Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Ekim 17, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeFelsefe (Genel)Ölüm üzerinde hak ve yaşam üzerinde iktidar | Michel Foucault

Ölüm üzerinde hak ve yaşam üzerinde iktidar | Michel Foucault

Uzun süre egemen iktidarın ayırıcı özelliklerini oluşturan ayrıcalıklardan biri yaşam ve ölüm üzerindeki haktı. Ve bu, biçimsel olarak, Romalı aile reisine çocuklarının ve kölelerinin yaşamını “kullanılabilme” hakkını veren eski patria potestas’tan türemiştir; baba onlara yaşamlarını “vermiştir”, geri alabilir. Klasik kuramcılarda ortaya çıkan yaşam ve ölüm üzerindeki hak, bunun oldukça yumuşatılmış bir biçimidir. Hükümdarın bu hakkı uyrukları üzerinde mutlak ve koşulsuz olarak değil, ancak kendi varlığının tehlikede olduğu durumlarda, bir tür karşılık verme hakkı olarak kullanması düşünülmüştür. Kendisini devirmek ya da haklarına karşı çıkmak isteyen dış düşmanlarca tehdit mi edilmektedir? O zaman, hükümdar meşru olarak savaş açabilir ve uyruklarından devletin savunmasında yer almasını isteyebilir; onların “doğrudan ölümlerini talep” etmeden yaşamlarını tehlikeye sokması” kurallara uygundur; bu anlamda uyrukları üzerinde “dolaylı” bir yaşam ve ölüm hakkına sahiptir. Ama eğer kendisine karşı çıkan ve yasalarına uymayan kişi uyruklarından biriyse, o zaman onun yaşamı üzerinde doğrudan bir iktidar sahibidir; ceza olarak onu öldürecektir. Bu bağlamda ele alındığında yaşam ve ölüm üzerindeki hak, artık mutlak bir ayrıcalık değildir; hükümdarın korunması ve kendi yaşamının devamı ile koşullandırılmıştır. Bunu, Hobbes gibi, doğal durumda her kesin sahip olduğu kendi yaşamını başkalarının ölümü pahasına koruma hakkının hükümdara aktarılması olarak görebilir miyiz? Yoksa bu hakkı, bu yeni hukuksal varlığın, yani hükümdarın oluşumuyla birlikte ortaya çıkan özgül bir hak olarak mı görmek gerekir? Her ne olursa olsun, yaşatma hakkını ancak öldürme hakkını devreye sokarak ya da sokmayarak kullanır; yaşam üzerindeki iktidarın ancak isteme hakkına sahip olduğu ölümle belirtir. “Yaşam ve ölüm” üzerinde hak diye söze geçirilen, gerçekte öldürme ya da yaşamasına izin verme hakkıydı. Sonuçta bu hakkın simgesi kılıçtı. Belki de bu yasal biçimi, iktidarın temelde bir tasarruf mercii, aşırma mekanizması, zenginlikleri, malları, hizmetleri, emeği ve kanı zorla ele geçirme hakkı biçiminde işlediği tarihsel bir toplum biçimine bağlamak gerekecektir. İktidar bu bağlamda her şeyden önce el koyma hakkıydı; bu hak, yaşamı ortadan kaldırmak için onu ele geçirme ayrıcalığıyla doruk noktasına ulaşıyordu.

Ne var ki Batı, klasik çağdan bu yana iktidar mekanizmalarında gerçekten derin bir dönüşüme tanık olur. Tasarruf hakkı, bu mekanizmaların en önemli biçimi olmaktan çıkıp, boyun eğdirdikleri güçleri kışkırtma, güçlendirme, denetleme, gözetleme, çoğaltma ve düzenleme işlevlerine sahip olan parçalar içinde bir parça haline; üretmeye ve bu güçleri silmek, eğmek ya da yok etmek yerine güçlendirmeye ve düzenlemeye yönelik bir iktidarın gerektirdiklerine doğru kaymaya, ya da en azından bunlara dayanmaya ve bunların taleplerine uymaya yönelecektir. Hükümdarın kendini savunma ya da kendisinin savunulmasını talep etme hakkı üzerine kurulan bu ölüm, toplumsal bünye içinde yaşamını sağlama, ayakta tutma ya da geliştirme hakkının öbür yüzü olarak ortaya çıkacaktır. Bununla birlikte savaşlar hiçbir zaman XIX. yüzyıldan bu yana yapılanlar denli kanlı olmamış, hatta bütün oransal farkları dikkate aldığımız taktirde bile, bu zamana değin hiçbir rejim kendi nüfusu üzerinde böylesi soykırımlar uygulamamıştır. Ama bu harikulade ölüm hakkı, artık kendini, yaşam üzerinde olumlu biçimde etki gösteren, yaşamı yönetmeyi, yükseltmeyi, çoğaltmayı ve bu yaşam üzerinde kesin denetimler ve bütüncül düzenlemeler yapmayı iş edinen bir iktidarın tamamlayıcısı olarak sunar. Ona gücünün ve kendi sınırlarını böylesine ileri götürmesine yol açan küstahlığın bir bölümünü sağlayan şey belki de budur. Savaşlar, savunulması gereken hükümdar adına yapılmaz artık; herkesin var olması adına yapılır; halklar birbirlerini öldürmeye yaşamlarının gerekliliği adına hazır edilirler. Katliamlar yaşamsal olmuşlardır. Onca rejim, yaşamın, yaşamı sürdürmenin, bedenlerin ve ırkın yöneticisi olma sıfatıyla onca insanı öldürterek onca savaşı sürdürebilmiştir ve çemberi kapatmamızı sağlayan bir dönüşle, savaş teknolojisi bu rejimleri, topyekün yok etmeye ittikçe, savaşları başlatan ve bitiren kararlar da gittikçe yaşamı sürdürme sorununa göre düzenlenir olmuştur. Günümüzdeki nükleer durum bu sürecin varış noktasında yer alır: Bir halkı toptan ölüme mahkûm etme gücü, bir başka halkın varlığını sürdürmesini sağlama gücünün öbür yüzüdür. İlke şudur: Meydan savaşlarının dayandığı taktik olan “yaşayabilmek için öldürebilme” fikri, devletlerarası bir strateji ilkesine dönüşmüştür; ama söz konusu olan, egemenliğin hukuksal varlığı değil, bir halkın biyolojik varlığıdır. Eğer soykırım modern iktidarların düşlediği bir şeyse, bu, eski öldürme hakkının günümüzde geri gelmesinden değil, iktidarın yaşam, tür ve kitlesel nüfus olayları düzeyinde yer alması ve kendini orada göstermesindendir.

Bir başka düzlemde idam cezası örneğini ele alabilirim. İdam cezası da savaşla birlikte kutsal adaletin bir başka biçimi olmuştur; bu ceza, hükümdarın, istencine, yasasına, kişiliğine saldıranlara yanıtını oluşturuyordu. Darağacında ölenlerin sayısı, savaşlarda ölenlerin tersine gittikçe azaldı. Ama onların azalmasıyla öbürlerinin çoğalması aynı nedenlere dayanıyordu. İktidarın yaşamı yönlendirme işlevini edinmesinden sonra idam cezasının uygulanmasını gittikçe daha zorlaştıran şey, insani duyguların doğuşu değil, iktidarın varlık nedeni ve işleme mantığıydı. Asıl rolü yaşamı sağlama, destekleme, güçlendirme, çoğaltma ve düzenleme olan bir iktidar, en büyük üstünlüğünü nasıl öldürme alanında kullanabilir? Böylesi bir iktidar için ölüm cezası, aynı zamanda hem sınır, hem skandal, hem de çelişkidir. İdam cezasının, suçun kendisinin büyüklüğüne değil de, suçlunun canavarlığına, ıslah edilemez oluşuna ve toplumun korunmasına istinaden yapılması da buradan kaynaklanır. Başkaları için bir tür biyolojik tehlike oluşturan meşru yolla öldürülür.

Denebilir ki eski öldürme ya da yaşamasına izin verme hakkının yerini yaşatma ya da ölüme atma gücü almıştır. Ölüme eşlik eden törenlerin yakın bir zaman önce ortadan kalkması olgusunun açığa çıkarıldığı ölümün gözden düşmesi olgusu da belki bu biçimde açıklanabilir. Ölümün baştan savulması için gösterilen titizlik, onu bizim toplumlarımız için dayanılmaz kılan yeni bir endişeden çok, iktidar yöntemlerinin gittikçe ölüme daha çok sırt çevirmesine bağlıdır. Bir dünyadan öbürüne geçiş çerçevesinde, ölüm, dünyasal bir egemenliğin çok daha güçlü bir başka egemenlik tarafından yerinden edilmesiydi: Ölümü çevreleyen şatafat, siyasal tören alanına giriyordu. Ama bugün, iktidar, etkisini yaşam üzerinde ve bu yaşam sürdükçe kurar; ölüm bunun sınırı, iktidarın elinden kaçan andır; böylece ölüm varoluşun en gizli, “özel” noktası olur. İntiharın –bu ya da öbür dünyadaki hükümdarın tek başına sahip olduğu ölüm hakkının bir tür zorbalıkla ele geçirilmesi olarak görüldüğünden eskiden cinayet olarak nitelendirilen intiharın– XIX. yüzyılda toplumbilimsel çözümleme alanına giren ilk davranışlardan biri olmasına şaşmamak gerekir; intihar, yaşam üzerinde kurulan hakkını ortaya çıkarıyordu. Böylesine tuhaf olmasına karşın düzenli, dışavurumda bu derece değişmez olan, bu yüzden de bireysel özellikler ya da kazalarla açıklanmayan ölme azmi, siyasal iktidarın kendine görev olarak yaşamı yönetmeyi seçtiği bir toplumun yaşadığı şaşkınlıklardan biri olmuştur.

Somutta, yaşam üzerindeki bu iktidar, XVII. yüzyıldan itibaren belli başlı iki biçimde gelişti; bu biçimler birer karşı sav değildirler; daha çok bir ara bağıntı kümesinin birbirine bağladığı iki gelişim kutbu oluştururlar. Kutuplardan biri ve anlaşıldığına göre ilk oluşanı, bir makine olarak ele alınan bedeni merkez almıştır: Bu bedenin terbiyesi, yeteneklerinin artırılması, güçlerinin ortaya çıkarılması, yararlılığıyla itaatkârlığının koşut gelişmesi, etkili ve ekonomik denetim sistemleriyle sağlanmıştır: insan bedenin anotomo-politikası. Biraz daha geç, yani XVIII. yüzyıl ortasında oluşan ikinci kutup, tür-bedeni, canlı varlığın mekaniğinin etkisinde olan ve biyolojik süreçlerin dayanağını oluşturan bedeni merkez almıştır: Bollaşma, doğum ve ölüm oranları, sağlık düzeyi, yaşam süresi ve bunları etkileyebilecek tüm koşullar önem kazanmıştır; bunların sorumluluğunun yüklenilmesi bir dizi müdahale ve düzenleyici denetim yoluyla gerçekleşir: İşte bu nüfusun biyo-politikasıdır. Beden disiplinleri ve nüfus düzenlemeleri, yaşam üzerindeki iktidarın çevrelerinde örgütlendiği iki kutbu oluşturur. Klasik çağda bu çift taraflı –anatomik ve biyolojik, bireyselleştirici ve özgülleştirici, bedenin performanslarına dönük ve yaşamın süreçlerine bakan– büyük teknolojinin yerine oturması, artık en yüce görevi öldürmek değil de yaşamı yavaş yavaş kuşatmak olan bir iktidarın özelliğidir.

Egemen iktidarın simgelediği eski öldürme gücü, yerini artık titizlikle bedenlerin yönetimine ve yaşamın hesapçı bir biçimde işletilmesine bırakır. Klasik çağ boyunca hızla farklı disiplinler –dil, okullar, kolejler, kışlalar, atölyeler– gelişir ve aynı zamanda siyasal pratikler ve iktisadi gözlemler alanında doğurganlık, uzun yaşama, kamu sağlığı, konut, göç sorunları belirir; yani bedenlerin boyun eğmesini ve nüfusların denetimini sağlamak üzere çeşitli ve çok sayıda tekniğin pıtrak gibi bitmesine tanık olunur. Böylece bir “biyo-iktidar” çağı başlar. Bu biyo-iktidarın geliştiği iki yön, XVIII. yüzyılda açık bir biçimde ayrışmış olarak göze çarpar. Disiplin konusunda, ordu ya da okul gibi kurumlar; taktik üzerine, öğrenme, eğitim, toplumların düzeni üzerine (Mareşal de Saxe’ın doğrudan askeri çözümlemelerinden Guibert ya da Sevran’ın siyasal düşlerine değin) düşünceler belirir. Nüfus düzenlemeleri yönünde ise, demografi, kaynaklarla nüfus arasındaki orantıya ilişkin tahminler, zenginliklerin ve bunların dolaşımının, yaşamlarının ve bunların olası uzunluğunun çizelgelere geçirilmesi, yani Quesnay, Moheau de Süssmilch ortaya çıkmıştır. Düşüncenin, göstergenin, duyumların bireysel doğuşunun kuramı olarak “İdeologlar”ın felsefesi; hem öğrenme, hem de sözleşme ve toplumsal bünyenin düzenli oluşumunun öğretisi olarak ideoloji, kuşkusuz bu iki iktidar tekniğinin bir genel kuram haline getirilmesi amacıyla içinde koordone edildiği soyut söylemi oluşturur. Gerçekte bu tekniklerin eklemlenmesi, spekülatif bir söylem düzeyinde değil, XIX. yüzyılın büyük iktidar teknolojisini oluşturan soyut düzenlemeler biçiminde oluşmuştur. Cinsellik tertibatı [ dispositif] bu düzenlemelerin içinde yer alır ve en önemlilerinden biri olur.

Bu biyo-iktidarın kapitalizmin gelişmesinin vazgeçilmez bir öğesi olduğu kuşku götürmez; çünkü kapitalizm, bedenlerin denetimli bir biçimde üretim aygıtına sokulması ve nüfus olaylarının ekonomik süreçlere göre ayarlanmasıyla güvence altına alınmıştır. Ama kapitalizm daha da fazlasını istedi; her ikisinin büyümesine, kullanılabilirlikleri ve itaatkârlıkları ile aynı zamanda güçlenmelerine de gereksindi; güçleri, yetenekleri, genel olarak da yaşamı artıracak ama aynı zamanda da onları bağımlı kılmayı da zorlaştırmayacak iktidar yöntemlerine gereksindi. İktidar kurumları olarak büyük devlet aygıtlarının gelişmesi üretim ilişkilerinin sürekliliğini sağladıysa, toplumsal bünyenin her düzeyinde mevcut olan ve çok farklı kurumlar tarafından (aile, ordu, okul, polis, bireysel tıp ya da yerel yönetimler) kullanılan iktidar teknikleri olarak XVIII. yüzyılda icat edilen anotomo-ve biyo-politikanın temel özellikleri de, iktisadi süreçler, bunların akışı, onların içinde yer alan ve destek olan güçler düzeyinde etkilerini gösterdi. Ama bunlar aynı zamanda çeşitli kesimlerin karşılıklı güçleri üzerinde etki yaparak, egemenlik ilişkileri ve hegemonya etkileri sağlayarak birer ayrım ve toplumsal hiyerarşi etkeni olarak işlev gördüler. İnsan birikimin sermaye birikimine uygun kılınması, insan gruplarının büyümesinin, üretim güçlerinin yayılmasıyla kârın diferansiyel bölüşümüne eklenmesi, büyük ölçüde biyo-iktidarın çeşitli biçimleri yatırım yapılması, onun değerlendirilmesi ve güçlerin dağıtım amaçlı olarak işletilmesi o andan sonra zorunlu duruma geldi.

Kapitalizmin ilk baştaki oluşumunda “çileci” bir ahlâkın oynadığı rol sorununun kaç kez söz konusu edildiği bilinir; ama XVIII. yüzyılda bazı Batı ülkelerinde cereyan etmiş olan ve kapitalizmin gelişimiyle bağlantılandırılan olgu, bedeni saf dışı bıraktığı izlenimi veren bu ahlâka göre başka ve belki de daha geniş bir olaydır; yaşamın tarihe ve siyasal teknikler alanına girişidir (yani insan türüne özgü olguların bilme ve iktidarın düzlemine girişidir demek istiyorum). Yaşamla tarihin ilk temasının ancak o dönemde ortaya çıktığı gibi bir şey iddia etmiyorum. Tersine, biyolojik olanın tarihsel olan üzerindeki baskısı binlerce yıl süreyle son derece güçlü biçimde etkisini korumuştur; salgın hastalıklar ve kıtlık, böylece ölüm göstergesiyle dile gelen bu bağıntının iki büyük biçimini oluşturuyordu; döngüsel bir süreç yoluyla, XVIII. yüzyılın en ekonomik, özellikle de tarımsal gelişmesinin yanı sıra üretkenlikteki ve kaynaklardaki artışın, bunların yol açtığı nüfus büyümesinden daha hızlı olması, bu ciddi tehditlerin bir miktar azalmasını sağladı. Tek tük birkaç olay dışında, açlık ve vebanın büyük yıkımlar dönemi Fransız Devrimi’inden önce sona erdi; ölüm, yaşamı doğrudan doğruya sarsmaz oldu. Ama aynı zamanda, genelde yaşama ilişkin bilgilerin gelişmesi, tarım tekniklerinin düzelmesi, insanların yaşamlarına ve bu yaşamlarını sürdürmelerine ilişkin gözlem ve önlemler de bu azalmaya katkıda bulunuyordu. Yaşam üzerinde kurulan göreli bir denetim, ölümün aşırı yakınlığının bazı nedenlerini saf dışı bırakıyordu. Böylece elde edilen oyun alanında, bu alanı düzenleyen ve genişleten iktidar ve bilgi yöntemleri, yaşam süreçlerini dikkate alıp onları denetlemeye ve dönüştürmeye girişirler. Batılı insan yavaş yavaş canlı bir dünyada canlı bir tür olmanın, bir bedene, varolma koşullarına, yaşama olasılıklarına, kişisel ve kamusal sağlığa, dönüştürebilecek güçlere ve bu güçlerin en uygun biçimde dağıtılabileceği bir düzleme sahip olmanın ne anlama geldiğini öğrenir. Tarihte kuşkusuz ilk kez, biyolojik olan siyasal olanda yansıma bulur; artık yaşama olgusu arada bir ölümün ve ölümlülüğün izin verdiği ölçüde ortaya çıkan o ulaşılmaz yer değildir; belli ölçüde bilginin denetim ve iktidarın müdahale alanına kayar. İktidar artık, üzerlerinde kullanılacak en uç hakkın ölüm olduğu hukuksal öznelerle değil canlı varlıklarla muhatap olacaktır ve bunlar üzerindeki en son etkisi bizatihi yaşam düzeyinde kaymak zorunda kalacaktır; iktidarın onların yanına kadar sokulma hakkını veren, öldürme tehdidinden çok yaşam sorumluluğunu yüklenmesidir. Eğer, yaşam hareketleriyle tarihin süreçlerinin birbirleriyle bağlaşmak için başvurdukları baskıları “biyo-tarih” diye adlandırırsak, yaşam ve mekanizmalarını açık hesaplar alanına sokan ve bilgi-iktidarlarını insan yaşamının dönüşümünün bir failine dönüştüren olaydan da biyo-politika diye söz etmek gerekecektir. Bu, yaşamın ona egemen olan ve onu işleten tekniklerle sonuna değin bütünleştiği anlamına gelmez; yaşam sürekli bunların elinden kaçar. Açlık, Batı dünyası dışında, hem de hiçbir zaman olmadığı kadar büyük ölçekte mevcuttur; ve insan türünü tehdit eden biyolojik tehlikeler, mikrobiyolojinin ortaya çıkmasından önceye oranla daha büyük ve kesinlikle daha ciddidir. Ama bir toplumun “biyolojik modernlik eşiği” adını vereceğimiz şey, insan türünün bir bahis konusu olarak kendi siyasal stratejileri içinde yer almaya başladığı anda oluşur. İnsan, binlerce yıl boyunca Aristoteles için neyse o olmuştur, yani yaşayan ve buna ek olarak siyasal bir varlık olma yeteneğine sahip olan bir hayvan; modern insan, bir canlı varlık olarak yaşamını kendi siyaseti dahilinde söz konusu eden bir hayvandır.

Bu değişim önemli sonuçlar doğurdu. O dönemde, bilimsel söylem düzeninde ve yaşam ile insanın oluşturduğu çifte sorunsalın klasik episteme’nin düzenine dahil olup onu değiştirirken kullandığı yöntemde ortaya çıkan kopmanın üzerinde ısrarla durmamıza gerek yok. İnsan –canlı olarak sahip olduğu özgüllüğü ve canlılara oranla özgüllüğü açısından insan– sorun olarak ortaya çıkmışsa, bunun nedeni tarihle yaşam arasındaki yeni bağıntı kipinde aranmalıdır; yani yaşamın, hem tarihin dışına, yani biyolojik ortamına konmasına, hem de bilgi ve iktidar tekniklerinin etkisi altındaki insan tarihselliğinin içine konmasına yol açan bu çifte konumunda aranmalıdır. Aynı biçimde, o andan itibaren bedeni, sağlığı, beslenme ve oturma koşullarını ve bütün varolma düzlemini kuşatan siyasal teknolojilerin bollaşması üzerinde durmamıza da gerek yok.

Biyo-iktidarın bu şekilde gelişmesinin bir başka sonucu da, norm oyununun, hukuksal yasa sisteminin zararına kazandığı önemdir. Yasa silahsız kalamaz ve onun sahip olduğu en uygun silah ölümdür; kendisine karşı çıkanlara, en azından son kertede bu mutlak tehditle karşılık verir. Yasa, hep kılıçtan söz eder. Ancak yaşam sorumluluğunu yüklenme görevini üstlenmiş bir iktidar, sürekli olarak düzene sokucu ve düzeltici mekanizmalara gereksinecektir. Artık söz konusu olan egemenlik alanında ölümü öne sürmek değil, değer ve yararlılık alanında yaşam dağıtmaktır. Böylesi bir iktidar, nitelemek, ölçmek, değerlendirmek, hiyerarşiye sokmak durumundadır, öldürücü canlılığıyla ortaya çıkmak değil; onun işi itaatkâr uyruklarla hükümdarın düşmanlarını birbirinden ayıran çizgiyi çizmek değil, normlar çerçevesinde dağıtımlar yapmaktır. Yasanın silindiğini ya da adalet kurumlarının yok olmaya yüz tuttuğunu söylemek istemiyorum; söylemek istediğim, yasanın gitgide daha fazla bir norm biçiminde işlediğini ve adalet kurumunun, işlevleri özellikle düzenleyici olan bir aygıtlar (tıbbi, yönetsel, vb.) evreniyle gittikçe daha çok bütünleştiğidir. Normalleştirici toplum, yaşamı merkez alan bir iktidar teknolojisinin tarihsel sonucudur. XVIII. yüzyıla değin gördüğümüz toplumlarla karşılaştırıldığında, hukuksal olanın gerilediği bir döneme girdik; Fransız Devrimi’nden bu yana bütün dünyada kaleme alınan anayasalar, yazılan ve değiştirilen kanunlar, sürekli ve bol gürültülü yasal etkinlikler bizi yanılsamaya itmemelidir: Bunlar özünde normalleştirici bir iktidarı yenir yutulur kılan biçimlerdir.

Ve XIX. yüzyılda henüz taze olan bu iktidara karşı direnen güçler, kendilerine dayanak olarak tam da bu iktidarın değer verdiği şeyleri yani yaşamı ve bir canlı olarak insanı aldılar. Geçen yüzyıldan beri genel iktidar sistemini söz konusu eden büyük mücadeleler eski haklara dönüş ya da bin yıllık bir “altınçağ” düşü adına verilmiyor. Artık beklenen, yoksulların imparatoru, son günler krallığı ve hatta yalnızca atalardan kalma adaletin yeniden kurulması değildir; talep edilen ve amaç olarak görülen, yaşamdır: temel gereksinimler, insanın somut özü, insanın olasılıklarının gerçekleştirilmesi, mümkün olanın tamamlanması biçiminde anlaşılan yaşam. Söz konusu edilenin bir ütopya olması ya da olmaması önemli değildir; ortada olan son derece gerçek bir mücadele sürecidir; bir siyasal nesne olarak yaşam adeta havada kapılmış ve onu denetlemeye girişen sisteme karşı çevrilmiştir. Her ne kadar siyasal mücadeleler hukuksal olumlamalar çerçevesinde dile gelseler de, bu mücadelelerin amacı hukuktan çok yaşam olmuştur. Yaşam “hak” kı, bedene, sağlığa, mutluluğa dair gereksinimlerin doyurulmasına sahip olma “hak”kı, tüm ezilme ve “yabancılaşma”ların ötesinde, insanın ne olduğunu ve ne olabileceğini yeniden görebilme “hak” kı… İşte, klasik hukuk sistemi için son derece anlaşılmaz olan bu “hak”, tüm bu yeni iktidar yöntemlerine (ki bu iktidar yöntemleri de geleneksel egemenlik hukukundan hareketle oluşmadılar) verilen siyasal yanıt oldu.

***

Siyasal bir bahis konusu olarak cinselliğin kazandığı önem bu temelde anlaşılabilir. Çünkü cinsellik, yaşamın bütün siyasal teknolojisinin geliştiği iki eksenin birleşme noktasında yer alır. Bir yandan beden disiplinlerine bağlıdır, yani talim-terbiye, güçlerin çoğaltılması ve paylaştırılması, enerjinin düzenlenmesi ya da tasarruf gibi yöntemlere. Öte yandan, doğurduğu tüm bütünsel sonuçlarla nüfus düzenlemesine bağlıdır. Aynı anda her iki düzlemde de yer alır; küçücük gözetimlere, her an var olabilen denetimlere, aşırı derecede titizlikle gerçekleştirilmiş mekân uyarlamalarına, belirsiz tıbbi ya da psikolojik muayenelere, beden üzerinde yaratılan gerçek bir mikro-iktidara yol açar; ama, aynı zamanda kitlesel önlemlere, istatistik varsayımlara, toplumsal bünyenin tümünü ya da bütün içindeki grupları ilgilendiren müdahalelere de olanak verir. Cinsellik aynı anda hem bedenin yaşamına, hem de insan türünün yaşamına giriş yolu oluşturur. Ondan, hem disiplinlerin matrisi, hem de düzenlemelerin ilkesi olarak yararlanılır. İşte bu yüzden XIX. yüzyılda cinsellik, yaşamların en ufak ayrıntısına değin izlenir; davranışlarda izlenir, düşlerde kovuşturulur; en küçük çılgınlıklarda ondan kuşkulanılır; yaşamın ilk yıllarına değin peşinden gidilir; bireyselliğin şifresi haline gelir, onun hem çözümlenmesini sağlar, hem de eğitilmesini olanaklı kılar. Ama cinselliğin, bir diğer yandan, siyasal işlemlerin, iktisadi müdahalelerin (üremeyi özendirici ya da kısıtlayıcı davranışlar yoluyla), ahlâklı ya da sorumlu kılma amacıyla girişilen ideolojik kampanyaların temasına dönüştüğü de görülür: Bu durumda cinsellik, bir toplumun güç göstergesi olarak değerlendirilir, hem siyasal enerjisini hem de biyolojik gücünü gösterir. Bu cinsellik teknolojisinin iki kutbu arasında, bedeni disipline sokma amacıyla nüfusları düzenleme amacını çeşitli oranlarda kombine eden bir dizi taktik yer alır.

Cinsellik siyasetinin iki yüzyıldır ilerlerken izlediği dört büyük saldırı çizgisinin önemi buradan gelir. Bu çizgilerden her biri disipline ilişkin tekniklerle düzenleyici yöntemlerin birleştirildiği birer yol olmuştur. bunların ilk ikisi, disiplin düzeyinde sonuç almak için düzenleme zorunluluklarına –tür, ileriki kuşaklar, kolektif sağlık gibi birçok tema çerçevesinde– dayandılar: çocuğun cinselleştirilmesi, insan türünün sağlığı için bir kampanya biçiminde yapıldı (erken cinsellik XVIII. yüzyıldan XIX. yüzyıl sonuna değin yalnızca yetişkinlerin gelecekteki yaşamını değil, toplumun ve bütün insan türünün geleceğini tehlikeye atacak bir salgın tehdidi biçiminde sunuldu). Kadınların, cinsel organlarının ve bedenlerinin titizlikle tıbbileştirilmesine yol açacak biçiminde histerikleşmeleri, çocukların sağlığı, aile kurumunun sağlamlığı ve toplumun esenliği üzerindeki sorumlulukları adına gerçekleştirildi. Doğum kontrolü ve sapkınlıkların psikiyatrileştirilmesinde ise bunun tersi olan ilişki devreye girdi: bu alandaki müdahale düzenleyici nitelikteydi ama disiplinlerin ve kişisel talim-terbiyenin gerekliliğine dayandırılıyordu. Genel olarak “beden” ile “nüfus” un bağlantı noktasında yer alan cinsellik, ölüm tehdidi yerine yaşamın yönetilmesi çerçevesinde düzenlenen bir iktidarın merkezi hedefine dönüştü.

Kan, uzun süre, iktidarın mekanizmaları, dışavurumları ve törenleri için önemli bir öğe olarak kaldı. Evlilik bağı sistemlerinin, hüküm sürenin siyasal biçimin, kastlar biçiminde farklılaşmanın, soy değerlerinin önde geldiği, açlığın, salgınların ve şiddet gösterilerinin ölümü pek yakın kıldığı bir toplumda, kan, temel değerlerden birini oluşturur. Kanın değeri, bir yandan araçsal rolüne (kan dökebilmek), öte yandan da göstergeler düzenindeki işlerliğine (belli bir kana sahip olmak, aynı kandan olmak, kanını tehlikeye atmayı kabullenmek) ve muğlaklığına (dökülmesi kolay, karışmaya son derece yatkın, çabucak bozulabilir) bağlıdır. Söz konusu olan bir kan toplumudur (az kalsın “kansallık” diyecektim): savaşın onuru ve kıtlık korkusu, ölümün zaferi, hükümdar ve kılıcı, cellatlar ve işkencelerle… Burada iktidar kan aracılığıyla konuşur; kan, simgesel işlevi olan bir gerçekliktir. Biz ise bir “cinsel organ” toplumundayız, daha doğrusu “cinsellik sahibi” bir toplumda: İktidar mekanizmaları bedene, yaşama, yaşamı çoğaltana, insan türünü, bu türün gücü ve egemen olma yeteneğini ya da yararlanılır olma yeteneğini güçlendirene seslenir. Sağlık, çocuklar, türün geleceği, toplumsal bünyenin canlılığı gibi konularda iktidar, cinsellik’ten ve cinsellik’e hitaben söz eder. Cinsellik belirtke ya da gösterge değil, nesne ve hedeftir. Ve ona önemini veren şey enderliği ve muğlaklığı değil, ısrarı, aldatıcı mevcudiyeti ve her yerde hem kışkırtılan hem ürkülen olmasıdır. İktidar cinselliği biçimlendirir, ortaya çıkarır ve ondan, kaçmaması için hep denetim altına almak gereken bollaşan bir anlam olarak yararlanır; cinsellik anlam değeri olan bir etkidir. Burada cinselliğin kanın yerini almasının, bizim modernlik eşiğimizi belirleyen dönüşümleri tek başına özetleyebileceğini söylemek istemiyorum. Dile getirmeye çalıştığım şey iki uygarlığın ruhu ya da iki kültürel biçimin düzenleyici ilkesi değil; ben burada çağdaş toplumda cinselliğin bastırılmak şöyle dursun, tersine sürekli ortaya çıkarılmasının nedenlerini araştırıyorum. Toplumlarımızı bir kan simgeseli’nden cinsellik çözümseli’ne getiren, klasik çağda geliştirilen ve XIX. Yüzyılda uygulanan yeni iktidar yöntemleridir. Görülüyor ki, yasanın, ölümden, karşı çıkmanın, simgeselin ve hükümdarlığın yanında olan bir şey varsa o da kandır; cinsellik normun, bilginin, yaşamın, anlamın, disiplinlerin ve düzenlemelerin yanındadır.

Marquis de Sade ve ilk öjenistler bu “kansallık”tan “cinselliğe” geçişle çağdaştırlar. Ancak türün kusursuzlaşmasına ilişkin ilk düşler kan sorununu iyice baskıcı bir cinsellik yönetimine evriltirken (iyi evlilikleri belirleme, dilenen doğurganlıkları kışkırtma, çocukların sağlığını ve yaşamını güvence altına alma sanatı) ve yeni ırk düşüncesi, kanın aristokratik özgüllüklerini silip yalnızca cinselliğin denetlenebilir sonuçlarını saklı tutmaya çabalarken, Sade, cinselliğe ilişkin çözümlemesini eski hükümdarlık iktidarının aşırı mekanizmalarına ve tümüyle barındırılmış eski kan saygınlıklarına yönlendirir. Kan sürekli olarak hazza eşlik eder: İşkencenin ve mutlak iktidarın kanı, kastın kendi başına saygı duyulan ama ana baba öldürme ya da ensest gibi geleneklerde dökülen kanı, halkın, bir ad bile almaya layık olmadığından keyfe göre dökülen kanı. Sade’da cinsellik normsuzdur, kendi doğasından yola çıkarak formüle edilebilecek içkin kurala sahip değildir; ama, kendi sınırından başkasını tanımayan bir iktidarın sınırsız gücüne boyun eğer; bu cinselliğin, oyun olarak, birbirini izleyen günler biçiminde titizlikle disipline sokulmuş bir ilerleme sırasını kabullendiği görülürse de, bu uygulama onu tek ve çıplak bir egemenliğin salt noktasında başka bir şey olmama durumuna götürür: Her şeye muktedir canavarlığın sınırsız hakkı ortaya çıkar. Kan cinsel organı emmiştir.

Gerçekte cinsellik çözümseliyle kan simgeseli ilkede iyice ayrı iki iktidar düzenine bağlı olsalar da, birbirlerini izlerken (tıpkı söz konusu iktidarlar gibi) üst üste binmiş, birbirlerini karşılıklı etkilemiş ve karşılıklı olarak yankılanmışlardır. Farklı biçimlerde, kan ve yasa kaygısı yaklaşık iki yüzyıl boyunca cinsellik yönetiminin aklını kurcaladı. Bu iç içe geçmelerden ikisi, biri tarihsel önemi diğeri ise ortaya koyduğu kuramsal sorunlar dolayısıyla dikkate değer niteliktedir. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, kan konusunun cinsel tertibatlar aracılığıyla uygulanan siyasal iktidar türünü canlandırmak ya da tarihsel bir varlıkla desteklemek durumunda kaldığı görülmüştür. Irkçılık (modern, devletsel, biyolojikleştirici biçimiyle ırkçılık) bu noktada oluşur: Bütün bir nüfus, aile, evlilik, eğitim, toplumsal hiyerarşi ve mülkiyet politikasıyla bedenler, davranışlar, sağlık ve gündelik yaşam düzeyindeki bir dizi sürekli müdahale, renklerini ve gerekçelendirilmelerini kanın saflığını koruma ve ırkı zafere ulaştırmanın destansı kaygısından yola çıkarak kazandılar. Nazizm, kan düşlemleriyle [fantazm] disipline dayanan bir iktidarın son örneklerinin en naif ve en kurnaz –ve kurnaz olduğu için naif– birleşimini oluşturdu. Toplumun öjenik biçimde bir düzene sokulmasına ve bunun gerektirdiği şekilde sınırsız bir devletleştirme örtüsü altında mikro-iktidarların yayılıp güçlenmesine, üstün bir kanın düşsel heyecanı eşlik ediyordu. Bu heyecan, hem diğerlerinin sistematik olarak soykırıma uğratılması, hem de kendisinin bütünsel olarak kurban edilme tehlikesine açık olması riskini içeriyordu. Ve tarihin ne garip cilvesidir ki, Hitler’in cinsellik politikası önemsiz bir uygulama olarak kalırken, kan mitosu, şimdilik insanların anımsayabileceği en büyük katliama dönüştü.

Tam öbür uçta, yine XIX. yüzyılın sonundan itibaren, cinsellik temasını yeniden yasa sistemi, simgesel düzen ve egemenlik çerçevesine yerleştirmek için kurumsal bir çaba gösterildiği göze çarpar. Cinselliğin güncelini denetleme ve yönetme iddiasında olan bu iktidar mekanizmaları içinde onarılmaz biçimde bollaştırıcı ne varsa ondan kuşkulanmak (ve bunu doğuşundan, yani bozulma nöropsikiyatrisinden kopmasından itibaren yapmak), psikanalizin teslim edilmesi gereken siyasal onurudur ya da en azından onda var olan en tutarlı şeydir. Freud’un (kuşkusuz kendisiyle çağdaş olan ırkçılığın yükselişine tepki olarak) cinselliğin açıklayıcı ilkesi olarak yasadan –evlilik bağı, yasaklanan yakın akraba evliliği, Hükümdar-Baba yasası–, söz etmek, kısacası arzunun başına bütün o eski iktidar düzenini toplamak için gösterdiği çaba buradan kaynaklanır. Psikanaliz –birkaç istisna dışında ve temel olarak– faşizmle kuramsal ve pratik bir karşıtlık çerçevesinde var olmasını buna borçludur. Ama psikanalizin bu konumu kesin bir tarihsel konjonktüre bağlıdır. Ve hiçbir şey, cinsel olanın düzenini yasa, ölüm, kan ve egemenlik düzleminde düşünmenin –Sade’a ve Bataille’a yapılacak göndermeler, onlardan istenen “sapkınlık” [subversion] teminatları ne olursa olsun– sonuçta tarihsel bir “geriye çevirme” [rétro-version] olmasını engelleyemez. Cinsellik tertibatı, kendisine çağdaş olan iktidar tekniklerinden yola çıkılarak ele alınmalıdır.

***

Bana “bu, radikal olmaktan çok aceleci bir tarihselciliğe kapılmak; belki değişken, ama nazik, ikincil ve sonuçta yüzeysel olaylar yararına cinsel işlevlerin biyolojik açıdan sağlam varlığını baştan savmak; cinsellikten cinsel organ yokmuşçasına söz etmektir” denilebilir. Yine aynı biçimde, şöyle bir uyarı da yapılabilir: “Kadınların bedenlerinin, çocukların yaşamlarının, aile ilişkilerinin ve koca bir toplumsal ilişkiler şebekesinin cinselleşme süreçlerini ayrıntılı bir şekilde çözümleme iddiasındasınız. XVII. yüzyıldan bu yana görülen cinsellik kaygısının büyük tırmanışını ve her yerde cinsellikten ilişkilenmek için artan bir biçimde kendimizi paralayışımızı betimlemek istiyorsunuz. Buraya kadar söylediklerinizi kabul edelim; ve gerçekten de iktidar mekanizmalarının cinselliği bastırmaktan çok onu ortaya çıkarmaya ve ‘uyarma’ya yönelik olarak kullanıldıklarını varsayalım. Ama, bu noktada, şüphesiz ayrıldığınızı sandığınız olgunun pek yakınından kalmış sayılırsınız; temelde cinselliğin yayılma, yer etme, sabitleşme mekanizmalarına işaret ediyor, toplumsal bünyenin ‘cinsel uyarı bölgeleri’nin örgütlenmesi şeklinde adlandırabileceğimiz şeyi göstermeye çabalıyorsunuz; psikanalizin kişi düzeyinde kesin ve ayrıntılı biçimde yakaladıklarını dağınık süreçler ölçeğine taşımaktan başka bir şey yapmamış olmanız mümkün. Ama, cinselleşmenin kendi kendisini oluştururken çıkış noktası olarak aldığı ve psikanalizin de pekâlâ bildiği şeyi –yani cinselliği– göz ardı ediyorsunuz. Freud’dan önce cinselliği en kısıtlı yere, cinsel etkinliğe, bunun üreme işlevlerine ve dolaysız anatomik yerleşimlerine sıkıştırmaya çalışıyordu insanlar; biyolojik niteliğe sahip asgari bir noktaya dönüyorlardı: organa, içgüdüye, erekliliğe. Siz ise, simetrik ve ters bir konumdasınız: size de dayanaksız sonuçlar, köksüz dallar ve cinsel organsız cinsellikten başka bir şey kalmıyor. Bu da bir anlamda hadım etmek değil midir?”

Bu noktada iki mesele arasında ayrım yapmak gerekir. Birincisi: “Siyasal tertibat” olarak cinselliğin çözümlenmesi, ille de bedenin, anatominin, biyolojik ve işlevsel olanın atılmasını mı gerektirir? Bu ilk soruya sanırım hayır yanıtı verilebilir. Ne olursa olsun, bu araştırmanın amacı iktidar tertibatlarının doğrudan doğruya bedene, bedenlere, işlevlere, fizyolojik süreçlere, duyumlara, hazlara eklemlendiğini göstermektir; bedenin silinmesi gerektiği şöyle dursun, söz konusu olan bedeni eski toplumbilimcilerin evrimciliğinde olduğu gibi biyolojik olanla tarihsel olanın birbirlerini izlediği bir çözümlemede değil, bunların (yaşamı hedef alan modern iktidar teknolojileri geliştikçe artan) bir karmaşıklıkla birbirlerine bağlandığı bir çözümlemede ortaya çıkarmaktır. Yani yapılmaya çalışılan, bedenleri ancak algılanma biçimleri ya da anlam ve değer yüklenme biçimleri bağlamında dikkate alacak bir “zihniyetler tarihi” değil; “bedenlerin tarihi” ve onlarda var olan en maddesel, en canlı şeylerin kuşatılma biçiminin tarihidir.

Birincisinden farklı olan ikinci mesele şudur: Sözü edilen maddesellik cinsel organın maddeselliği değil midir ve bu durumda bedenler düzeyinde bir cinsellik tarihi yapmak istenip de cinsel organın hiç ama hiç dikkate alınmamasında bir paradoks yok mudur? Her şey bir yana, cinsellik yoluyla kendini gösteren iktidar, özel olarak gerçekliğin şu öğesine, “cinsel organa” –genel olarak cinsiyete– yönelmez mi? Cinselliğin iktidara göre dışta yer alan ve iktidarın düzenlemelerinin sonuç ve aracı olduğunu kabul ediyoruz. Ancak cinsiyet iktidara oranla “öteki”, cinsellik içinse onun etkilerini yaydığı merkez değil midir? Ne var ki, incelemeden kabul edilemeyecek şey tam da bu cinsiyet düşüncesidir. “Cinsiyet” gerçekte, “cinselliğin” dışavurumlarını taşıyan kök salma noktası mıdır, yoksa tarihsel olarak cinsellik tertibatının içinde oluşmuş karmaşık bir düşünce midir? Ne olursa olsun, bu “cinsel organ/cinsellik” düşüncesinin farklı iktidar stratejilerinden geçerek nasıl oluştuğu ve o düzeyde ne rol oynadığı gösterilebilir.

XIX. yüzyıldan itibaren cinsellik tertibatının izleyerek geliştiği ana çizgiler boyunca, bedenlerden, organlardan, somatik konumlardan, işlevlerden, anatomik-fizyolojik sistemlerden, duyumlardan ve hazlardan başka bir şeylerin de var olduğu düşüncesinin geliştiği görülür; bu başka şey, ayrıca içkin özellikleri ve kendine özgü yasaları olan bir şey, yani “cinsellik”tir. Böylece kadının histerikleşmesi sürecinde “cinsel organ/cinsellik” üç biçimde tanımlandı: kadına ve erkeğe ait olan ortak bir şey; özellikle erkeğin sahip olduğu, dolayısıyla da kadında eksik olan bir şey; ve bir de tek başına kadının bedenini oluşturan, onu üreme işlevlerine göre baştan aşağı düzenleyen ve aynı işlevin etkileriyle onu sürekli bozan şey. Bu stratejide, histeri, “biri” ve “öteki” olarak, tüm ve kısım olarak, ilke ve eksiklik olarak cinsel organ/cinsellik oyunu biçiminde yorumlanır. Çocukluğun cinselleştirilmesinde, anatomi dolayısıyla mevcut, psikolojik görüş açısından bakılınca namevcut olan, yine aynı biçimde etkinliği dikkate alınırsa mevcut, ama üreme amacı düşünülürse eksik olan bir cinsellik düşüncesi geliştirildi. Yine bu konuda cinsellik, dışavurumları açısından etkin, ancak daha sonra patolojik bir ciddilik çerçevesinde ortaya çıkacak olan sonuçları açısından saklı olarak görüldü; ve yetişkin insanda çocuğun cinsel etkinliği var olmayı sürdürüyorsa, bu yetişkinin cinsel etkinliğini iptal etme eğilimine sahip gizli bir nedensellik çerçevesindeydi (cinsel etkinliğin erken başlamasının ileride kısırlığa, iktidarsızlığa, frijiditeye, haz duyma olanaksızlığına ve duyuların uyuşukluğuna yol açtığı düşüncesi, XVIII. ve XIX. yüzyıl tıbbının dogmalarından biriydi); çocukluğu cinselleştirmekle mevcudiyetin ve namevcudiyetin, gizli ve açığın temel oyununun damgasını taşıyan bir cinsellik düşüncesi oluşturuldu; kendisine yakıştırılan sonuçlarla mastürbasyon bu mevcudiyet ve namevcudiyet, açıklık ve gizlilik oyununun ayrıcalıklı bir örneğini gözler önüne serer. Sapkınlıkların psikiyatrileştirilmesinde cinsellik, biyolojik işlevlere ve ona “anlam”ını, yani amacını veren bir anotomik fizyolojik aygıta bağlandı; ama aynı zamanda da kendi gelişimi ve bağlanabileceği nesneler çerçevesinde sapkın davranışların ortaya çıkışını olanaklı ve doğuşlarını anlaşılır kılan bir içgüdüyle de birleştirildi; böylece cinsellik işlevle içgüdünün, amaçla anlamın birbirine karışmasıyla tanımlanır oldu. Ve bu biçimiyle cinsellik, her yerde olduğundan çok daha iyi olarak örnek-sapkınlıkta ve en azından 1877’den itibaren bütün diğer sapmaların çözümlenmesinin yol göstericisi olan “fetişizm” de ortaya çıkar; çünkü bu olguda içgüdünün, bir nesneye tarihsel bağlanma ve biyolojik uygunsuzluk kipinde sabitlendiği açık olarak görülür. Son olarak, üreme davranışlarının toplumsallaştırılmasında cinsellik, bir gerçeklik yasasıyla (ki ekonomik gereklilikler ve bu yasanın en dolaysız ve en katı biçimidir) bu yasayı görmezlikten gelen ya da bunu yapmadığı zaman onun kenarından geçmeye çalışan bir haz düzeni arasına sıkışmış olarak tanımlanır; “kandırmacalar”ın en ünlüsü olan “dışarı boşalma” [coïtus interruptus], gerçeklik düzleminin hazza son vermeye zorladığı ama hazzın, gerçeklerin öğütlediği düzene rağmen gün ışığına çıkabildiği noktayı temsil eder. Gördüğümüz gibi, bu “cinsellik” düşüncesini farklı stratejileriyle ortaya çıkaran şey, cinsellik tertibatıdır; ve bu söz konusu tertibat dört büyük biçimde, yani histeri, mastürbasyon, fetişizm ve dışarı boşalmada cinselliği bütün ve kısmın, ilke ve eksikliğin, mevcudiyet ve namevcudiyetin, aşırılık ve yetersizliğin, işlev ve içgüdünün, amaç ve anlamın, gerçek ve hazzın oyununa tabi kılar. İşte genel bir cinsellik kuramının iskeleti böyle oluşmuştur.

Öte yandan bu şekilde doğmuş olan bu kuramın, cinsellik tertibatında kendisini elzem kılan bazı işlevleri oldu. Bunlardan özellikle üçü önemli bir konuma geldi. Önce “cinsellik” kavramı yapay bir birlik çerçevesinde anatomik öğeleri, biyolojik işlevleri, davranışları, duyumları ve hazları bir araya toplamayı sağladı ve bu hayali birliğin nedensel ilke, her yerde hazır ve nazır anlam, her fırsatta keşfedilmesi gereken giz biçiminde işlemesini mümkün kıldı: Cinsellik böylece yegâne imleyen ve evrensel imlenen olarak işleyebildi. Üstelik kendisini aynı zamanda hem anatomi hem eksiklik, hem işlev hem saklılık ve hem içgüdü hem duyu olarak sunmakla insan cinselliğine ait bir bilgi ile üremeye ilişkin biyolojik bilimlerden gerçekte –belirsiz bazı benzerlikler ve birkaç yamanmış kavram dışında– hiçbir şey anlamadığı halde, salt yakınlıktan kaynaklanan bir ayrıcalık sayesinde bir tür yarı-bilimsellik güvencesine sahip oldu; ama yine aynı yakınlık yoluyla, biyolojiden ve fizyolojiden elde edilen bazı bilgiler de insan cinselliği için normallik ilkesi işlevi kazanabildi. Son olarak cinsellik kavramı temel bir ters çevirmeyi olası kıldı; cinsellikle olan iktidar ilişkilerinin ters çevrilmesini ve cinselliğin, iktidarla olan temel ve pozitif bağıntısında değil de iktidarın elinden geldiğince uyruklaştırmaya çalıştığı özgül ve indirgenemez bir düzleme kök salmış gibi görünmesini sağladı; böylece “cinsellik” düşüncesi iktidarın “gücü” nü oluşturan şeyi baştan savmayı mümkün kılar; onu yalnızca yasa ve yasak olarak düşünmemizi sağlar. Cinsellik, bize egemenmiş gibi görülen bu düzlem ve kim olduğumuzun altında yatan şey izlenimi veren bu giz, dışavurduğu bu iktidar ve sakladığı anlamda bizi hayran bırakan, ne olduğumuzu açıklamasın ve bizi tanımlayıp bu yolla azat etmesini istediğimiz nokta olan cinsellik, hiç kuşkusuz cinsellik tertibatı ve bu tertibatın işleyişi tarafından gerekli kılınmış ideal bir noktadan başka bir şey değildir. İktidarla temas yüzeyi boyunca ikincil nitelikli çoğul cinsellik etkileri yaratacak, özerk bir cinsellik düzlemi olduğunu düşünmemek gerekir. Cinsellik, tersine, iktidarın bedenler ve onun maddesellikleri, güçleri, enerjileri, duyumları ve hazları üzerindeki etkileri çerçevesinde düzene soktuğu en spekülatif, en ideal ve en içsel öğedir.

“Cinselliğin”, ilk işlevlerinin içinden geçen ve onları destekleyen bir başka işlevi olduğu eklenebilir. Bu kez söz konusu olan rol, kuramsal olmaktan çok pratiktir. Herkesin, kendi anlaşırlığına (çünkü cinsellik, hem anlamın gizli öğesi, hem de anlam üretiminin kökenidir), bedenin bütünselliğine (çünkü o bedenin gerçek ve tehdit altındaki bir parçasıdır ve simgesel olarak o bedenin tamamını oluşturur), kimliğine (çünkü bir itkinin gücüyle bir kişisel tarihin biricikliğini birleştirir) ulaşmak için cinsellik tertibatı tarafından saptanmış bu hayali noktadan, yani cinsellikten geçmesi gerekir. Kuşkusuz uzun zaman önce –ta Hıristiyan ten öğretisi döneminde– gizliden gizliye başlamış olan bir ters çevrilme sonucu, artık kendi anlaşırlığımızı onca yüzyıldır çılgınlık olarak görülmüş şeye, bedenimizin tamlığını uzun zaman onun yüz karası olarak kabul edilen şeye, kimliğimizi ismi olmayan karanlık dürtüye sorar olduk. Ona verdiğimiz önem, onu çevrelediğimiz saygıyla karışık ürkme, kendisini tanımaya gösterdiğimiz özen bundan kaynaklanır. Onun yüzyıllar sonra ruhumuzdan, hatta neredeyse yaşamımızdan daha önemli hale dönüşmesinin nedeni de buradan gelir; her birimizde küçücük olan ama yoğunluğunun her şeyden daha ciddi kıldığı bu gizin yanında, dünyanın bütün bulmacalarının çok daha hafif görünmesi de aynı şeyden kaynaklanır Cinsellik tertibatının içimize kazıdığı Faustvari antlaşmanın günaha çağrısı şöyledir: Bütün yaşamı bizatihi cinsellikle, onun hakikati ve egemenliğiyle değiş tokuş etmek. Cinsellik ölüme değer. İşte günümüzde ölüm içgüdüsünün cinselliğin içinden geçmesinin anlamı –ama görüldüğü gibi salt tarihsel olarak anlamı– budur. Batı uzun zaman önce aşkı keşfettiğinde, ona ölümü kabul edilir kılacak derecede değer verdi; günümüzde her şeyin üstünde yer alan bu eşdeğerlilik iddiasında bulunan cinselliktir. Ve cinsellik tertibatı iktidar tekniklerinin yaşamı kuşatmasını sağlarken, onun işaretlediği hayali cinsellik noktası, herkeste ölümü kabul ettirebilecek kadar hayranlık yaratır.

“Cinsellik” adındaki bu hayali öğeyi yaratmakla, cinsellik tertibatı en temel iç işlerlik ilkelerinden birini ortaya çıkardı: cinsellik arzusu, cinselliğe sahip olma, ona ulaşabilme, onu keşfedebilme, azat edebilme, söylem düzeyine getirebilme, hakikat içinde formüle edebilme arzusu. Cinsellik tertibatı, “cinsellik”in kendisini arzulanacak bir şey gibi kurmuştur. Ve her birimizi cinselliği tanıma, onun yasa ve iktidarını gün ışığına çıkarma buyruğuna iten şey, bu arzulanır olma durumudur; ve gerçekte bizi, içinde kendimizi görür gibi olduğumuz bir seraba benzeyen o cinselliğin kara parıltısını benliğimizin derinliklerinden yüzeye çıkaran cinsellik tertibatına bağlamasına rağmen, bütün iktidarlara karşı cinsel etkinliğimize dair hakları savunduğumuzu zannettiren de bu arzulanır olma durumudur.

Tüylü Yılan’da, Kate, “her şey cinsellik” diyordu. “Her şey cinselliktir. İnsan onun güçlü ve kutsal olarak koruyabildiği ve o dünyayı doldurabildiği sürece, cinsellik ne kadar da güzel olabilir. Sizi ışığıyla dolduran, yıkayan güneş gibidir.”

Dolayısıyla gerekli olan cinsiyet düzlemine bir cinsellik tarihi yakıştırmak değil, “cinsiyet”in nasıl cinselliğin tarihsel bağımlılığı altında olduğunu göstermektedir. Cinsiyeti gerçeğin, cinselliği de karışık düşünceler ve yanılsamaların yanına koymamak gerekir; cinsellik son derece gerçek bir tarihsel görünümdür ve kendi işlerliği için gerekli olan spekülatif öğe anlamında cinsellik kavramını ortaya çıkaran odur. Cinsel etkinliğe evet demekle iktidara hayır dendiği zannedilmemelidir; tersine bu biçimde genel cinsellik tertibatının çizgisi izlenir. Eğer cinselliğin çeşitli mekanizmalarını taktik olarak devirmekle iktidarın etkilerine karşı, bedenlere, hazlara, bilgilere çoğullukları ve direnme olanakları çerçevesinde değer kazandırmak istiyorsak, cinsiyet düzleminden kurtulmamız gerekir. Cinsellik tertibatına karşı-saldırıda bulunmak için dayanak noktası bir cinsiyet-arzu değil, bedenler ve hazlar olmalıdır.

***

D.H. Lawrence “geçmişte ne kadar çok eylem, özellikle de cinsel eylem oldu,” diyordu. “Düşünce ve anlama düzeyinde koşut hiçbir gelişmenin olmadığı son derece tekdüze ve sıkıcı bir tekrardı bu. Şimdi işimiz cinselliği anlamak. Günümüzde, cinsel içgüdünün tamamen bilinçli olarak anlaşılması cinsel edimin kendisinden daha önemlidir.”

İnsanlar, belki bir gün şaşıracaklardır. Dev üretme ve yok etme aygıtları geliştirmeye yönelik bir uygarlığın, cinselliğin ne olduğu üzerine kendi kendini böylesine kaygıyla sorgulamakta zorlanacaklardır; bizlerin, insanların daha önce toprağa, yıldızlara ve düşüncelerinin salt biçimlerine sormuş oldukları bir hakikatin var olduğuna inandığımızı düşünerek belki gülümseyeceklerdir; her şeyin –söylemlerimizin, alışkanlıklarımızın, kurumlarımızın, yönetmeliklerimizin, bilgilerimizin– gün ışığında üretip gürültüyle ortaya attığı bir cinselliği boğulduğu karanlıktan koparırmış gibi yapmak için kendimizi paralamış olmamız belki şaşkınlık yaratacaktır. Ve insanlar, kaygılarımızın en gürültülüsünün üzerinden suskunluk yasasını kaldırmayı neden bu denli istediğimizi sorup duracaklardır. Geriye dönülecek olursa gürültü de ölçüsüz gözükebilir, ama bizim bu gürültüde bir konuşmayı reddetme ve susma uyruğunun şifresinin ortaya çıkarmaya çalışmakta gösterdiğimiz sebat daha da tuhaftır. Bizi bu denli kendimizi beğenmiş olmaya iten şey üzerine düşünülecektir; bin yıllık ahlâka karşı cinselliğe sahip olduğunu söylediğimiz önemi ilk verenler olma onurunu nasıl benimsediğimizi, uzun ve katı bir baskı çağından –uzamış ve değişmiş burjuva ekonomisinin gereklilikleri için pintice ve titizlikle kullanılan bir Hıristiyan çilekeşliği çağından– nihayet XX. yüzyılda kurtulmuş olmakla nasıl gururlandığımızı anlamaya çalışacaktır insanlar. Ve bizim bugün, zorluklarla kaldırılmış bir sansürün tarihi olarak gördüğümüz yerde, onlar, cinsellikten konuşmamız, dikkat ve kaygımızı cinselliğe yöneltmemiz ve gerçekte bir cinsellik iktidarının mekanizmaları bizi kullanırken cinsel yasanın egemenliğine inanmamız için var olan karmaşık bir tertibatın yüzyıllar boyunca ağır ağır yükselişini göreceklerdir.

Bir zamanlar Freud’a ve psikanalize cinsellik çığırtkanlığı suçlamasının yönlendirilmesiyle alay edilecektir. Ama kör oldukları izlenimi verenler, bunu söyleyenlerden çok, yalnızca köhne bir utangaçlığın korkularını dile getirirmiş gibi onu elinin tersiyle itenler olacaktır. Çünkü söyleyenler, sonuçta yalnızca uzun zamandır başlamış olan ve kendilerini dört bir yandan çevirdiğini görmedikleri bir süreç tarafından yakalanmışlardı; uzun zamandır hazırlanmış olan bir şeyi Freud’daki kötülük meleğine bağlamışlardı; toplumumuzda genel bir cinsellik tertibatının yerleştirilmesi konusunda tarih hatası yapmışlardı. Ama diğerleri (onu elinin tersiyle itenler), sürecin niteliği konusunda yanılgıya düştüler. Ani bir ters çevirmeyle, Freud’un, cinselliğin hakkı olanı ve uzun zamandır karşı çıkılanı nihayet kendisine iade ettiğini zannettiler; Freud’daki iyilik meleğinin, cinselliği, XVIII. yüzyıldan beri iktidar ve bilgi stratejileri tarafından saptanmış belirleyici noktalardan birine yerleştirdiğini ve böylece, klasik çağın büyük bilgeleri ve günah çıkartan papazlarına layık harika bir yetkinlikle, cinselliği tanıma ve onu söyleme geçirme gerekliliğine ilişkin bin yıllık buyruğu yeniden ortaya attığını görmediler. Çoğu zaman eski Hıristiyanlığın bizim bedenden nefret etmemizi sağlamak için kullandığı sayısı yöntemden dem vurulur; ama bir de birkaç yüzyıldır, bize cinselliği sevdirmek, bizde onu tanıma arzusunu uyandırmak ve üzerine her söyleneni değerli kılmak amacıyla başvurulan tüm kurnazlıkları düşünelim; ve cinselliği yakalamak üzere tüm becerilerimizi ortaya dökmemizi sağlayanın, ya da yine, onca zaman cinselliği bilmezlikten geldiğimiz için içimizde suçluluk duygusunu uyandıranın da bu kurnazlıklar olduğunu unutmayalım. İşte bugün, şaşkınlık yaratmayı hak eden şeyler bu kurnazlıklardır. Ve belki de günün birinde, bedenlerin ve hazların farklı bir düzeninde, cinselliğin tertibatını ayakta tutan iktidarın kurnazlıklarının nasıl olup da bizi bu sıkı cinsiyet monarşisine (üstelik cinsiyetin gizini zorlama yönündeki çabaya itecek ve bu gölgeden en gerçek itirafları çekip çıkaracak denli) bağımlı kıldığının insanlar tarafından pek anlaşılmayacağını düşünmemiz gerekir.

Bu tertibatın cilvesi ise, bizi, söz konusu olanın “ kurtuluş”umuz olduğuna inandırmasına yatar.

Ölüm üzerinde hak ve yaşam üzerinde iktidar – Cinselliğin Tarihi | Michel Foucault

Çev: Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı Yayınları.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments