir ve benim testimin ölçemediği şey zekâ değildir. Açıkçası galaksiler ve zekâ vardır ama onları anlama ve ölçme şeklimiz büyük ölçüde araç gerecimizden etkilenir.
Sahte Bilimsel Düşüncenin Sorunları
4. Anekdotlar Bir Bilimi Oluşturmaz
Anekdotlar – bir iddiayı desteklemek için anlatılan öyküler – bir bilim oluşturmaz. Diğer kaynaklardan destekleyici kanıtlar ya da bir çeşit fiziksel kanıt olmadan, on tane anekdot bir taneden iyi değildir ve yüz tane anekdot, on taneden iyi değildir. Mary Teyzenizin kanserinin, Marx kardeşlerin filmlerini seyrederek ya da iğdiş edilmiş horozlardan elde edilen bir ciğer özünü alarak nasıl iyileştiği konusundaki öyküler anlamsızdır. Kanser, bâzı kanserlerin yaptığı gibi kendiliğinden hafifleme sürecine girmiş olabilir; ya da yanlış teşhis konmuş olabilir; ya da, ya da, ya da… Gereksinmemiz olan, anekdotlar değil kontrollü deneylerdir.
5. Bilimsel Dil Bir Bilimi Oluşturmaz
Bir inanç sistemini, “yaratılış-biliminde” olduğu gibi bilimsel dil ve jargon kullanarak bilim kılığına sokmak, kanıt, deneysel test ve onaylama olmaksızın hiçbir anlam ifâde etmez. Toplumumuzda bilimin böyle güçlü bir gizemi olduğu için saygınlık kazanmak isteyenler ama kanıtı olmayanlar “bilimsel” görünerek ve konuşarak olmayan kanıtın etrafında son bir koşu yapmaya çalışırlar.
6. Cesur Cümleler Bir İddiayı Doğru Yapmaz
Bir şey, onun gücü ve doğruluğu için kocaman iddialar ileri sürülüyorsa ama destekleyici kanıt bir tavuğun dişi kadar nadirse, büyük bir olasılıkla sahte bilimdir.
7. Aykırılık Doğrulukla Eşit Değildir.
Soykırım inkarının organı olan Journal of Historical Review’nun Ocak/Şubat 1996 sayısında, on dokuzuncu yüzyıl Alman filozofu Arthur Schopenhauer’den yapılan, uç noktalarda olanlar tarafından çoğunlukla aktarılan ünlü bir alıntı yeniden yayınlandı:
“Bütün doğrular üç aşamadan geçerler. Önce onunla alay edilir. İkinci olarak şiddetle karşı çıkılır. Üçüncü olarak kanıtının kendisi olduğu kabul edilir.” Ama “bütün doğrular” bu aşamalardan geçmez. Birçok doğru düşünce, alay edilmeden ya da şiddetle veya başka şekilde karşı çıkılmadan kabul edilir. Einstein’ın görecelilik teorisi, deneysel kanıtın onun haklı olduğunu kanıtladığı 1919’a kadar büyük ölçüde göz ardı edildi. Onunla alay edilmedi ve hiç kimse onun düşüncelerine şiddetle karşı çıkmadı.
8. Kanıtın Yükü
Kim, neyi, kime kanıtlamalıdır? Olağanüstü iddiayı ileri süren kişi, uzmanlara ya da topluluğa kendi inancının büyük ölçüde, neredeyse başka herkesin kabul ettiğinden daha geçerli olduğunu kanıtlama yükünü taşır. Evrimciler, Darwin’den sonra yarım yüzyıl boyunca kanıt yükünü taşıdı ama şimdi kanıt yükü yaratılışçılardadır. Evrim teorisinin neden yanlış olduğu ve yaratılışçılığın neden doğru olduğunu göstermek yaratılışçıların görevidir ve evrimi savunmak evrimcilerin görevi değildir.
Soykırımın olmadığını kanıtlamak için kanıt yükü, soykırım inkarcılarının üzerindedir, bunun olduğunu kanıtlamak için soykırım tarihçilerinin üzerinde değildir. Bunun açıklaması, kanıt dağlarının hem evrimin hem de soykırımın gerçek olduğunu kanıtlamasıdır. Başka deyişle, kanıta sâhip olmak yeterli değildir. Diğerlerini kanıtınızın geçerliliği konusunda ikna etmeniz gerekmektedir.
9. Dedikodu Gerçeğe Eşit Değildir.
Dedikodular, “bir yerde… olduğunu okudum” ya da “birinden… olduğunu duydum” diye başlar. “… olduğunu biliyorum” demek, kişiden kişiye yayıldıkça, dedikodu gerçek halini alır. Dedikodular kuşkusuz doğru olabilir ama genellikle değildirler.
Caltech bilim tarihçisi Dan Kevles, bir keresinde bir gece toplantısında uydurma olduğundan şüphelendiği bir öykü anlattı. İki öğrenci, bir kayak yolculuğundan son sınavlarına girmek için zamanında dönmediler, çünkü önceki günün faaliyetleri geceye uzamıştı. Profesörlerine araçlarının lastiklerinin patladığını söylediler, böylece ertesi gün onlara son bir bütünleme sınavı yaptı. Öğrencileri ayrı odalara koyarak sâdece iki soru sordu:
“5 puanlık soru, suyun kimyasal formülü nedir?”
“95 puanlık soru, patlayan hangi lastik?”
10. Açıklanmayan Anlaşılması Güç Olan Değildir
Kaşıkları bükme, ateşte yürüme ya da zihinsel telepati gibi ustalıkların, çoğunlukla doğaüstü ya da mistik bir yapıda olduğu düşünülür çünkü pek çok insan onları açıklayamaz. Onlar açıklandığı zaman, pek çok insan, “Evet kuşkusuz” ya da “ Bir defa görünce açık hale geliyor” diye cevap verirler. Ateşte yürüme dikkate değer bir olaydır. İnsanlar sonsuz bir şekilde acı ve sıcaklık üzerindeki doğaüstü güçler ya da acıyı engelleyen ve yanmayı önleyen esrarengiz beyin kimyasalları konusunda kuramlar yürütür. Basit açıklama, hafif ve yumuşak kömürlerin ısıyı tutma kapasitelerinin düşük olması, hafif ve yumuşak kömürlerden ayağınıza ısı iletiminin çok zayıf olmasıdır. Kömürlerin üzerinde fazla durmadığınız sürece yanmazsınız. İşte bu yüzden sihirbazlar sırlarını anlatmazlar. Numaralarının pek çoğu, ilke olarak göreceli olarak basittir ve sırrı bilmek, numaradaki sihri yok eder.
11. Başarısızlıklara Neden Bulunur
Bilimde olumsuz buluşların değeri – başarısızlıklar- fazla vurgulanamaz. Ama pek çok zaman başarısızlıklar, gerçeğe yaklaşma şeklimizdir. Son olarak, eğer kuşkucular her şeyi açıklayamıyorlarsa, o zaman doğaüstü bir şeyin olması gerektiğini iddia ederler; açıklanmayan anlaşılması güç olan değildir yanlış düşüncesine kapılırlar.
12. Olaydan Sonra Mantık Yürütme
1993’te bir çalışma, meme verilen çocukların daha yüksek IQ puanlarına sâhip olduğunu buldu. Anne sütündeki hangi karışımın zekayı arttırdığı konusunda çok fazla yaygara koptu. Bebeklerini biberonla besleyen annelerin suçlu hissetmesine yol açıldı. Ama kısa süre sonra araştırmacılar, meme verilen bebeklerle farklı şekilde ilgilenilip ilgilenilmediğini merak etmeye başladılar. Belki emziren anneler bebekleriyle daha fazla zaman geçiriyorlardı ve annenin ilgisi IQ farklılıklarının arkasındaki nedendi.
13. Rastlantı
Doğaüstü dünyada rastlantılar, çoğunlukla derin bir öneme sâhip olarak görülür. Sanki perdelerin arkasında bâzı gizli güçler çalışıyormuş gibi, “eş zamanlılık” istenir. Ama ben, eş zamanlılığı, bir olasılık tipinden – iki ya da daha fazla olayın görünürde bir tasarım olmadan birleşiminden – başka bir şey olarak görmüyorum. Bağlantı, olasılık yasalarıyla ilgili sezgilerimize göre olanaksız görünen bir şekilde yapıldığı zaman, esrarengiz bir şeyin çalıştığını düşünme eğilimine sâhip oluruz.
Ama pek çok insan, olasılık yasaları konusunda çok zayıf bir anlayışa sahiptir. Bir kumarbaz, bir sırada altı kere kazanacaktır ve sonra ya “şanslı bir sırada” olduğunu ya da “kaybetmeyi hak ettiğini” düşünecektir. Otuz kişinin olduğu bir odada iki kişi aynı gün doğduklarını keşfederler ve esrarengiz bir şeyin çalıştığı sonucuna varırlar. Arkadaşınız Bob’u aramak için telefona gidersiniz. Telefon çalar ve bu Bob’tur. “Bunun olma şansı nedir?” Bu, basit bir rastlantı olmuş olamaz. Belki, “Bob ve ben telepatik olarak iletişim kuruyoruz” diye düşünürsünüz. Aslında, böyle rastlantılar olasılık yasalarına göre rastlantı değildir.
Kumarbaz, iki olası sonucu tahmin etmişti, oldukça güvenli bir iddia! Otuz kişilik bir odada iki kişinin aynı doğum gününe sâhip olması olasılığı .71’dir.
14. Temsilcilik
Aristotle’ın dediği gibi, “rastlantıların toplamı belirliliğe eşittir”. Önemsiz rastlantıların pek çoğunu unuturuz ve anlamlı olanları anımsarız. Başarıları hatırlama ve başarısızlıkları unutma eğilimimiz, medyumların, kahinlerin ve her 1 Ocak’ ta yüzlerce tahmin yapan, kehanetlerde bulunanların geçim kaynağıdır.
Atlantik Okyanusu’nda gemilerin ve uçakların “esrarengiz” biçimde yok oldukları bir alan olan “Bermuda Üçgeni” olayında, garip bir şeyin ya da uzaylıların yaptığı konusunda bir varsayım vardır. Ama böyle olayların o bölgede ne kadar temsil özelliği olduğunu düşünmeliyiz. Bermuda Üçgeni’nden, onu çevreleyen bölgelerden daha çok gemi rotası geçmektedir, bu yüzden kazalar, aksilikler ve kaybolmaların bölgede olması daha büyük olasılıktır. Ortaya çıktığı gibi gerçekte, Bermuda Üçgeni’nde kaza oranı çevre bölgelerden daha düşüktür.
Düşüncedeki Mantıksal Sorunlar
15. Duygulandırıcı Sözler ve Yanlış Örnekler
Duygulandırıcı sözler duyguları kışkırtmak ve bazen de mantıklılığı örtmek için kullanılır Onlar olumlu duygusal kelimeler olabilirler – annelik, Amerika, bütünlük, dürüstlük. Ya da olumsuz olabilirler tecavüz, kanser, kötülük, komünist. Aynı şekilde metaforlar ve örnekler, düşünceyi duyguyla gölgelendirebilir ya da bizi bir yan yola yönlendirebilir. Bir bilge, enflasyondan “toplumun kanseri” ya da sanayiden “çevreyi mahvediyor” diye bahseder.
16. Ad Ignorantiam
Bu, cehalet ya da bilgi yokluğuna yapılan bir başvurudur ve bir kimsenin, eğer bir iddianın aksini kanıtlayamazsanız onun doğru olması gerektiğini ileri sürdüğü, kanıt yükü ya da açıklanmayan anlaşılması güç olan değildir yanlış düşünceleriyle ilgilidir. Örneğin, eğer psişik bir güç olmadığını kanıtlayamazsanız o zaman onun olması gerekir. Eğer birisi, Noel Baba’nın olmadığını kanıtlayamazsanız onun olması gerektiğini ileri sürerse, bu iddianın saçmalığı ortaya çıkar.
Benzer şekilde, siz de aksini ileri sürebilirsiniz. Eğer, Noel Baba’nın var olduğunu kanıtlayamazsanız o zaman o yoktur. Bilimde inancın, bir iddiayı destekleyen ya da ona karşı olan kanıtın yokluğundan değil bir iddiayı destekleyen olumlu kanıttan gelmesi gerekir.
17. Ad Hominem ve Tu Quoque
Kelime anlamı olarak, “insan için” ve “aynı zamanda siz de” demek olan bu yanlış düşünceler odağı, düşünce hakkında düşünmekten, düşünceyi taşıyan insan hakkında düşünmeye yöneltir. Ad hominem bir saldırının amacı, bunun iddiayı gözden düşüreceğini ümit ederek iddia sahibini gözden düşürmektir. Aynı şekilde tu quoque için de. Eğer biri sizi vergilerinizde hile yapmakla suçlarsa, “Evet ama siz de öyle” cevabı öyle olup olmadığının kanıtı değildir.
18. Acele Genelleme
Mantıkta acele genelleme, uygun olmayan bir tümevarım biçimidir. Yaşamda buna ön yargı denir. İki durumda da sonuçlar, gerçekler onları garanti etmeden çıkarılır. Bir çift kötü öğretmen, kötü bir okul demektir. Birkaç kötü araba, o marka otomobile güvenilmeyeceği anlamına gelir.
19. Yetkililere Aşırı Güven
Kültürümüzde yetkililere özellikle yetkilinin çok zeki olduğu düşünülüyorsa, çok fazla güvenme eğilimi taşırız.
Başka deyişle, iddiayı kimin yaptığı bir farklılık yaratır. Eğer o, Nobel ödülü alan biriyse, ona önem veririz çünkü o, daha önce büyük ölçüde haklı çıkmıştı. Eğer o, gözden düşmüş bir sanatçıysa, gürültülü bir kahkaha atarız çünkü o, daha önce büyük ölçüde yanılmıştı.
20. Ya O Ya da O
Aynı zamanda, reddetme yanlış düşüncesi ya da yanlış ikilem olarak bilinir. Bu, eğer bir duruma inanmazsanız gözlemcinin diğerini kabul etmeye zorlanacağı şekilde dünyayı ikiye bölme eğilimidir. Bu, yaşamın ya ilâhî olarak yaratıldığını ya da evrimleştiğini ileri süren yaratılışçıların en sevdiği taktiktir. Sonra zamanlarının çoğunu, evrim yanlış olduğundan, yaratılışçılığın doğru olması gerektiğini ileri sürebilmeleri için evrim teorisini gözden düşürmek için harcarlar.
21. Dairesel Mantık Yürütme
Aynı zamanda gereksizlik yanlış düşüncesi, soruyu dilemek ya da gereksiz tekrar olarak bilinir, sonuç ya da iddia, sâdece dayanak noktalarından birinin tekrar edilmesi olduğu zaman meydana gelir. Hıristiyan inançlarını savunanlar gereksiz tekrarlarla doludur:
Tanrı var mıdır? Evet. Nereden biliyorsunuz? Çünkü İncil öyle söylüyor. İncil’in doğru olduğunu nereden biliyorsunuz? Çünkü ona Tanrı ilham vermiştir.
Başka bir deyişle Tanrı, Tanrı olduğu için Tanrı’ dır. Bilim de, aynı zamanda gereksizlikten payını almıştır: Yer çekimi nedir? Nesnelerin birbirlerine doğru çekilme eğilimidir. Nesneler neden birbirlerine doğru çekilir? Yer çekimi. Başka bir deyişle, yer çekimi, yer çekimi olduğu için yer çekimidir.
22. Reductio ad Absurdum ve Kaygan Yamaç
Reductio ad Absurum, bir argümanın, argümanı mantıksal sonuna taşıyarak ve böylece onu saçma bir sonuca indirgeyerek çürütülmesidir. Bir argümanın sonuçları saçmaysa, o kesinlikle yanlış olmalıdır. Aynı şekilde, kaygan yamaç yanlış düşüncesi, bir şeyin kaçınılmaz olarak, ilk adımın hiçbir zaman atılmaması gerektiği uç bir noktadaki sona doğru yönlendirildiği bir senaryo oluşturmayı içerir.
Örneğin: Ben & Jerry dondurması yemek, kilo almanıza neden olacaktır. Kilo almak, aşırı kilolu olmanızı sağlayacaktır. Kısa sürede 350 paund olacaksınız ve kalp hastalığından dolayı öleceksiniz. Ben & Jerry dondurması, ölüme yol açar. Onu denemeyin bile. Kuşkusuz bir kepçe Ben & Jerry dordurması yemek, çok ender durumlarda ölüme neden olabilecek olan obeziteye katkıda bulunabilir. Ama sonucun mutlaka dayanak noktasını izlemesi gerekmez.
Düşüncede Psikolojik Sorunlar
23. Çaba Yetersizlikleri ve Kesinlik Gereksinmesi, Kontrol ve Basitlik
Pek çoğumuz, pek çok zaman kesinlik isteriz; çevremizi kontrol etmek isteriz ve güzel, temiz, basit açıklamalar isteriz. Örneğin, ben doğaüstü inançların ve sahte bilimsel iddiaların pazarın belirsizliği yüzünden kısmen Pazar ekonomilerinde geliştiğine inanıyorum.
James Randi’ye göre, komünizm Rusya’da çöktükten sonra, bu tür inançlarda önemli bir artış oldu. Eğitilmemiş akla sâhip insanlar, artık açık ve mantıksal olarak düşünmeyi, hiç öğrenmemiş ve hiç pratik yapmamış insanların kendilerini iyi marangozlar, golfçüler, briç oyuncuları ya da piyanistler olarak bulmayı beklemelerinden daha çok beklememelidirler.
24. Sorun Çözme Yetersizlikleri
Tüm eleştirel ve bilimsel düşünce, belirli bir biçimde, sorun çözmektir. Sorun çözmede yetersizliğe neden olan birçok psikolojik bozukluk vardır. Psikolog Barry Singer, özel tahminlerin doğru ya da yanlış olduğu anlatıldıktan sonra, insanlara bir soru için doğru cevabı seçme görevi verildiği zaman, onların şunları yaptığını göstermiştir:
A. Hemen bir hipotez oluştururlar ve sâdece onu onaylayan örnekleri ararlar.
B. Hipotezi çürüten kanıtları aramazlar.
C. Açıkça yanlış olsa bile hipotezi değiştirmekte yavaştırlar.
D. Eğer bilgi çok karmaşıksa, çok fazla basit olan hipotezleri ya da çözüm stratejilerini benimserler.
E. Hiç çözüm yoksa, eğer sorun bir numaraysa ve “doğru” ve “yanlış” rast gele veriliyorsa, gözlemledikler rastlantısal ilişkiler konusunda hipotezler oluştururlar.
25. İdeolojik Bağışıklık ya da Planck Problemi
Günlük yaşamda, bilimde olduğu gibi, hepimiz belli başlı paradigma değişikliklerine direniriz. Toplumsal bilimci Jay Stuart Snelson, bu dirence, ideolojik bağışıklık sistemi der:
Eğitimli, zeki ve başarılı yetişkinler en temel ön varsayımlarını nadiren değiştirirler. Snelson’a göre, bireyler ne kadar bilgi biriktirmiş olurlarsa ve teorileri ne kadar iyi temellere sâhip olursa ideolojilerine olan güvenleri de o kadar büyük olur. Ama bunun sonucu, öncekileri desteklemeyen yeni düşüncelere karşı “bağışıklık” geliştirmemizdir. Bilim tarihçileri buna, bilimde yenilik olması için ne olması gerektiği konusunda şu gözlemi yapan, fizikçi Max Planck’tan dolayı Planck Problemi derler: “Önemli bir bilimsel yenilik, yolunu nadiren yavaş yavaş üstünlüğü kazanarak ve karşıtlarını dönüştürerek bulur: Saul’un Paul haline gelmesi nadiren olur. Olan, karşıtların yavaş yavaş yok olması ve yetişen kuşağın düşünceyle baştan tanışmasıdır.
Sonunda tarih (en azından şimdilik) “haklı” olanları ödüllendirir. Değişiklik olur. Astronomide, Ptoleme’ci yer merkezli evren, yerini yavaşça Copernicus’un güneş merkezli sistemine bıraktı. Jeolojide, George Cuvier’in ani-yıkımcılık görüşü yavaşça, James Hutton ve Charles Lyell’in daha geçerli olarak desteklenen tek düzenlilik görüşü tarafından köşeye sıkıştırıldı. Biyolojide, Darwin’in evrim teorisi, türlerin değişmezliği konusundaki yaratılışçı inancın yerini aldı.
Spinoza’nın Hükmü
Kuşkucular, zâten saçma olduğunu bildiğimiz şeyi çürütmekten zevk alma konusunda çok insanî olan eğilime sahiptir. Diğer insanların yanlış mantık yürütmesini anlamak eğlencelidir ama tüm mesele bu değildir. Kuşkucular ve eleştirel düşünürler olarak, duygusal tepkilerimizin ötesine geçmeliyiz çünkü diğerlerinin nasıl yanlışa düştüğünü ve bilimin nasıl toplumsal kontrole ve kültürel etkilere konu olduğunu anlayarak dünyanın nasıl işlediği konusundaki anlayışımızı iyileştirebiliriz. Bu nedenden dolayı, hem bilim hem de sahte bilim tarihini anlamak bizim için bu kadar önemlidir. On yedinci yüzyıl Hollanda filozofu Baruch Spinoza en iyisini söylüyordu: “İnsan hareketleriyle alay etmek, hayıflanmak, onlara tepeden bakmak için değil ama onları anlamak için sürekli çaba göstermiştim.”