Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Kasım 24, 2024
No menu items!
Ana SayfaÖyküÇeviri ÖykülerDünyada yeni olan hiçbir şey yoktu | Bernard Malamud

Dünyada yeni olan hiçbir şey yoktu | Bernard Malamud

Tüm yaşamı nefret üzerine kuruluydu. Kasvetle dolu yalnız bir adamdı. Akşamları kibbutz’un bir köşesindeki bekâr odasını yoğun bir koku doldurur, içe çökük sert bakışlı gözleri karanlıkta dolaşan şekiller görürdü. O ve nefreti birbirlerini besler gibiydiler. Bu, hep böyle olmuştu. Bu yalnız, içe dönük adamın içinde, gözyaşlarına boğulmadığı, keman çalmadığı veya diğer insanlarla uğraşmadığı zamanlarda sürekli bir baskı birikirdi; öyle ki, delirmek ve intihar etmek arasında bir seçim yapma durumuna gelirdi.

Ve tam bu noktada çevresindekiler rahat bir nefes alırlardı. İyi insanlar nefretten korkarlar ve hatta varlığını bile inkâr etmek isterler. Apaçık karşılarında gördüklerinde ise buna adanmışlık veya benzeri bir isim takarlar. Bu yüzden biz kibbutz halkı, onun inancıyla yaşayan, bu nedenle de bizimle ve dünya ile bu denli sert bir şekilde uğraşan biri olduğunu düşünürdük. O kibbutz liderlerinden biri olarak kabul edilmezdi. Bu adanmışlık ona, bir komite veya toplulukta otorite ve saygı içeren bir konum sağlamamıştı. Zamanla, bu kendine yeten, sessiz adamı bir aziz halesiyle kuşattık.

Bu hale, onu dedikodulardan korurdu. Ne söylenebilir ki; o herkesten farklıydı. Az konuşur ve çok iş yapardı.

Kabul etmek gerekir ki, onunki gerçek bir yalnızlıktı. Bunu hiçbir şey değiştiremezdi. Ve kibbutz’un yaşaması, onun gibi insanların varlığına bağlıydı. Bize kaba sözler söylediğinde, günlük yaşantımızın savunduğumuz ideallerle her zaman uyuşmadığını ve sonuçta onun azarlarını hak ettiğimizi kabul etmek zorunda kalırdık.

Makineleri tamir ederdi.

Her sabah altıda çalar saati ile uyanır, apar topar yağlı iş tulumunu giyer ve yemek salonuna inerdi. Reçele batırılmış kalın bir dilim ekmeği iştahla çiğner ve kahvesi ile yutardı. Sonra altıyı çeyrek geceden dokuza kadar, yazları bir fırın gibi kavrulan, kışları ise yağmur damlalarının monoton, sıkıcı temposuyla tınlayan teneke hangarda yağa bulanırdı. Saat dokuzda geri döner ve sertleşmiş ellerini kapkara yağdan kurtarmak için sırasıyla parafın, kaba sabun ve ince sabunla yıkardı. Fakat karalık asla yok olmaz, en fazla griye dönerdi.

Kahvaltıdan sonra sabah gazetesinin kapağına bir göz atar, öfkesini kabartacak haberler arardı: Suç, yolsuzluk, dejenerasyon, ülkenin uğruna kurulduğu ilkelere ihanet.

Kahvaltıdan sonra yine hangara dönerdi. Burası onun, vantilatör kayışları, dişli çarklar, karbüratörler, bujiler, radyatörler ve akülerle savaş alanıydı. İşini iyi bildiğini düşünürdük ve onu, bize özgü gösterişsiz tavırlarımızla takdir ederdik. Makine parçalarıyla, sanki onların güvenilmez, isyankâr birer kişilikleri varmış gibi ve sanki onlara boyun eğdirmek, doğru yola sokmak kendi işiymiş gibi uğraşırdı. Sadece nadir durumlarda bir parçayı fırlatıp atar ve dişlerinin arasından,

“Bu işe yaramaz. Ölmüş. Yenisini almamız gerekecek” diye tıslardı. Bu nadir anlarda, bir aksiliğe şerefle, ama aynı zamanda birbirine kenetlenmiş dişlerle dayanan bir askeri kumandanı andırırdı. Bununla birlikte çoğunlukla makineleri onarmayı, arızalarını gidermeyi ve onları hizaya getirmeyi başarırdı. İçe çökük gözleri, asi bir yağ pompası üzerinde kenetlendiğinde, bakışlarında sonsuz sabırla birlikte bastırılmış öfke görünürdü. Bir öğretmen sabrı, diye düşünmüştük bir keresinde.

“Göreceğiz bakalım” ve “İşte oldu” ağzından en sık duyulan iki cümleydi. Bazen de sıkılmış dişleri arasından “Gerçekten” kelimesini salıverirdi.

İri yapılıydı. Öyle ki, bazen yüz ve vücut hatları yavaş yavaş aşağı doğru sarkıyormuş gibi görünüyordu. Sanki, diğer insanlara göre daha çok etkileniyordu yerçekimi kanunundan. Alnındaki çizgiler ve ağzının çevresindeki kırışıklıklar hep dikeydi. Geniş omuzları eğikti ve yürürken kollan aşağı doğru sallanırdı. Hatta kırlaşmış saçları bile daima alnına düşerdi.

Oniki buçukta hangardan ayrılıp yemek salonuna gider, tabağını et, patates ve çeşit çeşit sebzeyle doldururdu. Yemeğini kuvvetle çiğnerken gözleri bir kez daha gazetede gezinir, her yerde değişim ve çürümenin izlerini görürdü.

Biri çeyrek geçe hangara döner ve saat dörtte işi bitene kadar çalışırdı. Bunlar en zor saatlerdi. Yazın hangar kavrulur, kışın ise rüzgârın buz gibi pençeleri kırık camlardan içeri süzülürdü.

Neredeyse yüksek sesle, derince içini çeker, fakat sebatla işine devam ederdi. Makinenin altındaki beton zeminine siyah bir çuval bezi parçası serer ve uzanarak motora alttan bakardı. Yirmi yedi yıl boyunca bir gün bile hastalandığı kibbutz iş sicil defterine yazılmamıştı. İşi sona erince yine binaya döner, sabah ilk iş olarak yaptığı gibi ekmek ve reçelle kendini doyurur, arkasından ılık süt içerdi. Sonra odasına gider, duş alır, tıraş olur, bekâr yatağına uzanır ve sızana kadar gazeteye göz atardı. Uyuya kaldığında henüz orta sayfalara gelmemiş olurdu. Akşamın alacakaranlığı sanki ısırmış gibi onu şekerlemesinden uyandırırdı. Tam bu anda endişe, keder ve önsezilerle kuşatılırdı. Sanki bu alacakaranlık her şeyin sonuydu. Bir anda ve herkes için. Aceleyle pantolonunu giyer, kendine bir fincan kahve yapar ve gazetenin orta sayfalarını okumak üzere koltuğuna otururdu. Baş makaleyi, yorum, analiz yapılan sütunları, kişisel görüşleri, hareket ve partinin liderlerinin konuşmalarından alınan özetleri okudukça, neredeyse fiziksel bir acı duyardı. Yüzü merhamet ve sevecenlikten tamamen uzaklaşır, nefsin isteklerine karşı çıkan çilecilere özgü sofuca bir ifadeye bürünürdü.

Lanet olsun. Bize ne yapıyorlar? Niye değerli olan her şeye zarar veriyorlar? Gözlerinde zalim, yargılayan bir ifade belirirdi. Dudakları titrerdi. Ara sıra, diğerlerinin adanmışlık olarak yorumladığı nefretin kıvılcımları gözlerinde parlardı. Makaleleri elindeki kalemle takip eder, notlar alırdı; ama kelimelerle değil, sadece işaretlerle. Soru işareti, ünlem, kesme işareti, iki ünlem ve hatta tam makalenin ortasında öfkeli bir karalama.

Alacakaranlık yerini karanlığa bırakınca lambayı açması gerekirdi. Bu ışık gözlerini yorar ve aklı başında düşünebilmesi için gerekli olan dikkatini köreltirdi. Sanki yargısını yıkmak için ona rüşvet vermeye çalışan bu sarı ışık onu dehşete düşürürdü. Mantıklı düşünme yeteneği yavaş yavaş bulutlanır yarım saat veya bir saat sonra da görüntüler belirmeye başlardı. Artık keskin, analitik bir argümanın iddiasını takip edemezdi. Gazetenin yazdığı güncel olayları, o ulu görüntülerin, hareketin babalarının öğretilerinin yüksek mahkemesine çıkaracak gücü de kalmazdı artık. Yargılamaktan yorulurdu. Işık gözlerini acıtırdı. Gözlerini bomboş karşıya dikerdi. Görüntüler belirirdi. Yüzü, zor da olsa çekici hatta ulvi olarak tanımlanabilecek zalim, yargılayıcı ifadesini kaybederdi. Bu haliyle aniden çirkin, neredeyse dayanılamayacak kadar çirkin bir adama dönüşürdü.

Kibbutz’daki çocuklar onun arkasından “günahkâr haman” derler ve parmaklarıyla onu işaret ederlerdi.

Fakat alacakaranlığın başlangıcıyla, karanlığın çökmesi arasında geçen süre en güzel zamanlardı.Işıkları yakıp yorgunluğa ve belirsizliğe teslim olması gerekmeden önce, her şeyi yoluna koymak için zamanı vardı. Gazeteyi saf, buz gibi bir nefretle incelerdi. Gittikçe artan bir kesinlikle bölüm bölüm okurdu. Devlet, liderlerinin görüşlerine nasıl ihanet etmişti, bir orospu gibi davranıp nasıl kendini kirletmişti. Ulus kendini sefahâta kaptırmış, bütün idealleri terk ediyordu. Yahudi devleti, Yahudilerin tarihinde yeni bir sayfa açması için kurulmuştu. Oysa şimdi bir çeşit veda partisine benziyordu. Yahudilerin korkunç tarihinin mutlu sonunu kutlayan çılgın bir parti. Fakat korkunç tarih hâlâ doruktaydı. Bıçaklar şimdi bile bileniyordu.

Nesiller boyu Yahudiler derin ve ciddi insanlar olmuşlardı. Şimdi ise her türlü yeni heyecanla arzularını doyurup kendilerini tatmin etmeye çalışan Ortadoğulu dejenere ayaktakımına dönüşmüşlerdi. Bir gün düşman gelip, her şeyi yağmalayacaktı. Ve uyanıp bütün umutlarımızı toza dönüşmüş bulacaktık. İnsanlar askeri yenilgiler veya ekonomik çöküşlerle yok olmazlar. İşte bunu anlamıyorlardı. Hatta o kendine lider diyen, hareketin babalarının mirasçıları bile bunu anlamıyorlardı. İnsanlar önce çürümenin içine gömülürlerdi, ancak o zaman düşman gelir kapıdan içeri girer, ziyafetin doruğunda, herkes sarhoş ve savunmasız durumdayken her şeyi fethederdi. Felaket, bulutsuz bir gökyüzünde çakan bir yıldırım gibi inecekti. Bir ülkeyi savaş değil çürüme mahvederdi. Bu arada kötü koku havayı doldururdu. Hava iyice kararır ve bu sarı elektrik ışığında her şey belirsizleşirdi. Belki de editöre bir mektup yazmalıyım. Fakat ben kimim?

İyi bir gözlük onun ağrısını yok edebilirdi. Fakat bu basit çözüm onun aklına gelmezdi. Yorgunluk ve acıyla gözlerini kısarak, sarı ışık saçan ampule baktığında gözlerinin önünde hayaller belirirdi. Sadece zevk almak ve zevk vermek için doğmuş gibi görünen, makyajlı, şehvet saçan bir sürü kadının şehrin sokaklarını doldurduğunu görürdü. Resimlerdeki Amerikalılar gibi giyinmiş, gümüş iğneli zarif kravatlar takan genç adamlar görürdü. Bu genç adamlar koyu renkli gözlükler takıyorlar ve önemli insan havalarına giriyorlardı.

Maccabeelerin torunlarını, koruyucuların, bu ülkeyi savunanların ve hayal kuranların mirasçıları olan genç kız ve erkekleri görüyordu. Şimdi onlar halka açık telefonları kırıyor ve terbiyesiz şarkılar söylüyorlardı geceleri. Kız kardeşi Esther’in fazlasıyla açık elbisesini görüyordu. Onun havaalanında İtalyan uçağına binerkenki düzgün siluetini görüyordu. Kocası Gideon ve o, sadece birkaç seneliğine gidiyorlardı. Gideon, ayak işlerine bakan çocuklar gibi yabancı şehirlerde dolaşmak yerine, kendi şehrinde yaşamasını sağlayacak saygı değer bir ofis işine terfi edene kadar. Sonra ayrılırkenki kucaklaşmalarında kız kardeşinin vücudunun verdiği hissi hatırladı. Uçağı görüyordu; gelen, giden, karşılaşan insanların, herkesi ayırım yapmadan seven hosteslerin uğultusu ve bu havaalanı karnavalının ortasında kötü bir ruh gibi duran ben; niye herkes gidiyor, bütün bu karışıklık neden, sorun ne, tabii ki böyle zamanlarda hepimiz bu harikuladelikten etkilenmeliyiz.

Sonra gri asfalttaki lastiklerin, gecenin ortasında duyulan şehvetli fısıltıları andıran sesi. Sabahın ikisinde, sessiz, güçlü, parlak renkli arabaların içinde, kadın ve erkek, ikişer ikişer oturan yeni, özgür Yahudiler. Nereye gidiyorlar sabahın ikisinde tüm bu insanlar? Yarın kim işe gitmek için kalkacak? Ve kimin bu bir kadının kalçaları gibi yuvarlak binalara, beton ve cama ihtiyacı var? Amerika’nın bütün bulaşıcı pisliği bu hayaller ülkesindeydi. Hatta İbrani polis bile, gece vakti kibar bir şekilde gülümsemişti bana; sanki o da bir parçasıydı evrensel dostluğun. Evrensel ılımlılığın. Bu baştan çıkarıcı fısıltının. Ahlaksızlığı körükleyen, iğrenç şehvet dolu soğuk bir şaka. Bir düşü gerçekleştirmeye çalıştık. Fakat ortaya bir Hollywood çıktı. İsrail ülkesi bir orospu. Ülkesinden nefret edene vatan haini derler fakat şehvet saçan bir orospudan nefret eden kişi, ihanet edilmiş bir düşe bütünüyle sadıktır. Eğer gözlerindeki ağrı dikkatini dağıtıyorsa, karanlığa çıkıp kibbutz’un çevresinde küçük bir yürüyüş yapabilir, sonra kocaman bir kremalı salata, tuzlanmış balık, üç dilim ekmek, krem peyniri ve iki bardak çay ile güzel bir akşam yemeği yiyebilirsin. Uygun birini bulduğunda oturup konuşabilirsin. Partinin stratejisi veya politik kazanımlar ve kayıpların hesaplanması konusunda değil ama, dünyayı düzene koymak konusunda.

Yemekten sonra salondan ayrılmaz, akşam gazetesinin okunduğu masaya otururdu. Bu, veznedarın şehirden getirdiği gazeteydi. Kıdemli yoldaşlar gazetenin çevresinde bir halka oluştururlardı. Ayakta duranlar oturanların kafaları üzerinden okurlardı. Yavaşça bir tartışma başlar, bir argüman ortaya atılırdı.

Bu tartışma, açıklamalarla, yorumlarla ve eski günlerde olanların bugün olanlarla karşılaştırılmasıyla başlardı. Sonra ne olması, bizim ne yapmamız gerektiği konusuna gelince tartışmanın heyecanı artardı. Ilımlılar, aşırı uçtakiler ve bu iki grup arasında olmaya çalışanlar fikirlerini savunurlardı.

Çoğu, olayların nereye doğru gittiğini göremiyordu. Ya da bilerek kendilerini kandırıyorlardı. Onların gözlerini açmak zorundaydı; çünkü onlar sadık olanların en sonuncularıydılar. Çürümenin nasıl köklere saldırdığını açıklayarak işe başlardı. Bu çılgın ülke, farkında olmadan nasıl da kendi etini yiyerek besleniyordu. İtiraf etmek gerekirdi ki, yapı hâlâ gelişiyor ve yayılıyordu. Açıkça görülüyordu ki; yeni yerleşim yerleri yapılıyor, yeni yollar inşa ediliyordu. Fakat bir ölünün bile saçlarının ve tırnaklarının çürüyene kadar uzayacağını her biyolog onaylardı. Bütün yapı, bozulmadan dolayı ve bozulmaya doğru, yıkılmaya mahkûmdu. Kanser ölene kadar orospunun vücudunda beslenecekti. Sarhoş naraları, dar görüşlü övünmeler ve boş sözler ihaneti gizleyemezdi. İnsanlar liderlerine, liderler insanlara ve hepsi aynı şekilde görüşe ihanet etmişlerdi. Kibbutz Üçüncü Cumhuriyetin son kalesi olabilirdi. Fakat ona bile ihanet edilmişti; liderler ve insanlar ülkeyi orospuya çevirmişlerdi.

Bütün dinleyiciler belirgin bir abartı seziyorlardı. Fakat yaşlılar bu konuşmanın kutsal bir öfkeyi, belki de doğruyu içerdiğini biliyorlardı. Bazı genç adamların bu sözleri ciddiye almaları ve hatta sarsılmaları iyi olurdu.

Fakat sayıları üçü dördü bulan bu genç adamlar sadece sırıtıyorlardı. Bir adamın aynı anda hem parlak bir tamirci hem de tam bir aptal olmasını garip buluyorlardı.

Tartışmacılar aylak değil çalışan insanlar oldukları için genellikle saat ona doğru susar ve “Bu konuda sonra konuşur, her noktayı tamamen tartışırız” derlerdi. Sonra hepsi odasına çekilir, sadece bekçiler uyanık kalırlardı. Hatta onlar bile dışarı çıkıp çitler boyunca dolaşacaklarına, zaman öldürmek için çaylarından küçük yudumlar alarak yemek salonunda oyalanır ve salonda değil çocuk odasında olması gereken dadılarla flört ederlerdi. Hiçbir şey olması gerektiği gibi değildi.

Odasına dönerdi. Çimenleri geçerken açık bırakılmış bir fıskiye ve damlayan bir hortum bulurdu. Nefretini fethetmeliydi. Odasına varıp ışıkları yakınca gözleri yine acırdı. Yorgunluğuna rağmen kaba tahta raftan eski büyük bir cilt alır ve kurucuların söylevlerini okumak üzere otururdu. Diğerleri hâlâ gençliklerinde okudukları ile yetiniyor ve unutkanlığın yavaşça inançlarını azalttığını fark etmiyorlardı.

Halbuki o, yıllarca önce Litvanya’daki Siyonist Genç Hareket’te kendisine öğretilenleri her gece tekrarlıyordu. Kendini bütün kalbi ve ruhuyla görüşün sözlerinin zalim çekiciliğine adıyordu. Doğru, hareketin babalarının çoğu parlak bir İbranice kullanmamışlardı ama onların düşünceleri parlaktı ve analitik güçlerinden hiçbir şey kaybetmemişlerdi. Ve tam anlamlarını sadece şimdi, şu yavan sürede bulan sayfalar vardı.

Birkaç sayfadan sonra yorgunluğu iyice artardı. Artık genç değildi; bütün gün uzun saatler boyunca çetin, fiziksel güç gerektiren bir işte çalışıyor ve her gece tüm varlığıyla teori ve fikirlerle boğuşuyordu. Bütün gücüyle okumaya devam etmeyi isterdi tabii ki; fakat vücudu yorulmuştu.Geceleri ağır koku odayı doldurmaya başlardı. Hatta yazın, bütün camlar ardına kadar açıkken bile bundan kaçış yoktu. Işığı söndürüp yatar yatmaz geceye özgü sesler içeri dolup, üstüne çullanırdı. Bu vahşi sesler karşısında dünya hakkında kesin görüşleri olan bir adam bile çaresiz kalırdı.

“Rüzgâr” ve “ruh” kelimeleriyle oynayarak veya çakalların ulumalarını ulusal felaketin, deliliğin ve ölümün tam bir görüntüsü olan tilki feryatlarına çevirerek kendi düşüncelerinin bir yankısını bulmaya çalışırdı bu seslerde. Fakat burada, dağlar ve rüzgârlı vadiler arasındaki kibbutz da geceye özgü sesler, bütün görüntülerden güçlüdürler. Her şeyi süpürür, geceleyin üzerinize çullanır ve kelimeleri yok ederler.

Kasvetle dolu yalnız bir adamdı. O ve nefreti, birbirlerini besler gibiydiler. Bu hep böyle olmuştu. Yıllar önce bir karısı vardı. Değişik, çok zayıf, sinirli, getto ayaklanmalarından birinden sağ çıkmış bir mülteci. Buraya kardeşlerinin cephaneleri bitene kadar Almanlara ateş ederek ne kadar kahramanca öldüklerini anlatmaya gelmişti. Konuşmasını bitirdiğinde gece olmuştu. Bu yüzden o gece kalmıştı. Bir sonraki gece de. Kendisinden birkaç yaş büyüktü. Evlendikten sonra onu kibbutzdan ayrılmaya ikna etmeye çalışmıştı. Akrabalarının yardımları ve Almanların ödediği tazminatla geçinerek hayatını yoluna koymayı ve iyi yaşamayı planlıyordu. Kibbutz yeteri kadar iyi bir yerdi; fakat onun için değil. Yahudi halkı için yeterince acı çekmişti. Bırak, değişim için diğerleri uğraşsındı. O artık birazcık yaşamak istiyordu.

Zayıf ve sinirliydi. Vücudu açlığını doyurmuştu ama yeterince değil. Birkaç ay sonra ayrılmışlardı. O kendi yoluna gitmiş, kendisi burada kalmıştı. Akrabalarının küçük yardımına tazminat parası eklenince, her açıdan daha önce Varşova’da sahip olduğu kadar güzel bir moda salonu açmıştı kendine.

Eski karısı bir daha evlenmediği için şehre yaptığı seyrek yolculuklarda onu ziyaret etmeye devam ederdi. Ona vücudu için yalvarırdı. Kadın, bazen bir iç çekişiyle ona çabuk olmasını oyalanmamasını söyleyerek kabul eder, başını daima belaya sokan iyi huyluluğundan şikâyet ederdi. Onunla iyi huylu olup olmadığı konusunda tartışmaya başlarlardı. Eski karısından nefret ederdi tabii ki, hem de tüm kalbiyle. Fakat bu, gece seslerinin yanıtladığı nefretten tamamen değişik, gündüz vakti duyulan bir nefretti.

Gece canlıydı. İçe çökük sert bakışlı gözleri karanlıkta dolaşan şekiller görüyordu. Odası temiz değildi. Her yerde toz vardı; yatağın altında da unutulmuş bir çift çorap. Cırcır böceklerinin sesleri dalgalar halinde yayılıyordu. Bir ineğin uzaktan duyulan böğürtüsü. Bir çığlık. İlerdeki bir arazide homurdayan bir traktör. Çıldırmış gibi havlayan köpekler. Çimenliği geçerek vadinin karanlığına gömülen çiftlerin gülüşleri. Lanet olsun. Ve üzüm bağındaki çakallar. Çölden gelen sıcak rüzgâr, ağaçları hafifçe sallayarak onlara bir gün karşılaşacakları yangını ve baltayı hatırlatarak esiyordu.

Dünyada yeni olan hiçbir şey yoktu.

Bu işkence eden sesleri susturmak için radyoyu açmayı denedi. Radyoda ne vardı? Şehvet dolu bir müzik, arzu uyandıran bir şarkı, hasta edici ılık, ıslak bir ses. Şarkıcıya lanet okuyarak radyoyu kapattı ve bütün sesler geri döndü. Uyku, acıya son vermek için indirilen öldürücü bir darbe gibi onu aniden sardı.

Uykusunda, kalçalarıyla, gülüşleri ve saçlarıyla şehvet dolu kadınlar olurdu.

Sonra gecenin içinden bir bağırtı duyulurdu belki. Bekçi, “Kör şeytan. Ne yapılabilir” derdi.

Yeni yıldan birkaç gün önce işiyle ilgili olarak, yeni model bir Amerikan pistonunu incelemek ve büyük olasılıkla ısmarlamak üzere Tel Aviv’e gitti.

Her zamanki gibi eski karısına da uğradı. Kadın ona kahve yaptı. Haberler hakkında biraz tartıştılar. Ondan vücudunu istedi. Kadın reddedince biraz yalvardı. Boş yere. Sonradan eski karısının yeniden evleneceği ortaya çıktı. Hayır, aşk evliliği değildi. Ne saçma bir düşünce. Onun yaşında ve bu tecrübeye sahip olan kim aşk için evlenirdi ki? Hayır. Evleneceği adam da Varşova’dandı. O da önceki ailesini kaybetmiş ve mucizevi bir şekilde kurtulmuştu. O da kadın giyimiyle uğraşıyordu. Birlikte çok şey yapabilirlerdi.

Eski karısına veda etmeden ayrıldı.

Tereddütlü adımlarla dışarı çıkarak şehre indi. Adımları giderek daha kendine güvenli, hatta öfkeli bir hal alıyordu. Kardeşinin ve kocasının Avrupa’da olduğunu ve Gideon terfi edene kadar en azından bir ya da iki sene daha orada kalacaklarını unutarak onların dairesine gitti.

Kiracılar onu nazik bir şekilde karşıladılar. Onun mobilyaların durumunu kontrol etmek için geldiğini düşünmüşlerdi. Daireye iyi baktıklarına dair garanti verdiler.

Her şeyin yolunda olduğunu kendi gözleriyle de görmesi ve bir şey içmesi için onu içeri davet ettiler. Fakat o kapıda dikildi, onlara lanet okudu ve ayrıldı. Gece oluncaya kadar Tel Aviv’in sokaklarında dolaştı ve her şeyin yok olduğunu gördü. Hava kararıp floresan sokak lambaları yanınca gözleri acıdı. Karanlık sokaklara yöneldi. Gece yarısına doğru, prospektüsünü okuduğu yeni pistonu inceleyip ısmarlayacağı tarımsal makine dükkânının önüne geldi. Sokak karanlık, dükkân ise kapalı ve ıssızdı. Kendi nefes alışlarını duyana kadar bir nefret dalgası yükseldi içinde.

Herifler dükkânı kapatmış ve karı tavlamaya gitmişlerdi. İşçi Hareketi ‘nin babaları bunun olacağını önceden görmüşler ve bizi uyarmışlardı. Onların yazdıklarını kendimize ışık yapmıştık. Bir ölünün bile çürüyene kadar saçları ve tırnakları uzardı.

Aynı sokağın sonunda bir fahişe ile anlaşıp onu ucuz bir otele kadar izledi ve dükkânda harcamayı planladığı parayı ona verdi. Sabaha kadar fahişe ile kaldı ve hem ondan hem kendinden tamamen nefret etti. Ertesi gün kibbutz’a dönerek makineleri ile uğraştı. Gazetenin yeni yıl özel sayısını başından sonuna okudu ve gecenin gelmesini bekledi. Karanlık basınca meyve bahçesine gitti ve kendisini ağaca astı. Onu festivalden sonra bulduk ve işine bağlılığını ve ideallerimize adanmışlığını övdük. Kendini dünyayı düzene koymaya adamış bir adamın cenaze töreni diğer herhangi bir adaminkinden farklı değildi ve bizim de ekleyecek daha fazla bir şeyimiz yok. Huzur içinde yatsın.

Kibbutz: İsrail’deki kolektif çiftliklere verilen ad

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments