Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Cumartesi, Mart 15, 2025
No menu items!
Ana SayfaÖyküÇeviri ÖykülerSesler | Vladimir NABOKOV

Sesler | Vladimir NABOKOV

Pencereyi kapatmak gerekiyordu: Yağmur pervaza çarpıp parkeyle koltukların üstüne sıçrıyordu. Dev gümüş hayaletler canlı, hışırtılı sesler çıkartarak bahçede, yaprakların arasında, portakal renkli kum­ların üstünde koşuşuyorlardı. Yağmur oluğu takırdıyor, boğulurcasına gurulduyordu. Sen Bach çalıyordun. Piyano cilalı kanadını kaldır­mıştı, kanadın altında bir lir vardı ve küçük çekiçler teller üzerinde dalgalanıyordu. Brokar örtü kaba kıvrımlar oluşturarak yarışma kadar piyanonun kuyruğundan aşağı kaymış ve sayfaları açık bir nota defterini de beraberinde sürüklemişti. Haziran sağanağı durmadan, görkemle camları döverken fügün coşkusu arasında tuşlara çarpan yüzüğünün tıkırtısı duyuluyordu. Ve sen, çalmaya ara vermeksizin, başını hafifçe geri atarak, ritme ayak uydurarak haykırıyordun: “Yağ­mur, yağmur… Onun sesini bastıracağım…”

Ama bastıramıyordun.

Masanın üstünde kadife tabutlar gibi duran albümlerden başımı kaldırmış, seni izliyor, fügü ve yağmuru dinliyordum. İçimi her yan­dan, raflardan, piyanonun kanadından, avizenin uzun prizmalarından süzülen ıslak karanfillerin kokusuna benzer bir ferahlık kapladı.

Gümüşsü yağmur hayaletleri ile harelenen ışıltıya parmakların bastırdığında ürperen eğik omuzlarının arasındaki müzikal bağı du­yumsadığımda esrik bir dengelenmiştik duygusu sardı beni. Ve kendi benliğimin derinliklerine çekildiğimde bütün dünya da öyle göründü bana: türdeş, uyumlu, armoni yasalarına bağlı. O anda sen, ben, karanfiller, hepimiz porte üzerinde dikey notalar oluverdik. Evrendeki her şeyin -ağaçların, suyun, senin- özdeş tanecikler arasında farklı farklı titreşim uygunluklan oluşturan bir etkileşimden iba­ret olduğunun ayırdına vardım. Her şey bir, eşit ve kutsaldı. Sen ye­rinden kalktın. Yağmur hâlâ gün ışığını biçmekteydi. Su birikintileri koyu renkli kumlar üzerinde birer delik, yeraltından süzülüp geçen başka gökkubbelere açılan birer menfez gibiydiler. Bir sıranın üze­rinde Danimarka porseleni gibi parlayan raketin unutulmuş duruyor­du; telleri yağmurdan kahverengileşmişti, kasnağı sekizgen biçiminde idi.

Patikaya girdiğimizde alacalı gölgeler ve çürümüş mantar kokusu başımı döndürdü.

Seni güneşin tesadüfen üstüne vurduğu bir andaki halinle anım­sıyorum. Dirseklerin sivri ve solgun, bakışların bulanıktı. Konuşurken küçük elinin kemikli kenarıyla ve ince bileğindeki bileziğin pırıltısıyla havayı yarardın. Saçın eriyerek çevresinde titreşen ışıltılı havayla kaynaşırdı. Sinirli sinirli çok miktarda sigara içerdin. Dumanı her iki burun deliğinden üfleyip, külü bir fiskeyle yana silkerdin. Kumru grisi malikânen bizimkinden beş verst uzaklıktaydı. İçerisi yankılı, tumturaklı ve serindi. Gösterişli bir metropol dergisinde fo­toğrafı çıkmıştı. Hemen her sabah bisikletimin deri selesine atlayıp patika boyunca ormandan, sonra anayol boyunca köyün içinden, der­ken bir başka patikadan rüzgâr gibi geçerek sana gelirdim. Sen koca­nın eylülde gelmeyecek olmasından cesaret alıyordun. Hiçbir şeyden korkumuz yoktu, senin ve benim – ne hizmetkârların dedikoduların­dan, ne de benim ailemin kuşkulanmasından. Her ikimiz de farklı bi­çimlerde kadere güveniyorduk.

Aşkın da sesin gibi biraz pes perdedendi. Göz ucuyla sevdiğin söy­lenebilirdi ve asla aşktan söz etmezdin. Sen suskunluklarına hemen alışılan her zaman ketum kadınlardandın. Ancak, arada bir içinde bir şey patlayıverirdi. İşte o zaman kocaman Bechstein’ın gümbürderdi ya da buğulu gözlerini dosdoğru ileri dikerek bana kocandan ya da onun bölükteki yoldaşlarından dinlediğin son derece gülünç fıkralar anlatırdın. Ellerini anımsıyorum – mavimsi damarlarıyla uzun, solgun eller.

Yağmurun kamçı gibi sakladığı ve senin şaşırtıcı bir ustalıkla piyano çaldığın o mutlu günde aşkımızın ilk haftalarının ardından aramızda belli belirsiz oluşan tanımsız bir şey çözümleniverdi. Benim üzerimde bir gücün olmadığını, sevdiğimin yalnızca sen değil, tüm dünya olduğunu ayrımsadım. Sanki ruhum her yana sayısız duyargalar uzatmıştı ve ben aynı anda hem okyanusun ötesinde, çok uzaklarda gürleyen Niagara Şelaleleri’ni, hem de patikada hışırdayıp tıpırdayan uzun altınsı yağmur damlalarını algılayarak her şeyin içinde yaşıyor­dum. Bir kayın ağacının parlayan gövdesi ilişti gözüme ve ansızın kollarımın yerine küçük ıslak yapraklarla örtülü eğik dallarını, ba­caklarımın yerine toprağın içine büklüm büklüm uzanarak onu emen binlerce narin köküm olduğunu duyumsadım. Tüm doğayla böylece hemhal olmak, süngerimsi sarı alt yüzeyli olgun bir mantar, bir yu­sufçuk ya da güneş küre olmanın neye benzediğini yaşamak istiyor­dum. Öyle mutluydum ki, birden kahkahalarla gülmeye başladım ve boynunla köprücük kemiğinden öptüm seni. Sana bir şiir bile okuya­bilirdim, ama sen şiirden hiç hoşlanmazdın.

Yüzünde cansız bir gülücük belirdi ve “Yağmur sonrası ne hoş,” dedin. Sonra, bir an düşünüp ekledin: “Biliyor musun, şimdi aklıma geldi – bugün çaya davetliyim, şeye, adı neydi… Pal Paliç’e. Sıkıcı adamın biridir. Ama, anlarsın ya, gitmem gerek.”

Pal Paliç’i eskiden beri tanırdım. Birlikte balığa çıkardık ve ansı­zın, durup dururken gıcırtılı tenor sesiyle “Akşam Çanları” şarkısını söylemeye başlardı. Onu pek severdim. Ateşten bir damla bir yaprak­tan dudaklarımın tam üstüne düştü… Sana eşlik etmeyi önerdim.

Ürpererek omuz silktin. “Orada can sıkıntısından öleceğiz. Ne korkunç.” Bileğine bir göz atıp göğüs geçirdin. “Gitme zamanı. Ayakkabılarımı değiştirmeliyim.”

Puslu yatak odanda inik jaluzilerin arasından sızan gün ışığı yer­de iki altın merdiven oluşturmuştu. Pes sesinle bir şeyler söyledin. Pencerenin dışında ağaçlar hoşnut bir hışırtıyla soluklanıp üzerlerin­den sular damlatıyorlardı. Ve ben bu hışırtıya gülümseyerek sana ha­fifçe, tutkusuzca sarıldım.

Olay şöyle gelişti. Irmağın bir kıyısında senin parkın, senin çayırların, karşı kıyıda ise köy vardı. Ana yolda yer yer derin tekerlek izleri oluşmuştu. Çamur canlı bir menekşe moruydu ve tekerlek izlerinin içleri sütlü kahverengi suyla doluydu. Kütüklük kara ağaçların eğik gölgeleri özellikle belirgindi.

Gölgelerin altında sık kullanılan bir patikayı izleyerek yürüdük, bir manavın, levhası zümrüt yeşili bir hanın, buram buram gübre ve taze saman kokan güneşli avluların önünden geçtik.

Okul binası yeniydi, taştan yapılmıştı ve çevresine akçaağaçlar dikilmişti. Okulun eşiğinde bir köylü kadın bezini bir kovaya sıkarken beyaz baldırları parlıyordu.

Sen sordun: “Pal Paliç evde mi?” Çilli, örgülü saçlı kadın güneşe karşı gözlerini kıstı. “Evde, evde.” Topuğuyla ittirdiğinde kova çıngırdadı. “İçeri buyrun, hanımefendi. İşlikte olmalılar.”

Gıcırtılar arasında karanlık bir holden, derken ferah bir derslikten geçtik.

Giderayak gözüm gök mavisi bir haritaya takıldı ve işte bütün Rusya böyle, diye geçirdim içimden – gün ışığı ve çukurluklar. Bir köşede ezilmiş bir tebeşir parçası ışıldıyordu.

Daha ilerde, küçük işlikte hoş bir marangoz zamkı ve çam talaşı kokusu vardı. Ceketsiz, iriyarı ve terli Pal Paliç sol ayağını öne uzat­mış, inildeyen beyaz bir keresteyi iştah kabartacak biçimde planyalamaktaydı. Nemli, çıplak kafası tozlu bir ışık demetinde ileri geri sallanıyordu. Tezgâhın altında, yerde talaşlar cılız saç lüleleri gibi kıvrık kıvrıktılar.

“Pal Paliç, konukların var!” diye seslendim.

İrkildi, anında eli ayağına dolandı, uzattığın eline tanıdık bir ha­reketle son derece kayıtsızca edepli bir öpücük kondurdu, sonra nemli parmaklarını bir an avcumun içine boşaltıp benimle tokalaştı. Sarkık bıyıkları ve şaşılası derin çizgili yüzü tereyağımsı kilden biçim­lendirilmiş gibiydi.

“Kusura bakmayın – görüyorsunuz ya, henüz giyinmedim,” dedi suçlu bir gülümsemeyle. Pencere pervazında yan yana iki silindir gibi duran bir çift gömlek manşetini kapıp alelacele kollarına geçirdi.

“Ne üzerinde çalışıyorsunuz?” diye sordun sen, bileğini bir an ışıldatarak. Pal Paliç elini kolunu savurarak ceketini giymeye çabalı­yordu. “Hiç, yalnızca oyalanıyordum,” dedi tükürükler saçarak ve dudaksıl ünsüzlerde hafifçe dili dolanarak. “Bir çeşit küçük raf. He­nüz bitmedi. Daha zımparalanıp cilalanacak. Ama şuna bir bakın -ona Sinek adını verdim…” Avuçlarının arasında sürterek hız verdiği minyatür bir tahta helikopteri havalandırdı, araç vızıldayarak yüksel­di, sonra tavana çarpıp yere düştü.

Senin yüzünde nazik bir gülücüğün gölgesi görünüp kayboldu. “Ah, ne aptalım!” diye yeniden söze başladı Pal Paliç. “Dostlarım, yukarda bekleniyordunuz. Bu kapı gıcırdıyor. Kusura bakmayın. İz­ninizle önden gideyim. Korkarım odam çok dağınık…”

“Beni davet ettiğini unutmuş galiba,” dedin sen, İngilizce konu­şarak, gıcırtılı basamakları çıkmaya başladığımızda.

Senin sırtını izliyordum, bluzunun ekose ipeğini. Aşağıda bir yerlerden, herhalde avludan, çınlayan bir köylü kadın sesi yükseldi: “Gerosim, hey Gerosim!” Ve ansızın dünyanın yüzyıllardır sırf şu an­da aşağıda çınlayan sesi, senin ipeklere bürünmüş köprücük kemik­lerinin devinimini ve çam kerestelerinin kokusunu birleştirip tek bir dikey akor halinde kaynaştırmak amacıyla açarak, solarak, dönerek değiştiğim kavrayıverdim apaçık.

Pal Paliç’in odası güneşli ama oldukça sıkışıktı. Ortasına sarı bir aslan işlenmiş kıpkırmızı bir halı yatağın üstündeki duvara çivilen­mişti. Bir başka duvarda Anna Karenina’nın çerçevelenmiş bir bölü­mü asılıydı ve öyle düzenlenmişti ki koyu ve açık renkli harflerin di­zilişleriyle satırların ustalıklı yerleşimi Tolstoy’un yüzünün resmini oluşturuyordu.

Ev sahibimiz ellerini ovuşturarak sana yer gösterdi. Bunu yapar­ken ceketinin eteğiyle bir sehpanın üstünde duran bir albüme çarpıp onu yere düşürdü. Albümü yerden kaldırdı. Çay, yoğurt ve birtakım yavan bisküviler çıktı ortaya. Pal Paliç bir büfenin çekmecesinden çi­çekli bir Landrin şekerlemesi kutusu çıkarttı. Öne eğilince yakasının arkasından sivilceli bir deri kıvrımı pırtladı. Pencere pervazındaki bir örümcek ağının ince telleri arasında sarı, ölü bir yabanarısı vardı. Sen bir koltuğun üstünden kayıtsızca almış olduğun bir gazetenin yapra­ğını hışırdatarak ansızın, “Saraybosna nerede?” diye sordun. Pal Paliç bardaklara çay koyarken seni yanıtladı: “Sırbistan’da.”

Ve dumanı tüten gümüş zarflı bardağı eli titreyerek, dikkatle sana uzattı.

“Buyrun. Size bir parça bisküvi ikram edebilir miyim? Hem ne diye bomba atıyorlar ki?” diye sordu bana bakıp omuzlarını sertçe silkerek.

Ben kocaman cam bir kâğıt ağırlığını belki de yüzüncü kez ince­lemekteydim. Camın içinde pembeye çalan bir gök ve altın rengi kum tanecikleriyle nokta nokta bezenmiş Aziz İshak Katedrali bulu­nuyordu. Sen güldün ve yüksek sesle okudun: “Dün İkinci Esnaf Bir­liği üyelerinden Yeroşin adlı bir tüccar Quisisana Lokantası’nda tu­tuklanmıştır. Yeroşin’in yalan vaatlerde bulunarak…” Yeniden güldün. “Yo, gerisi pek yakışıksız.”

Pal Paliç telaşlandı, yüzü kahveye çalan bir kızıllığa büründü ve kaşığını düşürdü. Pencerenin hemen dibinde akçaağaç yaprakları pı­rıldadı. Bir yük arabası takırdayarak geçti. Bir yerlerden kederli, do­kunaklı bir feryat yükseldi: “Dondurmaa !”

Pal Paliç okuldan, sarhoşluktan, ırmakta beliren alabalıklardan söz etmeye başladı. Ben de onu incelemeye koyuldum ve eski tanış ol­mamıza karşın onu gerçekte ilk kez görüyormuşum duygusuna kapıl­dım. İlk karşılaşmamızda bende oluşan imgesi, benimsenip alışkanlığa dönüşmüş bir şey gibi beynime kazınıp hiç değişmeden kalmıştı sanki. Pal Paliç’i ne zaman zihnimde canlandırsam her nedense yalnız koyu sarı bıyıkları değil onlara uyan küçük bir sakalı da varmış gibime gelirdi. Düş ürünü bir sakal pek çok Rus çehresinin karakteristiğidir. Şimdi ona, deyim yerindeyse, içsel gözümle özel bir bakış atınca gerçekte çenesinin yuvarlak, tüysüz ve hafifçe çukur olduğunu gördüm. Burnu etliydi ve sol göz kapağının üstünde seve seve kesip alabileceğim sivilcemsi bir et beni çarptı gözüme – ama bu beni kesmek onu öldürmek olurdu. Tam anlamıyla, benzersiz bir biçimde onu içeriyordu ben. Bunların tümünün ayırdına varıp onu bir bütün olarak inceledikten sonra yokuş aşağı kaymasını sağlamak için ruhu­mu dürter gibi belli belirsiz bir hareket yaptım ve Pal Paliç’in içine süzülüverdim, onun içinde rahatça yayıldım ve adeta içinden kurışık gözkapağının üstündeki o çıkıntıyı, yakasının kolalı uçlarını, kafasının kelinde yürümekte olan sineği duyumsadım. Onun her yanını de­vingen, kuru gözlerle inceledim. Yatağın üstündeki sarı aslan şimdi çocukluğumdan beri benim duvarımda duruyormuş kadar tanıdıktı. Dışbükey camın arkasındaki renkli kartpostal olağanüstü, zarif, keyifli bir şeye dönüştü. Önümde, sırtımın artık benimsediği o alçak hasır koltukta oturan artık sen değil, okulun bir hamisi, hemen hiç ta­nımadığım suskun bir hanımefendiydi. Anında aynı kolaylıkla senin de içine süzüldüm, dizinin üstünde jartiyerinin kurdelesini ve onun hemen üstünde ince patiskanın gıdıklayışını algıladım ve senin yerine, havanın çok sıcak, çok sıkıcı olduğunu, insanın canının sigara çektiğini düşündüm. Tam o anda çantandan altın bir tabaka çıkarttın ve ağızlığına bir sigara taktın. İşte ben her şeyin içindeydim – senin, sigaranın, ağızlığın, beceriksizce kibriti yakmaya çalışan Pal Paliç’in, cam kâğıt ağırlığının, pervazdaki ölü yaban arısının.

Aradan yıllar geçti, ürkek, tombul Pal Paliç’in şimdi nerede ol­duğunu bilmiyorum. Yine de bazen, aklımın ucundan bile geçmezken, onu o andaki yaşantımın mekân ve zamanına aktanlmış olarak düşümde görüyorum. Elinde rengi solmuş Panama şapkası, telaşlı ve güleç, bir odaya giriyor, yürürken eğilerek selam veriyor, kocaman bir mendille kafasının kelini ve pembe ensesini siliyor. Ve ne zaman onu düşlesem sen sırtında düşük belli bir ipek bluzla, tembelce düşümün içinden geçiyorsun.

O olağanüstü mutlu günde konuşkanlığım üstümde değildi. Sütün kaygan kesmiklerini yudumlayıp her sese kulak kabartıyordum. Pal Paliç sustuğunda karnının mırıldanışını duyabiliyordum – hafif bir gıcırtı ve ardından minnacık bir gurultu. Bunun üzerine alayişli bir biçimde boğazını temizliyor ve alelacele herhangi bir konuda konuş­maya başlıyordu. Takılıyor, doğru sözcüğü bulmaya çalışarak kaşlarını çatıp parmaklarıyla masanın üstünde tempo tutuyordu. Sen alçak koltuğa gömülmüş, aldırmaz ve suskun oturuyordun. Başım yana çe­virip sivri dirseğini kaldırarak ensendeki firketeleri düzeltirken kir­piklerinin arasından bana bir bakış atıyordun. İkimiz birlikte geldiği­miz için Pal Paliç’in ilişkimizi anlamış olabileceğini düşündüğümü ve bu yüzden onun yanında tedirginliğe kapıldığımı sanıyordun. Senin böyle sanman beni eğlendiriyordu. Kasıtlı olarak kocandan ve kocanın işlerinden söz ettiğinde Pal Paliç’in hafifçe ve kederle kızarması da beni eğlendiriyordu.

Okulun önünde güneşin sıcak sarısı akçaağaçların altına saçılmıştı. Eşikte Pal Paliç uğradığımız için teşekkür ederek önümüzde eğildi, sonra kapı aralığında durup bir kez daha eğildi ve dış duvarda bir ter­mometre, cam beyazı ışıldadı.

Köyü geride bırakıp, köprüden geçip evine giden yokuşu çıkmaya başladığımızda seni dirseğinden tuttum ve sen mutlu olduğunu gösteren o özel çarpık gülücüğünü patlattın. Birden Pal Paliç’in küçük kırışıklarından, pullarla bezenmiş Aziz İshak Katedrali’nden söz etmek istedim sana, ama daha konuşmaya başlar başlamaz ağzımdan yanlış sözcüklerin döküldüğü, garip şeyler söylediğim duygusuna kapıldım ve sen sevecenlikle, “Gariban,” deyince konuyu değiştirdim. Nelere ihtiyaç duyduğunu biliyordum: basit duygulara, basit sözcüklere. Suskunluğun kendiliğinden ve durgundu, bulutların ve bitkilerin suskunluğu gibi. Her suskunluk bir gizemin kabulüdür. Sende gizemli görünen pek çok şey vardı.

Kabarık gömlekli bir işçi orağını çınlata çınlata, sertçe biliyordu. Bi­çilmemiş uyuzotu çiçeklerinin üstünde kelebekler uçuşuyordu. Omuzlarına açık yeşil bir başörtüsü atmış, koyu saçlarının arasına papatyalar takmış bir genç kız yoldan bize doğru geliyordu. Onu daha önce üç-beş kere görmüştüm ve güneş yanığı ince boynu belleğimde yer etmişti. Kız geçerken hafifçe çekik gözleriyle sana dikkatle baktı. Sonra hendeğin üstünden dikkatle sıçrayarak kızılağaçların ardında gözden kayboldu. Mat dokulu çalıların arasından gümüşsü bir titreşim geçti. Sen, “Bahse girerim, benim parkımda hoş bir gezintiye çıkmış. Bu tatilcilere öyle sinir oluyorum ki…” dedin. Bir av köpeği, yaşlı, şişman bir dişi, sahibinin ardı sıra yolda koşturuyordu. Sen köpeklere bayılırdın. Küçük yaratık karnının üstünde sürünerek, kulakları geriye yapışık, kuyruk sallayarak yanımıza geldi. Uzattığın elinin altında sırtüstü yuvarlanıp sana haritamsı gri beneklerle kaplı pembe göbeğini açtı. “Ay, ne şeker şeysin,” dedin o özel okşayan – tüyleri karıştıran sesinle.

Av köpeği bir süre yuvarlandıktan sonra nazikçe cıyakladı ve hendeği bir koşu aşıp yoluna devam etti.

Alçak park kapısına yaklaştığımızda sen canının sigara çektiğine karar verdin, ama çantanın içini karıştırınca hafifçe dilini şaklattın. “Ne aptalım. Ağızlığımı Pal Paliç’te bırakmışım.” Omzuma dokun­dun. “Hayatım, bir koşu gidip getiriver. Yoksa sigara içemem.” Ben senin kırpışan kirpiklerini ve tutuk gülücüğünü öpüp kahkahayla gül­düm.

Arkamdan seslendin: “Acele et!” Koşmaya başladım – acele et­memi gerektiren bir şey olduğundan değil, yalnızca çevremde her şey -çalıların yanardöner ışıltıları, nemli çimenlerde bulut gölgeleri, çimen biçme makinesinin çakan şimşeği önünde can havliyle kendi­lerini bir hendeğe atan morumsu çiçekler- koşturduğu için.

On dakika kadar sonra kan ter içinde okulun basamaklarını çıkıyor­dum. Kahverengi kapıyı yumrukladım. İçerde bir şilte yayı gıcırdadı. Kapının kolunu çevirdim ama kilitliydi. Pal Paliç’in, “Kim var orada?” diyen telaşlı sesi duyuldu.

“Haydi, aç kapıyı!” diye bağırdım. Şilte yine çıngırdadı ve çıplak ayakların şapırtısı işitildi. “Kapıyı neden kilitledin ki Pal Paliç?” Bunu söyler söylemez gözlerinin kızarmış olduğunu fark ettim.

“Gel, gir içeri… Seni gördüğüme sevindim. Gördüğün gibi, uyu­muşum. Haydi, gir içeri.”

“Burada bir ağızlık unutmuşuz,” dedim bakışlarımı “kaçırarak.

Sonunda yeşil mineli tüpü koltuğun altında bulduk. Onu cebime tıktım. Pal Paliç mendiline sümkürüyordu.

Durup dururken, “O harika bir kadın,” dedi, kendini yatağın üs­tüne atarak. Göğüs geçirdi ve göz ucuyla beni süzdü. “Rus kadınla­rında öyle bir şey var ki, belirli bir…” Yüzü çizgi çizgi kırışıklarla doldu ve alnını ovuşturdu. “Belirli bir…” Ağzından hafif bir homurtu döküldü, “…özveri ruhu. Dünyada bundan daha yüce bir şey yoktur. Olağanüstü incelikli, olağanüstü yüce bir özveri ruhu.” Ellerini başının arkasında kavuşturdu ve yüzüne coşkulu bir gülücük yayıldı.

“Olağanüstü…” Sustu, derken bambaşka bir ses tonuyla, sık sık beni güldürmek için kullandığı tonla sordu: “Pekâlâ, bana başka neler söyleyeceksin dostum?” İçimden ona sarılmak, ihtiyaç duyduğu sımsıcak sözcükleri söylemek geldi. “Yürüyüşe çıkmalısın Pal Paliç. Ne diye havasız bir odada oturup somurtuyorsun?”

Elini, boş ver dercesine salladı. “Görülecek ne varsa gördüm. Dı­şarıda sıcaktan bunalmaktan başka ne yapılır ki…” Şiş gözlerini ve bıyığını sıvazladı. “Belki bu akşam balığa çıkarım.” Gözkapağındaki sivilcemsi et beni seyirdi.

Ona şunları sormak gerekiyordu aslında: “Sevgili Pal Paliç, de­min neden yüzünü yastıklara gömüp yatmıştın? Saman nezlesi mi ol­dun, yoksa büyük bir derdin mi var? Sen hiç bir kadına âşık oldun mu? Hem dışarıda pınl pınl bir güneş ve su birikintileri varken böylesine güzel bir günde neden ağlıyorsun?..”

“Neyse, kaçmalıyım, Pal Paliç,” dedim, kendi hallerine bırakılmış bardaklara, tipografik olarak yeniden yaratılmış Tolstoy’a, masanın altındaki, ilik halkaları kulakları andıran postallara göz gezdirerek.

Kırmızı zemine bir çift sinek kondu. Biri ötekinin üstüne bindi. Vızıldaşıp ayrıldılar.

Pal Paliç soluğunu ağır ağır koyverdi ve “Kırılmak yok!” dedi. “Gülümseyip sineye çekeceğim – git, seni tutmayayım.”

Gene patikada kızılağaçların yanı sıra koşuyordum. Sanki bir başka­sının üzüntüsüyle yıkanmıştım, onun gözyaşlanyla pırıl pırıl olmuş­tum. O gün bugündür pek ender yaşadım böylesi bir mutluluğu: yal­nızca yerlere eğilmiş bir ağacın, delik bir eldivenin, bir atın gözlerinin karşısında… Herhangi bir devinim ya da ışıma nasıl mutlu olursa, öyle bir mutluluktu bu. Bir zamanlar milyonlarca varlığa ve nesneye bölünmüştüm. Bugün birim. Yarın yine bölüneceğim. Evrendeki her şey bu biçimde damıtılıp düzenlenir. Ben o gün bir dalganın te­pesindeydim. Çevremdeki her şeyin tek bir armoninin notaları oldu­ğunun bilincindeydim; içten içe, bir anlığına bir araya gelen seslerin kaynağını ve kaçınılmaz çözülümünü ve dört bir yana dağılan notaların her birinden doğacak yeni akorları da biliyordum. Ruhumun müzik kulağı her şeyi bilip anlıyordu.

Beni bahçenin taşlık bölümünde, verandaya çıkan basamakların önünde karşıladın. Ve söylediğin ilk söz şu oldu: “Ben yokken kocam şehirden aramış; On treniyle geliyor. Herhalde bir şey oldu. Belki de tayini çıkmıştır.”

Bir kuyruksallayan gri-mavi bir rüzgâr gibi kumların üstünde hızla sekmekteydi. Duraklıyor, iki-üç adım sekiyor, yine duraklıyor, birkaç adım daha sekiyor… Kuyruksallayan, elimdeki ağızlık, senin gözlerin, elbisenin üstünde güneş ışığı benekleri… Başka türlüsü ola­mazdı.

“Aklından geçenleri biliyorum,” dedin kaşlarını çatarak. “Birile­rinin ona her şeyi anlatacağını filan düşünüyorsun. Ama fark etmez… Biliyor musun, ben…”

Dimdik yüzüne baktım. Bütün varlığımla, dosdoğru baktım. Se­ninle çarpıştım. Gözlerin, değerli kitaplardaki resimleri korumakta kullanılan incecik ipek kâğıt tabakaları üzerlerinden kaldırılmışçasına duruydular. Sesin de ilk kez duruydu. “Ben neye karar verdim, bi­liyor musun? Dinle. Sensiz yaşayamam. Kocama aynen bunu söyle­yeceğim. Beni hemen boşayacaktır. İşte o zaman, diyelim sonbahara, biz…”

Suskunluğumla sözünü kestim. Sen hafifçe geri çekilince bir ışık beneği eteğinden kumların üstüne kaydı.

Sana ne diyebilirdim? Özgürlükten, tutsaklıktan dem vurup seni yeterince sevmediğimi mi söyleseydim? Yoo, bu çok yanlış olurdu.

Bir an geçti. Bu an süresince dünyada pek çok şey oldu: Bir yer­lerde dev bir gemi denizin dibini boyladı, bir savaş ilan edildi, bir dâ­hi doğdu. An geçip gitti.

“İşte ağızlığın,” dedim. “Koltuğun altından çıktı. Ne oldu biliyor musun? Ben içeri girdiğimde Pal Paliç…”

“Tamam, artık gidebilirsin,” dedin sen. Döndün ve basamakları hızla koşarak çıktın. Camlı kapının kolunu tuttun ama bir an açama­dın. Senin için tam bir işkence olmalıydı.

Tatlımsı ıslaklığın ortasında bahçede bir süre durdum. Sonra ellerimi ceplerime daldırıp evin çevresini dolanan alacalı kumluk boyunca yürüdüm. Ön balkonda bisikletimi buldum. Gidonun alçak kollarının üstlerine eğilerek park yolunda sürdüm. Sağda solda kara kurbağalar vardı. Elimde olmadan birini ezdim. Lastiğin altında “poff etti. Yolun sonunda bir sıra vardı. Bisikleti bir ağaç gövdesine yasladım ve davetkâr beyazlıkta tahtanın üstüne oturdum. Birkaç güne kadar sen­den bir mektup alacağımı, beni çağıracağını, ama sana geri dönme­yeceğimi kurdum. Kuyruklu piyanosuyla, Sanat Dergisi’nin tozlu dilleriyle, yuvarlak çerçeveler içindeki siluetleriyle birlikte evin ha­rikulade, hüzünlü bir uzaklığa doğru süzüldü. Seni yitirmek harikaydı. Camlı kapıyı sertçe çekiştirerek gittin. Ama bir başka sen, coşkulu öpücüklerimin altında soluk gözlerini açarak başka türlü ayrıldın.

Akşama kadar orada öylece oturdum. Tatarcıklar görünmez ipler ta­rafından çekiştiriliyormuş gibi aşağı yukarı zıplıyorlardı. Ansızın ya­kınlarda bir yerde parlayan bir leke ilişti gözüme – senin elbisendi ve sen…

Son titreşimler durulmamış mıydı? Bunun için bir kez daha bu­raya gelmen, yan tarafta bir yerde, görüş alanımın dışında durman, yürüyor, yaklaşıyor olman beni tedirgin etti. Kendimi zorlayarak ba­şımı çevirdim. Gelen sen değildin, şu yeşilimsi başörtülü kızdı – anımsadın mı, hani yolda karşılaştığımız kız? Bir de onun şu komik göbekli av köpeği…

Yaprakların arasındaki boşluklardan geçip gitti ve renkli camları olan küçük bir kameriyeye uzanan köprüyü geçti. Kızın canı sıkılıyor, senin parkında geziniyor, herhalde bir ara onunla tanışırım.

Yavaşça yerimden kalktım, bisikletimi ağır ağır sürerek kıpırtısız parkı geçip anayola, doğruca görkemli bir günbatımına çıktım ve bir dönemecin sonuna doğru bir at arabasını geçtim. Bu tıngır mıngır is­tasyona gitmekte olan arabacın Semyon’du. Beni görünce yavaşça kasketini çıkardı, başının arkasındaki parlak saç tutamlarını sıvazladı ve yeniden başına geçirdi. Oturma yerinin üstünde ekose bir diz örtüsü katlanmış duruyordu. Siyah beygirin gözünde şaşırtıcı bir yansıma çaktı. Hareketsiz pedallarla ırmağa doğru yokuş aşağı uçar­casına indiğimde köprünün üstünden aşağıda avcunda bir balık olta­sıyla plaj kabininin bir uzantısı üzerinde oturan Pal Paliç’in Panama şapkasını ve yuvarlak omuzlarını gördüm.

Frene basıp elimle köprü korkuluğuna tutunarak durdum.

“Hey, hey, Pal Paliç! Oltaya geliyorlar mı?” Yukarıya baktı ve sevimli, içten el salladı.

Gül rengi aynamsı yüzeyin üstünde bir yarasa ok gibi havalandı. Yaprakların yansıları siyah danteli andırıyordu. Pal Paliç uzaktan ba­na sesleniyor, el ediyordu. İkinci bir Pal Paliç kara dalgacıkların ara­sında titreşiyordu. Bir kahkaha savurarak korkuluğun yanından çe­kildim.

Zemini iyice sıkıştırılmış patika üzerinde bir tek sessiz savruluşla kütüklük ağaçların önünden geçtim. Donuk havada asılı inek bö­ğürtüleri uzaklaştı. Bir-iki yaban kuşu gaklayarak havaya yükseldi. Derken, daha ilerde, anayolda, günbatımının uçsuz bucaksızlığında, hafifçe puslu tarlaların arasında, sessizlik.

Vladimir NABOKOV | Sesler

Çeviri: Seniha AKAR

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments