Faşizm bir diktadır. Bu olguya her faşizm tanımında rastlayabiliriz. Gelgelelim, bu dikta olgusu dışında, düşünürler arasında bir görüş birliği sağlanabilmiş değildir. Kimi sermayenin “çöküş dönemindeki dikta’sı”, kimiyse “büyük sermayenin” ya da “finans kapitalin diktası” diye tanımlıyor faşizmi. Bir başkası, “finans kapitalin en gerici, en şovenist ve en emperyalist unsurlarının terörist diktası” derken bir dördüncüsü “îkiyüz ailenin diktası” diyor faşizme. Hatta kimi zaman, faşizmin, Mussolini’nin veya Hitler’in kişisel diktası olarak tanımlandığı da gözleniyor ve sözgelimi “Italyan faşizmi Mussolini’dir” gibi.
Bu tanımların herbirinde az veya çok gerçeklik payı var. Ama hiçbiri de, olduğu gibi, tümüyle benimsenemez. Biz de, en doğrusu olduğu iddiasıyla yeni bir tanımı, her duruma uyan kullanışlı bir formülü ortaya atmaktan kaçınacağız. Faşizmi tanımlamak demek, bizim için, her şeyden önce onun tarihini yazmak demektir. Gerçek bir faşizm teorisi, ancak faşizmin bütün şekillerinin örtülü ya da açık olanının, başarıya veya başarısızlığa uğrayanının araştırılması suretiyle ortaya çıkabilir. Çünkü faşizmin birden fazla türü vardır ve herbiri çok değişik hatta çelişik eğilimler gösterir. Faşizmi tanımlamak demek, onu bu daima gelişen eğilimler içerisinde saptamak, onun belirli bir ülkedeki ve belirli bir zamandaki ayırdedici özelliklerini yakalamak demektir. Yoksa faşizmin niteliklerini arayıp bulmak bir başına yetmez. Çünkü faşizm, toplu bir durumun sonucudur ve bu toplu durumdan ayrı düşünülemez. Mesela, işçi partilerinin hatalı tutumu da, tıpkı faşizm kavramının hâkim sınıfça çarpıtılması gibi faşizmin tanımına dahil edilmelidir.
Faşizm bir savaş sonrası oluşumdur ve onu Bonapartizm gibi tarihi paraleller çizerek tanımlama çabaları kısır kalmaya ve yanılgılara sürüklenmeye mahkûmdur.
Faşizmin dölyatağını hazırlamış olan genel şartların başında ekonomik kriz gelir. Ekonomik kriz olmadan faşizm olmaz. Şu var ki burada sözü edilen ekonomik kriz, genel anlamda bir ekonomik kriz değil, 1914-1918 savaşı sonrasında dünyaya sürekli biçimde yerleşen bir ekonomik krizdir.
Birinci dünya savaşı, ardında, ihtiyaçları kat kat aşan bir sanayi aygıtı ve üretimin çeşitli sektörleri arasında özellikle kitlelerin satınalma gücünün gerilemesiyle artan bir dengesizlik bırakmıştı. İşte bu sebeple, günümüzde, üretim fazlası ile darlık, enflasyon İle durgunluk bir arada bulunmaktadır. Bu kriz, her şeyi silip süpüren ve ekonomiyi daha yüksek bir üretim ve tüketim seviyesine çıkaran klâsik anlamdaki kriz değildir artık.
Periyodik krizler, yerlerini “ılımlı gel gitlerle karışık kronik durgunluklara, itibarî kısa toparlanmalar ile itibarî (izafi) uzun bunalımların köşe kapmacasına” bırakmıştır. Engels’in yarım yüzyıl öncesinden kestirdiği bir oluşumdur bu. iç pazar imkânlarından dolayı krizlerin daha sallantılı karakter taşıdıkları A.B.D.’nde bile, miktarı bir türlü azalmayan milyonlarca işsizin varlığı da yepyeni bir tipte krizin söz konusu olduğunu göstermektedir. A.B.D. ve Büyük Britanya gibi büyük bir iç pazara sahip bulunmayan ülkelerde, bu krizler, çıkış yolu olmayan krizler şeklinde belirmekteler.
Bu özel şartlar altında, ekonomik huzursuzluk, birtakım aşırı milliyetçi istemleri ve “güneşte bir yer bulma” efsanelerini davet eder. Bir yanda millî ekonomiye öncelik, ağırlık verilmesi ve bununla beraber, bu ekonominin yapay ve asalak niteliklerinin keskinleştirilmesi istenirken, öte yanda, bu kısır döngüyü kırıp ülke sınırlarının ötesinde bir çözüm yolu aranmaya başlanır. İtici, geliştirici güçlerini geniş Ölçüde yitirmiş olan kapitalist ekonomi, artık bunalım ve refah arasında değil de kendi yağıyla kavrulma (otorsi) zorunluluğu ile savaş zorunluluğu arasında bocalar durur.2
Savaş sonrasında, bu ekonomik krize bağlı olarak, bütün ülkelerde sosyal sarsıntılar meydana geldi. Yalnız yeni savaş zenginlerinin katılmasıyla değil, fakat aynı zamanda geleneksel kapitalist çevrelerin köklü değişimi İle de yepyeni bir burjuvazi ortaya çıktı. Hemen hemen bütün işletmeciler, olağanüstü kârlara alışmışlar, ortalama maliyete ilişkin kesin bilgilerini yitirmişler ve serbest rekabete sırt çevirmişlerdi.
Hemen hemen her yerde, kapitalistler, devletin doğrudan desteği ve yardımı olmadıkça işlerini yürütemeyeceklerini kavramışlardır artık. Devletin bütün araçlarına sahip çıkmak, onlar için bir hayat memat sorunu olmuştur.
Öte yandan, savaş, halk kitlelerini harekete geçirmiş, savaş sonrası dönem ise bu hareketi büsbütün güçlendirmiştir, işçi partilerinin ve sendikaların kadroları milyonlarca taraftarın baskısı altına girmiştir. Bu kadrolar değişmez, esnemez nitelik taşımamakta ve her “maddi”, bir “cezir” izlemektedir. Geleneksel kadroların gelişmesine rağmen, bir sürü kaypak ve kararsız unsur dışta kalmış ve çeşitli yönlere bir çığ gibi akma eğilimi göstermiştir.
Bu kitleler için “orta sınıflar” deyiminin kullanılması gelenektendir. Ne var ki sözkonusu orta sınıflar, kapitalizmin klâsik dönemindeki sınıflardır, yoksa, her krizin ardından ya üretimin artırılmasıyla ya da proletaryanın yenilenip genişlemesiyle emilen orta sınıflar değildir. Savaş sonrasının orta sınıfları, artık proleterleşme umudunu bile yitirmiş sınıflardır. Ekonomik kriz, onların burjuvalaşmasını önlediği gibi proleterleşmesini de engellemektedir.
Bütün çıkış yollarının tıkandığı ve bütün partilerce bir yana itilen bu küçük ve orta burjuvazi, İtalya’da ve de başka yerlerde faşizme önemli katkılarda bulunmuştur. Aslında, “orta sınıf’ kavramı, daha geniş bir çerçevede, bir iş ve mirasçılık bekleyen iyi aile çocuğundan ve “demi soIde”dan Lümpen proleterine, grev kırıcısına ve işsiz, güçsüz entelektüele varıncaya kadar bütün asalak yığınları da kucaklar. Bu orta sınıf, kendilerini işçiden çok işsiz ve savaşçı olarak gören ve duygusal yönden sınıfından kopup düşman saflarına geçen işçileri de kapsar.
Halkın çeşitli kesimleri, savaştan sonra, çok geniş taleplerle ortaya çıkar. Oysa savaş ve onun sonuçları, üzerinde tasarruf edebilecek kaynaktan kurutmuştur. Bu kaynakların yoğunlaştı- rılması eğilimi onların daha iyi bir şekilde dağıtımı eğilimine ağır basar. Böylelikle, ortaya iktidar problemi çıkar. Bu alanda faşizmin hazırlanmasında üç faktör bir araya gelir. Sınıf kavgasının keskinleşmesi, bu kavganın giderek siyasal karakter kazanması ve karşı karşıya bulunan güçlerin arasında nisbi bir denge mevcut olması. İlk iki faktörü varsayarak, çok önemli son faktör üzerinde duralım.
Karşı karşıya duran güçlerin dengesi, birleşimlerinin formülü ister “millî birlik”, ister “solcular karteli” ister “sosyal- demokrat çoğunluk” olsun, hükümetleri felce uğratır. Bu denge, uzunca bir süre varlığını koruduğu, daha yüksek bir formüle dönüşmediği takdirde, hedefsiz, başıboş değişimlere açık olur. Bu değişimlerde de tehdit altındaki imtiyazlarını korunması düşüncesi ve krizin kışkırtıp harekete geçirdiği sınıfların umutları saklıdır. İşçi sınıfı legal yolları terketmekten vazgeçince, devlet içinde devlete karşı bir “ikinci güç” yaratma eğilimini gösterir. Burjuvazi ise, bu sırada, yerine göre, ya devletin reaksiyoner dönüşümüne ya da faşist iktidara bel bağlar.
Nihayet, faşizmin genel şartlarına belirli bir “iklimin” varlığı da eklenmek gerekir. Faşizm, zaferden önce de, zaferden sonra da, belirli bir sarhoşluk ve heyecan atmosferine muhtaçtır. Liderleri ve onun suç ortaklan böyle bir iklimi, ellerinden gelen bütün olanakları seferber ederek yaratmaya çalışırlar. Bu atmosferde, reaksiyonlar ölçüsüzleşir. Ruhsal “şok”, belirli nevrotikler için uyuşturucu maddenin kaçınılmaz oluşu gibi kaçınılmaz olur. Sarhoşluk, olağan durum halini alır ve dehşet verici bir özerklik kazanır. Şimdi, faşizm basit bir savaş psikozuna indirgenemez; faşizm, bunun çok ötesinde sosyal patolojinin en çarpıcı ve en fazla huzur kaçırıcı tezahürüdür.
Faşizme en önemli katkıyı savaş sonrasının orta sınıflarının sağlamış olduklarını söyledik. Pekiyi ama faşizmi sadece karşı – devrimin kendi amaçlarına âlet ettiği bir “orta sınıf hareketi” olarak tanımlamak yerinde olur mu ki? Böyle bir tanım önemli bir gerçek payı taşır, ama yine de tek başına yeterince açıklayıcı olamaz ve benimsenemez.
Bir hareketin sosyal muhtevası, sırf bu hareketin sosyal tabanı ile belirlenemez. Her ne kadar faşizm çokluk orta sınıflardan beslenmişse de, onu tarihte asıl belirleyen faktör, işçi partilerini ve sendikaları dağıtmasıdır. İşte bu andan başlayarak, faşizm, programı ve taraftarları nasıl olursa olsun, kapitalizmle bütünleşir. îşçi örgütlerinin baskı altına alınması, iktidarın yapısını kökünden değiştirir. Faşizm, istediği kadar “sermaye ile emek arasında bir hakemlik” yaptığını iddia etsin, aslında, düpedüz sermayenin çıkarını korur, emekten yana örgütleri etkisizleştirir.
Faşizmin kendi saflarına çektiği orta sınıflar, özellikle şehir nüfusunun orta sınıflarıdır. 1919 Temmuzunda Mussolini, sadece “faşizmin bir azınlık hareketi” olarak kalmaya mahkûm bulunduğunu itiraf etmekle yetinmemiş, fakat aynı zamanda faşizmin şehir dışında taraftar kazanamâyacağını da kabul etmişti. İtalyan faşizminin kendisini ancak 1921’den sonra “Ru- rali”nin kendi saflarına katılması ile kabul ettirdiği bir gerçektir. Şu var ki faşist “squadre”nin Önderleri en başta şehir orta buıjuvazisinin unsurları veya şehirde yaşayıp savaştan döndükten sonra basit bir “Cincinnatus” rolü oynamayı istemeyen subaylarla öğrencilerden oluşmaktaydı. İktidara götüren yoldaki ilk adım olarak, köylerinde önder olmaktansa şehirleri fethetmeyi tercih ediyorlardı. Nitekim, faşizmin zaferi Po ovasında ve köylük alanlarda kotarılmamış, Milano’da ve Roma’da kazanılmıştır. Görüldüğü gibi, büyük şehir, her zaman olduğu gibi, belirleyici görevini korumuştur.
Faşizme katılan orta sınıflar, genellikle hiçbir ekonomik temele bağlı olmayan kişilerden oluşur. Buysa, onlann faşizm tarafından yaratılmış kadrolar içerisinde eriyip faşizmle bütünleşmelerini kolaylaştırır. Fransa’da köylü sınıfının faşizme karşı tavır alışı boşuna değildir. Ekonomik temeli, yani sahip bulunduğu ve işlediği bir parçacık toprağı tehdit edilmedikçe de bu direnişini sürdürecektir. Balkanlarda da bütün otoriter rejimler, büyük çoğunluğu muhalefet partilerini bağlı köylülüğe karşı amansız bir savaş vermek zorunda kalmışlardır.3 Bütün bu ülkelerde savaş sonrası toprak reformları, ortaya bir sürü toprak sahibi çıkarmış, bunlarsa, yenik düştükten sonra bile faşizme düşman kalmışlardır. Buna karşılık, böyle bir reformun hiç yayılmadığı ya da geç gerçekleştirildiği İtalya, Almanya ve Ispanya’da, bu olgu, faşizmin başarı kazanmasının başlıca nedenlerinden biri olmuştur.
Şunu da ekleyelim ki, faşizmi, sahneye çıkış aşamasında devrimci bir hareket olarak ortaya koyup, onun sonradan, hâkim sınıfların etkileri, baskıları altında karşı – devrimci bir harekete dönüştüğünü sanmamalıdır. Sadece ilk adımlarının karşı – devrimci güçler tarafından desteklenmesinden ve etkilenmesinden Ötürü değil, fakat aynı zamanda müdahalesinin siyasal ve sosyal güçler dengesini bozması yüzünden de karşı – devrimci bir harekettir faşizm.4
Bunun ötesinde, faşist gelişim ile hâkim sınıfların siyasî ve ekonomik hücumu genel bir oluşumdur. İtalyan faşizmi, belirleyici rolünü, ancak 1921’de, yani köleliğin Po ovasında, Toska- na’da ve Apulya’da harekete geçtiği ve sanayicilerin işçi ücretleriyle toplu iş sözleşmelerine karşı saldırıya geçtiği tarihte oynamağa başlar. Bunun gibi, 1923 yılında daha bir embriyon durumunda olan nasyonal sosyalizm de, 1928/29 yıllarında yani sanayinin ücretlere karşı büyük bir saldırısının ve hükümetin deflasyon politikasının başlangıcında gelişmeye başlar.
Siyasî alanda, Mussolini’nin 1922 sonrası hareketi de, sosyalistlerin iktidara katılmalarını önlemeye çalışan Corrjere de la Sera liberalleri, Giomale d’Italia muhafazakârları, büyük toprak sahipleri ve Vatikan ile yakından bağlantılıdır. Sonradan Hitler de, 1930’da büyük koalisyonun dağıtılmasını ve sosyalistlerin Prusya hükümetinden çıkarılmalarını talebedecekti.
Orta sınıflar, İtalya’da, 1919/20 yıllarının halk hareketine belirli ölçüler içerisinde katılmışlardı. Ne var ki, sosyalist işçi hareketinin bir çıkış yolu bulmadaki güçsüzlüğü, onları bu hareketten büsbütün uzaklaştırdı. Bu gerisin geri dönüşte, “Proleterya diktatörlüğü” sloganının aşırı bir dozda kullanılmış olmasının da rolü vardır. Sosyalist hareket yüzünden çıkarları, ön yargıları ve hayalleri tehdit edilen orta sınıflar, yüzlerini faşizme döndürdüler, onların işçilere karşı nefreti yeniden körüklendi ve bir yandan işçilere karşı girişilen vahşi saldırılarda, öte yandan da Özerklik taleplerinde ve hatta kendine özgü- bir idealizmde tezahür etti. Küçük burjuva idealizmi, hakim sınıfların mücadelesine az katkıda bulunmuş değildir. Çünkü bu idealizm ve kullanılan yeni dil sayesindedir ki, hâkim sınıflar kitlelerle kopmuş olan bağlarını ve kitleler üzerinde zayıflamış kontrollerini yeniden sağlamlaştırabildiler.
Faşizm, savaş sonrası dönemde son derece etkili kitle metodlarından yararlanabilmiş bir karşı-devrim hareketidir.5 Mücadelesini hasırcılarının etki alanlarına kaydırmaya ve basımlarının kitleler üzerindeki etkilerini bertaraf etmeye çalışır. Demagojik formülleri ve hatta sosyalist terminolojiyi kullanmasının nedeni işte budur. Mussolini’nin gazetesi uzun bir süre “Sosyalist Günlük Gazete” adını taşımış ve Hitler’in partisi de kendisini “nasyonal sosyalist” diye belletmiştir. Eski siyasî çevrelerin ayaklarını kaydıran yeni durumlar yaratır bu taktik.
Ama, faşizmin asıl özgünlüğü, kitle taktiğinden veya demagojik programından ziyade, onun belirli yönleriyle özerkleşen fonksiyonunda yatar.6 “Bir devletin kendisini bir devrimin programına karşı değil de onun taktiğine karşı savunmak zorunda bulunuşunu Mussolini sayesinde öğrendim” diyordu Giolitti.7
Gerçekten de, faşizm, ilkeler uğrunda değil de mevkiler uğrunda bir savaş yürütür. En güçlü araçları da, iktidar devir ve teslim alınmadan bir “vakıa” sayılamayacak olan oldu bitlilerdir. Ancak iktidar araçları ile, faşizm, bünyesinde taşıdığı çelişkileri aşabilir ve bir kere ulaştığı tempoyu koruyabilir. Topladığı ganimetlerle binbir çeşit istekleri tatmin edebilir. Zaferin prestiji ile taraftarlarının sayısını artırabilir, devletin gücü ile hasımlannı boyunduruk altına alabilir. “Hükümet darbesinin tekniği” kitabında faşist yazar Curzio Malaparte, Roma yürüyüşüne denk düşen İtalya’daki krizi şöyle anlatır: “Faşistleri millî bloka katılmaya teşvikte ve Mussolini’yi anavatanın kurtarıcıları Pantheon’una yerleştirmede o kadar acele eden liberaller, demokratlar ve muhafazakârlar, Mussolini’nin amacının İtalya’yı resmî geleneğe göre kurtarmak olmayıp, 1919’un programından çok daha ciddi bir program çerçevesinde doğrudan doğruya devlet iktidarına sahip çıkmak olduğunu kavramaya bir türlü yanaşmıyorlardı.”8
İşte örgütlenmenin ve özellikle militarist bir örgütün faşizmde oynadığı önemli rolün sebebi de bu olguda yatar. Her çeşit faşizm, silâhlı bir örgütü beraberinde getirir. Silâhlı örgüt olmaksızın faşizm de olmaz. Bu, her faşistin silâhlandırılmış olduğu ya da faşist hareketin her zaman doğrudan doğruya silâh depoları veya cephaneler üzerinde tasarruf ettiği anlamına gelmez. Faşist örgüt, kadrolarında ve disiplininde, toplantılarında ve eğitiminde militaristtir. Bütün faşistler de, örgütlenmenin bu biçiminin iktidarı ele geçirmenin zorunlu ve elverişli gereci olduğuna inanırlar.
Faşizm, önce kendini bir antiparti olarak tanıtmakla işe başlar, arkadan da bir siyasal parti oluşturmaya koyulur. Bu gelişime rağmen, askerî örgütlenme, bütün büyük ülkelerde, faşizmin en önemli niteliklerinden biri olarak varlığını sürdürür. Mussolini 1921 aralığında bütün partiyi “squadre d’azione”ye kaydettirebiliyor; de la Rocque da 1936 yılında “Squadre d’azi- one”yi bir siyasal partiye dönüştürebiliyordu. Değişmeyen amaç, askeri örgütü, onu maskelemek suretiyle alakoymaktı. Bu örgüt faşizmin özünü belirler.
Peki ama o halde faşizme karşı mücadele her şeyden önce bir askerî mücadele olmayacak mıdır? Hiç şüphesiz, bu mücadele bir iktidar sorunudur. Ama eğer başarılı bir politika, dayanacağı sağlam ve güçlü bir iktidara muhtaçsa, bu iktidar ancak iyi bir politika sayesinde yaratılabilir. Askerî Örgütlenmeyi istediğiniz kadar geliştiriniz, eğer siyasal-askerî iktidar, örgüt dışında kalan kitlelerden tecrit olursa, onun geleceği umutsuzlaşır, kararır. Bu gerçek, 1921 yılının ortalarında İtalya’daki faşist squadre için geçerli olduğu gibi, 1934 şubatında Avusturya’daki sosyalist Himaye Birliği için de geçerlidir. Gerçekten de, Mussolini ve Hitler’in başarılan her şeyden önce siyasî planda kazanılmıştır. (1922 Ekimindeki Facta krizi, 1933’deki Schleicher krizi.)
Şimdi, antifaşist hareket, en başta geniş halk kitleleriyle, ülkenin büyük çoğunluğu ile sürekli ve etkili bir bağlantı kurma ve devletle olan ilişkisini düzenleme problemiyle karşılaşır. Olabilir ki belirli bir durumda, hâkim sınıfın ve devlet aygıtının faşizmle tamamen içiçe geçmesi sonucunda, doğrudan doğruya devrimci savaşı görmekten ya da faşist diktaya katlanmaktan başka yol kalmaz. Ama böyle bir durumda bile Bolşevizm veya faşizm “yanlış ikilemi”ne düşmenin bir gereği yoktur. Böyle bir ikilem içinde antifaşist hareket, alabildiğine genişletilmeye en fazla muhtaç olduğu bir anda daraltılmış olur.
Şimdiye kadar geçirilmiş tecrübeler (İtalya, Bulgaristan, Almanya, Avusturya) şu hususu ispatlamaktadır ki, devlet ile faşizmin birleştiği durum, ortaya çıkabilecek en kötü durumdur. İşçi sınıfı, kendisine böyle bir durumun empoze edilmesini, faşizme karşı mücadelesi içinde mümkün olan her çareye baş vurarak engellemeye çalışmalıdır.
İşçi sınıfı, halk kitleleriyle birlikte, faşizmi devletten tecrit etmede, devleti faşizmin hizmetine sokabilecek etkilere ve entrikalara karşı mücadele etmede yoğun çaba göstermelidir. Faşizm, devlet olmadan hiçbir şey yapamaz. Hele devlete karşı hiçbir şey yapamaz. Öte yandan, antifaşizm, mücadelesini aynı anda hem devlete hem de faşizme karşı yürütmek zorunda kalırsa, hedefine çok zor ulaşır. 1921’de “savaş proleter dikta ile faşist dikta arasında cereyan eder” diyen İtalyan komünistleri ve 1932’de mücadeleyi Weimar’a ve Potsdam’a karşı iki cephede birden açan Alman Komünistleri, sonuçta ne faşizme karşı ne de devlete karşı mücadele edememiş ve hüsrana uğramışlardır. Antifaşist mücadele üçlü bir mücadeledir: Alabildiğine geniş tutulması gerekli bir antifaşist cephe, elden geldiğince etkisiz kılınması gerekli faşist blok ve nihayet tüm araçları demokrasinin korunması için seferber edilmesi gerekli devlet.
Faşizmin yenilip çökertilmesi ancak bu üç unsura değer veren ve bu unsurları bütün güçlerin demokrasiden yana ağır basmasını sağlayacak biçimde düzene koymayı, sıraya koymayı başaran bir politik streteji ile mümkün olur.
Faşizmin mahiyetine ilişkin tahlili geliştirmek için, onun millî ve milletlerarası alandaki birbirleriyle bağlantılı sonuçlarına dikkat etmelidir. Faşizmin yerleştiği yerde, bütün sonuçları beraberinde getiren en önemli sonuç, halkın siyasî eyleme katılmaktan uzaklaştırmasıdır. Anayasa reformlar, parlamentonun baskı altına alınması, rejimin totaliter karakteri, bir başlarına değil, fakat ancak amaçları ve sonuçlan ile olan bağlantıları içerisinde değerlendirilebilir. Faşizm, herhangi bir siyasî rejimin yerini alan bir siyasî rejim değildir. Faşizmde siyasî hayat devletin tekeline giren bir fonksiyon olur ve büsbütün ortadan kalkar.
Formüller yürürlükte kalır, eskidikçe yenilenir. Ama halk bütün olup bitenlerin dışında pasif seyircidir. Eğer mevcutsa, sendikalar ve partiler bile “her şeye muktedir” devlete tabi araçlar olmaktan öteye geçemezler. Onlar, devletin âleti olurlar ve gereçleştirilirler; ikinci dereceden araca, aracın aracına dönüştürülürler. Kuramların bütün bağımsızlığı ve özerkliği kaybolduğu için, halk istenen kalıba sokulabilecek bir madde olur; direnci ve hareketliliği tepeden denetlenip yola sokulur. Gerçi halk birtakım gösterilere katılır ve hatta sürekli bir alarm ve gerilim havası içerisinde tutulur. Ama bu, aslında halkı duyarsızlaştırmanın, pasifleştirmenin bir tekniği olmaktan başkaca bir şey değildir. Halka bilinçli bir siyasal yaşam asla yaşatılmaz.
Böyle bir sistemde artık Italyan komünistlerince yıllar yılı beslenmiş o inanca, faşizmin demokratik hayalleri imha etmek suretiyle, son tahlilde bir ilerlemeye yol açtığı hayaline yer olamaz. İtalya komünistleri Mayıs 1922’de şöyle diyorlardı: “Gerçi beyaz karşı-devrimin hazırlıksız hasmı üzerinde yüzeysel zaferler kazandığı doğrudur. Ama aynı karşı-devrim demokratik ve liberal hayalleri de çökerterek sosyal demokrasinin kitleler üzerindeki etkisini de silmektedir. “Ocak 1934’de komünist enternasyonalin Almanya meselesine ilişkin bir başkanlık kararında da şöyle denmekteydi. “Açık faşist diktanın kurulması, kitlelerin demokratik hayallerini bertaraf ve kitleleri sosyal demokrasinin etkisinden kurtardığı için Almanya’nın proleterya devrimine giden yolunu da kısaltır.”
Burası, Komünist Enternasyonalin bir türlü vazgeçmediği bu anlayışın esaslı bir eleştirisini yapmanın yeri değildir. Ancak şu kadarını söyleyebiliriz ki, faşizm, sadece demokratik hayalleri bertaraf etmekle kalmaz. Aynı zamanda çepeçevre kuşattığı asıl devrim çekirdeğini de, yani sosyalist işçi hareketini de bertaraf eder. Faşizm için, “bitirilmiş ama ölümü engelleyememiş bir ameliyat” için söylenen sözlerin eşi söylenebilir: Hasta ameliyatın sonunu yaşayamamış ve bu sayede bütün hayallerinden kurtulmuştur.
Faşizm, halkı basit bir “alet” derekesine düşürerek milleti baskı altına alır. Rejimin bu yönü, faşizmin “dozu kaçmış milliyetçilik” perdesi arkasında gizli kalır, kolayca gözden uzaklaşır. Ulusların peygamberi Mazzini tarafından 19. yüzyılda “serbest, özgür bir halk olmaksızın millet olamaz formülünde yüceleştirilen millî bilincin yerini, faşizmde “devlet” fikri alır. Mazzini’ye göre, siyasî hürriyetin ve millî bağımsızlığın kazanılması halkı bir millet haline getirir. Millî bilincin yeniden uyanışı Avrupa bilincinin oluşumunda zorunlu bir basamaktır. “Genç İtalya” ise ancak “Genç Avrupa” içinde mükemmelleşebilir.
Bu görüş, bizi faşizmden çok uzaklara götürür. Ama aynı zamanda bize, faşizmin sosyalist işçi hareketini niçin yok etmek istediğini anlatır.
19. yüzyılın bitiminden beri, hemen hemen her yerde sosyalizm, kitleleri millî hayata katma fonksiyonunu demokrasiden devralmıştır. Kitleler millete ve devlete sosyal alanda fiilen dahil olmuşlardır. Bu süreçte kimi zaman birtakım sıkıntılarla hatta bunalımlarla karşılaşılmıştır. Ama büyük bir tarihî olgu olarak, kitlelerin, kendi ihtiyaçlarının ve umutlarının bütün ağırlığı ile millî hayata katıldıkları da bir gerçektir. Bu andan itibaren de hayatın ancak bilincin, hürriyetin ve rejimin daha yüksek bir aşamasında ele alınıp organize edilebileceği de açıktır. Buna karşılık, faşizme göre ise, halk, sadece sosyalist talepleri kendisine rehber alan bir iktidar hırsının basit bir âletidir.
Sınıflararası savaşın bütün sloganları, genç halkların yaşlanmış halklara karşı, yoksul milletlerin varlıklı milletlere karşı, proleter milletlerin plütokrat milletlere karşı silâhlı savaşının sloganlarına dönüştürülür. Böylelikle de, her “milliyetçi” (Nasyonal) Sosyalizmde, milliyetçilik, sosyalizmi ve her faşist “silâhlanmış millet”te ordu, milleti kaçınılmaz biçimde yutar. Faşizmin otarşiye ve savaşa aynı zamanda eğilim göstermesinin sebebi de budur. Üstelik faşist rejimin sıkıntıları ve ekonomik çelişkileri bu eğilimi daha da güçlendirir. Faşizm, sadece bir savaş eğilimi değildir. Bu rejim savaş eğiliminde aynı zamanda doğrudan doğruya varlığını sürdürme imkânlarını da bulur. Çeşitli “zorunluluklar” arasında kendisine savaşı seçer; zaten seçmek zorundadır da. Belirli bir andan sonra, savaş hazırlıkları bir araç olmaktan çıkıp bir amaç halini alır, ülkenin ekonomik, sosyal ve siyasî yapısını köklü ve sürekli bir şekilde değiştirir.
Faşizm için savaşa hazırlık, sadece istenmediği halde patlak verebilecek bir savaşa karşı birden fazla çıkış yolunu açık tutmak değildir. Faşizm için savaşa hazırlık, sadece tek bir çıkış yolunu, savaş yolunu açık tutup öteki yolları büsbütün tıkamaktır. Savaş, faşizm indinde devletin hesaba katmak zorunda bulunduğu bir ihtimal, ve imkân değil, her şeyi kendisine bağımlı kılan bir kesinlik ve zorunluluktur.
Mussolini 23 Mart 1936’da koprorasyoniar toplantısındaki konuşmasında politikasını ve niyetlerini şu sözlerle belirtiyordu:
“İtalya, banş ve her şeyden önce savaş dönemi için ekonomik bağımsızlığın en yüksek derecesine ulaşmalıdır. Bütün İtalyan toplumu bu en önemli zorunluluğa ayak uydurmalıdır. İtalyan halkının kaderi buna bağlıdır. Şimdi çok önemli bir noktaya parmak basacağım: İşte bu zorunluluğu, faşizmin gele* ceği uğruna, İtalyan ekonomisinin hükümet plânı olarak ilân edeceğim. Bu plân tek bir partinin varlığından, ulusun savaş deneyinden geçmesi şartının varlığından hareket edecektir. Ne zaman? Nasıl? Bunu kimse söyleyemez. Ama kaderin çarkı hızlı döner.”
Faşist ekonomi, savaşa yönelik plânlanmış ve kapalı bir ekonomidir. Maliyetler, rekabet hatta kâr, artık bu ekonominin belirleyici fonksiyonu olmaktan çıkmıştır. Savaşa hazırlanmanın siyasî amacı, her türlü ekonomik düşünceden önce gelir. Bundan doğan ekonomik organizasyon da sadece bu siyasal amaca hizmet edebilir. 24 Mayıs 1934’teki bir söylevinde şöyle diyordu Mussolini:
“Eğer İtalya’da devlet kapitalizmini veya devlet sosyalizmini yerleştirmek isteseydim, bugün bu işi gerçekleştirebilmek için zorunlu ve yeterli objektif şartlara sahip bulunurdum.”
Acaba faşist ekonominin bir devlet kapitalizmi olduğu ileri sürülebilir mi? Teknik belirtilerin ve unsurların varlığına rağmen buna inanmıyorum. Faşizmde devlet salt ekonominin düzenleyicisi olarak özel kapitalistlerin yerini tutamaz; sadece onlara siyasî plânını empoze eder.
Faşizmin zembereği “kâr” değil “iktidar”dır. Hiç kuşkusuz, günün birinde “kâr” “iktidar”la yeniden birleşecektir. Ama bu iki amaç arasında tabiî bir fark ve bir zaman farkı vardır. Kapitalist sınıf, bu farkı, ancak zorlandığı takdirde olduğu gibi kabullenebilir ve aşabilir.
Faşizmin ekonomik gelişimi tarafından üretilen ve aynı zamanda bu ekonomik gelişimi doruk noktasına çıkarmaya çalışan yeni siyasal sınıfın görevi işte budur. Proletarya, bir sınıf olarak, bu yeni sosyal sınıfın tamamen dışında bırakılmıştır. Savaş hazırlıkları, işsizliği belirli ölçülerde azaltabilir ve bu arada belirli işçi kesimlerine ayrıcalıklar sağlayabilir. Ne var ki, otarşi çerçevesinde, böyle bir savaş hazırlığı ancak işçi sınıfının yaşama standartının bütünüyle feda edilmesi pahasına olmaktadır. Üstelik bu hazırlık, endüstrinin, ticaretin ve kredi kaynaklarının yoğun bir biçimde tekelleşmesini ve de kırlarda tahıl üretimi ile sınaî yatırımların yoğunlaştırılmasını gerektirdiğinden9, şehir orta sınıfının bir bölümü ve kırsal alanlardaki bütün orta sınıflar mahvolurlar.
Artan tekelleşme süreci içinde, narh sistemi ve başkaca devlet müdahaleleri yüzünden küçük ve orta sanayiciler, küçük tacirler ve köylüler giderek silinirler. Buna karşılık şehir orta sınıflarının üretimde doğrudan doğruya bir rol oynamayan kesimi, rejimden geniş ölçüde yararlanır ve parsayı toplamaya katılır.10 Bu kesim, bütün hücrelerinden rejime sızıp girer, parti yönetiminde, orduda, sendikalarda, eski ve yeni devlet kesimlerinde çok sayıda mevki işgal eder ve ülkenin hâkim siyasî sınıfı olan muazzam faşist bürokrasinin oluşmasına katkıda bulunur. Basite indirgenerek denebilir ki, bu yeni hakim sınıf, kapitalist lerle küçük ve orta şehir burjuvazisinin uzlaşmasının bir sonucudur. Herhalde bileşimi çok karışıktır; içinde subaylar ve aristokrasinin mensupları da yer alır. Ama “homines novi” çoğunluktadır. Onlar, ideolojilerine ve çıkarlarına uygun yolda milliyetçiliğin ve devletin alabildiğine yüceltilmesi işini gerçekleştirirler.11 bu yeni hâkim sınıf, rejimden hayat bulur, hayasız bir mevki avına katılır, yeni zenginliklerin istifçiliğini yapar, yağma eder, vergi alır, ama ekonomik hayatta fiilen yer almaz.
Faşist klik, toprak ve sermaye sahibi olsa bile, en esaslı gelirini yine de kendisi için temin ettiği siyasal tekelden ve devlet aygıtının kendisi tarafından pompalanan şişkinliğinden devşirir.12
Otarşi ve savaş hazırlıkları bu gelişmenin en elverişli şartlarını yaratır, öte yandan, devlet aygıtının büyümesi de otarşiyi ve savaşı davet eder. Ülkenin içinde hiç kimse de bu şeytanî döngüyü kıramaz.
Faşizm, azar azar işçi hareketini, halkı, ulusu bertaraf eder. Bütün dizginler koparılmıştır artık. 1921/22 yıllarındaki faşist saldırının İtalyan sınırlarını aşan acıklı bilânçosu budur işte.
Halkevlerinin (Case del Popolo) söndürdükleri meşaleler, Avrupa’yı ateşe boğacak bir yangının başlangıcı olmuştur. Sendikaların, kooperatiflerin ve sosyalist grupların lokallerini tahrip eden darbeler, aynı zamanda yeni Avrupa’nın, faşizm tarafından ne pahasına olursa olsun tahammül edilemez temellerini de sarsmıştı.
Faşizmde, program, aslında siyasî manevraların vasıtasız ihtiyaçlarına göre şekillendirilen bir acil çaredir, bir araçtır. Roma’ya büyük yürüyüş arefesinde ve Schleicher’in istifası anında, İtalyan faşizmi ile Alman Nasyonal Sosyalizmi, iktidara eski ve yeni programlan adına değil, fakat düpedüz fiilen ele geçirilmiş iktidar adına talip olurlar. İşçilere ve sosyalistlere karşı yönetilmiş güçlerini de tutucu çevreler kendilerine devlet kapılan açıldığında istismar etmek İsterler.
“Bizim doktrinimiz olgulardır” diye haykırıyordu 1919 Ekiminin faşist kongresinde Mussolini. Bu formül, sadece bir taktik fikri açıklamaktan ibaret kalmayıp, doğrudan doğruya, her şeyin “İktidar hırsı”na bağlandığı bir dünya görüşünün yansısıdır. Ve her şeyden önce bu noktada, faşizm ile sosyalizm uzlaşmaz biçimde çelişirler. İnsanlığın kaderi, bu çelişmenin çözümüne sıkı sıkıya bağlıdır. îki felsefenin uyuşmazlığı gibi görünebilir bu; ama aslında felsefe ile felsefenin inkârı arasındaki çelişki söz konusudur burada.
Tren kendisini Roma’ya getirdiği ve burada Kralın kendine yeni hükümetin kurulması görevini vermeyi tasarladığı sırada Mussolini şöyle sesleniyordu: “Eylem, felsefeyi mezara gömmüştür!” Faşizm tarafından sürgit talep edilen bu gerçekçilik, onun, doktrini tarafından asla aşılamayacak seviyesini de belirler. Bir kere iktidara geldikten sonra, faşizm, tıpkı bütün sonradan görmelerin asalet arması toplayışları gibi, kendisine tarihten emsaller, selefler arar. Ataerkil geleneğe, mistikliğe ve romantikliğe sarılır. Her şey bu ateşli selef arayışında seferber edilir. Bütün bu çabalarına rağmen, faşizm, zaferden önce de sonra da kaba bir pragmatizmin yan ürünlerine, iktidarın abartılmasına, milliyetçiliğin ve devlet hayranlığının şişirilmesine inhisar eder.
Her şeyin altında da hayata ililen itikatsız bir tasavvuf yatar. Hayat, amacını bünyesinde taşıyan bir mücadele ve çabalamadan ibarettir. Savaşın alabildiğine abartılmasının sebebi de budur işte.
“Sadece savaş, bütün İnsanî enerjilerin en yüksek gerilimini sağlar ve buna mukavemet edecek halklara soyluluk damgasını basar” diyordu Mussolini “Enciclopedia İtaliana”da.
Hiç şüphesiz, faşistler, görev, fedakârlık ve disiplin sözlerini ağızlarından düşürmezler, ferdî bencilliği de aşağılarlar. Ama aslında faşizm, sırf köklü bir İnsanî değeri, insanın evrensellik ve şarta bağlanmazlık ihtiyacını bilinçlerden kovmak için bireyciliğe karşıdır. Sırf bu ihtiyaçtan kaynaklanabilecek taleplere muhatap olmamak içindir ki bu ihtiyacın bütün tutukluklarını bertaraf eder. Bireysel bilinçle feda ettikleri şey, bireysel pay değil, fakat düpedüz bilinçli bireyin kendisidir. Ahlâki hayat, olduğu gibi, tümüyle devlete intikal ettirildiği için, görünüşte her şey çözümlenmiştir. “Bir faşist için her şey devlettedir. İnsanî ve ruhsal olan hiçbir şey mevcut değildir. Devletin dışında hiçbir değer söz konusu olamaz.”
“Faşizm için devlet mutlaktır. Bu mutlak değerin karşısında, bireyler ve gruplar da sadece nisbîdirler.” Ve sadece “nisbf’nin bulunduğu yerde ahlâki bir buyruk oluşturmak imkânsız olduğu için de faşizmin devlete yerleştirildiği “mut- lak”ın muhtevasının ne olduğu sorulmak gerekir. Mussolini cevap veriyor: “Faşist devlet iktidar ve hâkimiyet hırsıdır.” Faşizm “iktidar hırsf’ndan yola çıktığı için, ve bireyler de kendisine tabi kılındığı için, kendisini ancak devletin içinde yeniden bulabilir. Döngü kapanır ve ahlâkî hayatla beraber bu hayatın her çeşit varlık nedenini de dışta bırakır. “İktidar ve hâkimiyet hırsı”nın ahlâkî hayatla ortak hiçbir noktası yoktur. Hattâ Hit- ler’iıı sözleriyle, bu hırs halkın hayat ihtiyaçlarının hizmetine sunulsa bile değişmez bu gerçeklik.
Yanılgılarının ve saptırmalarının çok ötesinde, sosyalizm, insan bilincinin tüm isterlerine ters düşen, onlara yabancı ve hasım olan her şeyi insan bilincinin gerçek isterlerine bağımlı kılma yolunda en büyük deneydir. Sosyalizm, “İnsanî” olanın “ekonomi” olana önceliğini güvence altına almak, doğayı insancıllaştırmak ve ahlhakileştirmek ve doğanın bağımsız ve yenilmez bir güç olarak gelişmesini önlemek ister. Doğanın ve toplumun yasalarını bu yasalara tutsak olmayıp onları kendisine bağımlı kılmak için araştırır. Madde ile yakından ilgilenmekle, insan bilincini dış zincirlerden kurtarmak ve bütün nesneleri bu bilince bağımlı kılmak ister. Böylece de bilincin kendi iç yasalarının buyruklarına uyabilmesini, onları tam anlamıyla gerçekleştirebilmesini sağlar. Sosyalizm, sadece sınaî mekanizmayı ve onun dev üretim gücünü kendisine bağımlı kılmak isteği ile de yetinmez, aynı zamanda, devlet aygıtını ve onun muazzam zor gücünü, özellikle bu iki güç, bu iki makine her zamankinden fazla birbirleriyle kaynaşmak eğilimi gösterdiği için, kendisine bağımlı kılmak ister Sosyalizm materyalist bir dünya görüşü olduğu halde, faşizm gereçsel (enstrümantal) bir dünya görüşüdür. Faşizm bir denge fiilidir, bir rejimdir, bir enerjidir; kendisini kabul ettirdiği zaman bile hiçbir ahlâkı ikame edemez, hatta kuramaz.
îşte bu sebeple de faşizm, felsefenin inkârıdır, siyasetin inkârıdır ve de dinin inkârıdır. “Demokrasi, hayatı esas itibariyle siyasal olarak görürken, faşizm hayatı esas itibariyle savaşçı olarak karşılar.” diye yazıyordu Mussolini Eylül 1922’de, Faşizm, dine, ancak kendisine bireysel vicdanı terkettiği takdirde katlanabilir. Kilise, bireylerin ve grupların, faşist devlet tarafından yutulmalarına karşı gösterdikleri direnci kırmada yardımcı olduktan sonradır ki, içinde ne bireysel vicdana ne de dine bağımlı hayat hakkı tanımayan bu devletin mutlak hâkimiyetini kabullenmiş, onu desteklemiştir. Bütün resmî onurlan saklı kaldığı takdirdedir ki kilise, faşizmde, ancak bir araç rolüne inhisar etme şartıyla yaşayabilir. Böyle bir durumda, din de, aynen faşizm gibi yoksullan avutmak ve hizaya getirmek için yararlı bir sistem olur, öyle bir araç.ki, Voltaire’den Mussolini’ye varıncaya dek nice nice dinsiz sarılmıştır buna. “Yoksullar için din”, böylelikle, faşist devlet anlayışının zengin cephanesinde işçi sınıfına karşı emperyalizmle birleşip bütünleşir.13
Faşizm ve Kapitalizm | Faşizmin Oluşum ve Gelişiminin Genel Şartları – Angelo Tasca
Çeviri: Rona Serozan
Kaynaklar
(1)Bu yazı, Angelo Tasca’nın 1936 yılında, önce A. Rossi takma adı alımda Fransızca yayımlanmış “Nascita e Avvento del Fascisnıo” adlı kitabının son bölümünün kısaltılmış bir çevirisidir. Çeviri, 1950 tarihli İtalyanca baskıya sadık kalmıştır. Adı geçen kitap, İtalyan faşizminin tarihini Birinci Dünya Savaşı’ndan başlayarak, ayrıntılı bir biçimde yansıtır. Buraya alınan parçada, Tasça, bu ayrıntılı tarihi araştırmasının sonuçlarını Alman faşizminin deneyleri ile genel bir teoride birleştirmeye çalışır.
(2)Bu anlamda, faşizmin batan kapitalizmin bir ürünü ve geri bir ekonominin tezahürü olduğu söylenebilir. Böylelikle, “faşizmi yenebilmek için krizi yenebilmek gerekir” formülünde neyin gerçek, neyin yetersiz olduğu da belirlenebilir. Hiç kuşkusuz, her ekonomik iyileşme faşizmi dizginler ve oluşmasını erteler. Ama bir başına faşizm tehlikesini ortadan kaldırmaya da yetmez. Sosyalist Bakan Spaak 1937 Martında şöyle diyordu: “Ben, ekonomik krizle savaşmayı ve giderek aşmayı, bu çılgın ve tehlikeli propagandayı etkisiz kılabilmek için yeterli sanıyordum. Ama şimdi açıkça itiraf ediyorum ki bu sanımda yanılmışım. Böyle bir çılgın hareket, sadece ekonomik durumun düzeltilmesi ile etkisiz kılınamaz. Mutlaka politika ve duygu alanında da mücadele etmek şarttır.”
Bu sözlere eklenmesi gerekli nokta şudur: Krize karşı millî alanda mücadele belirli bir noktada aşılmaz setlere çatar, tşte bu nedenle de faşizm üzerinde kesin bîr zafer, ancak otarşinin büyülü, ve öldürücü döngüsünü kıran ve işbirliği ile dayanışmanın yolunu açacak yeni bir Avrupa’nın kurulması İle elde edilebilir.
(3)Bu, aynı zamanda, kırsal alandaki kitlelerin, güvenilir yandaşlan bulunmadıkça, kentlerden kaynaklanan saldırılara karşı kendilerini ne kadar zor savunabileceklerini de gösterir. Şimdi, köylü kitlelerinin şehir proletaryası İle birleşmesi, bir zorunluluk ve aynı zamanda herbiri için bir teminattır.
(4)Bu müdahalenin anlamı ve sonuçlarının ağırlığı, aşırı karşıtlıklar içinde çelişen güçler arasında söz konusu olan ve yan güçlerle ara güçler tarafından bozulabilecek olan denge durumuna bağlıdır. Orta sınıfların ağırlığını salt istatistik verilere dayanarak değerlendirmedeki yanılğı da İşte buradan doğar,
(5)Vatikan bile, bu sırada, hemen hemen her yerde Katolik kitle partilerini (İtalya’da Partilo Populare’yi, Ispanya’da Azione Cat- tolica’yı, Almanya’da Merkezi) desteklemeyi, hatta kurmayı tasarlıyordu.
(6)Faşist “Führer” mistiği de aynı sonucu doğurur ve bütün iktidarı sahiplenme istemini bünyesinde taşır.
(7)Curzio Malaparte, Der Staatsstreich, Wien / Leİpzig 1932, s. 216. i.s.
(8)Aynı yerde, s. 109.
(9)Toprağa geri dönüş” yolundaki acıklı çağrısına rağmen, faşizm, bazı kişilerin sandığı gibi bir “tarımlaşma” olayına yol açmaz, fakat sanayi üretimine ve bu yüzden de şehirleşmeye Öncelik verir. Faşist ekonomide tarım sektörü ile sanayi sektörü arasındaki ilişkinin İkincisi yararına değişmesi, savaş hazırlığının hem şartı hem de sonucudur.
(10)Faşist kadronun oluşmasına en güçlü katkıyı sağlayan da işte bu kesimdir.
(11)Özellikle sendika yöneticileri arasında yer alan “solcuların faşistleri”, en radikal tutumlarını dış politikada takınırlar ve devletin iç politikaya ve ekonomiye her an müdahalesini talep ederler.
(12)İtalyan faşizmi, bir üç başlı iktidar (triyarşi) olarak tanımlanabilir. Bu iktidar üçgenini, büyük sermaye, faşist bürokrasi ve Mussolini oluşturur.
{13) 6 Şubat 1937*de, Adis Ababa katliamından bir hafta sonra, Milano Başpiskoposu Schusıer’in Mussolini’yi en görkemli Roma İmparatorlarına benzeterek, Habeş halkına emperyal küitüıü vc Katolik inancı kazandırma ülküsü uğruna Habeşistan’ı işgal eden İtalyan birliklerine özel selâmlarını iletmesi bunun en tipik örneğidir.