Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Cumartesi, Kasım 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaÖyküÇeviri ÖykülerOtostop Oyunu - Milan Kundera

Otostop Oyunu – Milan Kundera

Benzin göstergesinin ibresi birdenbire sıfıra doğru gitti ve spor arabanın genç sürücüsü arabanın amma da benzin yediğini söyledi. “İnşallah geçen seferki gibi benzinimiz tükenmez,” diye belirtti genç kız (aşağı yukarı yirmi iki yaşındaydı) ve sürücüye bunun daha önce nerelerde başlarına geldiğini anımsattı. Genç adam bundan kaygı duymadığı karşılığını verdi, çünkü onunla birlikte başına gelen her şey onun için bir serüvenin çekiciliğine sahipti.

Genç kız bu görüşte değildi: Bir anayolda ne zaman benzinleri tükense, hep kendisi için ve yalnızca da kendisi için bir serüven oluyordu, çünkü genç adam gizleniyor ve genç kadın da dişiliğin verdiği çekiciliği kötü yolda kullanmak zorunda kalıyordu; el sallayarak bir arabayı durduruyor, kendini en yakın benzin istasyonuna götürtüyor, sonra bir başka ara­bayı durduruyor ve bir kutu benzinle dönüyordu. Genç adam onu arabalarına alan sürücülerin çok antipatik olmuş olmaları gerektiğini, çünkü görevinden bir angaryaymış gibi söz ettiğini belirtti. Genç kız (beceriksiz bir cilveyle) sürücülerin bazen çok sempatik olduklarını, ama yanında benzin kutusu olduğundan ve hiçbir şey yapmaya girişemeden onlardan ayrılmak zorunda bulunduğundan bundan hiç yararlanamadığı karşılığını verdi.

“Domuz,” dedi genç adam. Kız, eğer bir domuz varsa, bunun kendisi değil, o olduğu yanıtını verdi. Arabasında tek başına olduğunda yollarda Allah bilir kaç kadın dur­durmuştu onu! Genç adam arabayı,sürerken, kolunu kızın omzuna attı ve onu alnından nazikçe öptü. Kızın kendisini sevdiğini ve kıs­kandığını biliyordu. Kıskançlık pek hoş bir karakter özelliği değildir, ama aşırıya kaçılmazsa (ve yanında alçakgönüllülük de olursa), bü­tün sakıncalarına karşın, dokunaklı bir yanı vardır kıskançlığın. En azından böyle düşünüyordu genç adam. Yalnızca yirmi sekiz yaşında olduğu için, kendini yaşlı biri olarak görüyor ve bir erkeğin kadınlar üzerine bilebileceği her şeyi bildiğini düşünüyordu. Yanında oturan genç kızda değer verdiği şey, gerçekte, şimdiye değin kadınlarda en ender olarak bulduğu şey, yani saflıktı.

Genç adam yolun sağında beş yüz metre ötede bir benzin istasyo­nu olduğunu gösteren levhayı fark ettiğinde, ibre sıfıra gelmişti bile. Kız gönlünün ne kadar rahatladığını henüz söylememişti ki, genç adam sola sinyal verdi ve arabayı benzin pompalarının bulunduğu toprak sekiye doğru sürdü. Ancak pompaların önünde büyük bir petrol tankeri duruyor ve geniş çaplı bir hortumla pompalan dolduruyordu. “Beklememiz gerekecek,” dedi genç adam ve arabadan indi. “Çok vakit alır mı?” diye bağırdı benzinci çırağına. “Bir-iki dakika,” diye karşılık verdi benzinci. “Biliriz biz bu bir-iki dakikaları,” dedi genç adam. Dönüp yeniden arabada oturmak istiyordu, ama genç kızın öte­ki kapıdan inmiş olduğunu fark etti. “Şöyle bir tur atacağım,” dedi kız. “Nereye gidiyorsun?” diye sordu genç adam, onu kasten güç duruma düşürmek için. Onu tanıyalı bir yıl olmuştu, ama genç kız önünde hâlâ kızarırdı ve onun bu utangaç halinden pek hoşlanıyordu; öncelikle, bu utangaç halleri onu daha önce tanıdığı kadınlardan ayırdığı için, ikinci olarak da, kızın utangaçlığım bile kendisi için değerli kılan evrensel gelip geçicilik yasasından haberli olduğu için.

2.

Genç kız ona bir ağaç kümesi önünde durmasını rica etmek zo­runda kalmaktan (birkaç saat boyunca durmadan araba sürüyordu) nefret ediyordu. Adam, yapmacıklı bir şaşkınlıkla, niçin durması ge­rektiğini sorduğunda, hep kızıyordu. Utangaçlığının gülünç ve modası geçmiş olduğunu biliyordu genç kız. İşinde birçok kez utangaçlığı yüzünden onunla alay ettiklerini ve onu kasten kırdıklarını göz­lemlemişti. Yüzünün kızaracağı düşüncesine kapılır kapılmaz yüzü hemen kızarıveriyordu. Arkadaşlık ettiği kadınların çoğunun başardığı gibi, kendini gövdesinde kaygı tasa duymadan rahat hissetmeyi ar­zu ediyordu. Hatta kendince, özgür bir kendini inandırma yöntemi bulgulamıştı: Her insanın doğuşta tıpkı büyük bir binadaki yüzlerce odadan kendine ayrılmış olan bir tanesini alması gibi milyonlarca mevcut gövdeden birisini aldığını yineliyordu kendi kendine. Demek oluyor ki gövde rastlantısal ve kişisel olmayan bir şeydi; ödünç alınan hazır giysi gibi bir şeydi. Bunu kendine binbir biçimde durmadan yineleyip duruyor, ama böyle hissetmeyi bir türlü başaramıyordu. Şu ruh ve gövde ikiliği ona yabancıydı. Gövdesiyle o denli çok bir aradaydı ki onu kaygı duymadan hissedemiyordu.

Aynı kaygıyı, bir yıldır tanıdığı ve birlikte mutlu olduğu genç adamın yanında bile duyuyordu; hiç kuşkusuz bu mutluluk, adamın onun ruhunu gövdesinden hiç ayırmamasından ve kendisinin de onunla gövde ve ruh bir bütün olarak yaşamasından ileri geliyordu. Mutluluk ikiliğin olmamasındaydı, ancak mutlulukla kuşku arasında öyle pek çok uzaklık yoktur, ve genç kız kuşkularla doluydu. Sözge­limi, aklına çoğu kez daha çekici kadınların olduğu (bunlar kaygı duymuyorlardı) ve bu tür kadınlardan birini tanıyan ve tanıdığını da gizleyemeyen genç adamın günün birinde bunlardan biri için kendi­sini terk edeceği geliyordu. (Elbette, genç adam, bu tür kadınlardan yaşadığı yıllar boyunca yeterince tanıdığını belirtiyor ama genç kız onun sandığından daha da genç olduğunu biliyordu.) Onun tümüyle kendisinin olmasını istiyor ve kendisini bütün varlığıyla ona vermek istiyordu, ama ona her şeyi vermeye ne kadar çok çabalarsa, pek derin olmayan, yüzeysel bir aşkın ya da flört etmenin gerektirdiği şeyleri genç adamdan esirgediği duygusuna da o kadar çok kapılıyordu. Kendisini ciddiliği hafiflikle birleştirememekle kınıyordu.

Ama şimdi kaygılanmıyor ve böyle düşünceleri aklına hiç getir­miyordu. Kendini iyi hissediyordu. Tatillerinin ilk günüydü (bütün bir yıl boyunca düşleyip durduğu on beş günlük tatil), gök maviydi (bütün yıl kaygıyla göğün gerçekten mavi olup olmayacağını merak etmişti) ve genç adam onunla birlikteydi. Adamın, “Nereye gidiyor­sun?” demesi üzerine, yüzü kızardı ve tek bir sözcük söylemeden arabayı terk etti. Anayolun kenarında tam bir yalıtılmışlık içinde bu­lunan benzin istasyonunun çevresini dolaştı; yüz metre kadar ötede (daha sonraları gidecekleri doğrultuda) bir koru vardı. Bu yöne doğru atıldı ve kendim bir huzur duygusuna bırakmış olarak, bir çalının ardında gözden kayboldu. (Sevilen kişinin varlığının verdiği sevinci bile, bütünlüğü içinde, duymak için yalnız olmak gerekir.)

Derken korudan çıktı ve yeniden yolda yürümeye başladı; bulun­duğu yerden benzin istasyonu görünüyordu; koca petrol tankeri git­mişti bile. Spor araba benzin pompasının kırmızı şeridine doğru iler­ledi. Genç kız yol boyunca yürüyor ve zaman zaman da arabanın gelip gelmediğini görmek için arkasına bakıyordu. Sonunda arabayı fark etti; durdu ve meçhul bir arabaya el sallayan bir otostopçu gibi elini salladı. Spor araba fren yaptı ve tam kızın yanında durdu. Genç adam cama doğru eğildi, camı aşağı indirdi, gülümsedi ve “Nereye gidiyorsunuz, küçükhanım?” diye sordu. “Siz Bystrica’ya mı gidiyor­sunuz?” diye sordu kız da cilveli bir gülümsemeyle. “Lütfen binin,” dedi adam, kapıyı açarak. Genç kız bindi ve araba yola koyuldu.

3.

Genç adam kızın keyifli olduğunu görmekten her zaman hoşnut­luk duyuyordu; bu pek sık olmuyordu; kızın oldukça ağır işi (hoş ol­mayan bir ortam ve ücret almadan yaptığı, saatler süren fazla mesa­iler) ve üstelik evde hasta bir annesi vardı. Çoğu kez yorulduğu için, sinirleri sağlam değildi, güven duygusu eksikti ve kendini kolaylıkla korkuya ve iç sıkıntısına kaptırıyordu. Bu nedenle genç adam onun her neşe belirtisini bir ağabeyin sevecen ilgisiyle karşılıyordu. Ona gülümsedi ve “Bugün talihliyim. Beş yıldır araba kullanıyorum, ama böylesine güzel bir otostopçuyu hiç arabaya almadım,” dedi.

Genç kız arkadaşından gelen en küçük iltifatı minnet duygusuyla karşılıyordu; bu duygunun sıcaklığını biraz olsun muhafaza etmek için, “Yalan söylemeyi iyi biliyorsunuz,” dedi.

“Yalancıya benziyor muyum ben?”

“Kadınlara yalan söylemekten hoşlanır görünüyorsunuz,” dedi ve farkında olmadan sözlerine eski kaygısından bir şeyler karıştı, çünkü arkadaşının kadınlara yalan söylemekten hoşlandığına gerçekten inanıyordu.

Kızın kıskançlık nöbetleri çoğu kez canını sıkıyordu, ama bu kez sözlerini kolayca duymazdan geldi, çünkü bu söz ona değil meçhul bir sürücüye yönelmişti. Beylik bir soru sormakla yetindi:

“Canınızı mı sıkıyor bu?”

“Kız arkadaşınız olsaydım canımı sıkardı,” dedi. Sözleri genç adam için incelikli ve öğretici bir mesaj içeriyordu; ancak sözünün sonu yalnızca meçhul sürücüye yönelmişti: “Canımı sıkmıyor, çünkü sizi tanımıyorum.”

“Bir kadın yabancı biri hakkında bir şeyi, kendi erkek arkadaşı hakkındaki bir şeyden her zaman daha kolayca bağışlar.” Bu da genç adamın kıza verdiği incelikli ve öğretici mesajdı.

“Birbirimize ya­bancı olduğumuza göre iyi anlaşabileceğiz demektir.”

Genç kız bu sözdeki örtülü didaktik nüansı anlamamış gibi yaptı ve sözünü yalnızca meçhul sürücüye yöneltmeye karar verdi.
“Birbirimizden birkaç dakika soma ayrılacağımıza göre, neye yarar bu?”
“Neye yaramayacakmış?” diye sordu genç adam.
“Bystrica’da ineceğimi pekâlâ biliyorsunuz.”
“Peki ya sizinle birlikte inersem?”

Bu söz üzerine genç kız gözlerini genç adama doğru kaldırdı ve onun en yürek parçalayıcı kıskançlık saatlerinde kafasında canlandır­dığı gibi olduğunu fark etti. Adamın kendisine (meçhul otostopçuya) karşı takındığı ve kendisini o denli çekici kılan gönül okşayıcı tavır­dan ürküntüye kapılmıştı. Bu nedenle meydan okuyan bir kışkırtıcı­lıkla karşılık verdi:

“Beni ne yapacağınızı çok merak ediyorum?”

“Bu kadar güzel bir kadınla ne yapacağımı çok düşünmem ge­rekmez,” dedi adam çapkınca ve bu kez de sözünü otostopçudan çok genç kıza yöneltir gibiydi.

Bu gönül okşayıcı sözler onun için genç adamı suçüstü yakalamış olmak gibi, ağzından hileyle bir itiraf koparmak gibiydi, kendini ani ve yoğun bir nefret duygusuna kaptırdı ve:

“Kendinizden biraz fazla emin değil misiniz siz?” dedi.

Adam genç kızı inceliyordu: Genç kızın inatçı yüzü büzülmüştü; onun için garip bir acıma duydu ve onun her zamanki bildik yüz ifa­desini (çocuksu ve saf dediği yüz ifadesini) yeniden bulmasını diledi. Ona doğru eğildi, kolunu omzuna attı ve oyuna bir son vermek is­tediğinden yavaşça adını söyledi.

Ama genç kız kendini adamın kolundan kurtardı ve:

“Biraz fazla ileriye gidiyorsunuz!” dedi.

“Afedersiniz küçükhanım,” dedi adam, terslenmiş bir halde. Sonra, tek sözcük söylemeden gözlerini önündeki yola dikti.

4.

Genç kız kendini bu kıskançlıktan ona kaptırdığı kadar çabuk kurtardı. Bütün olup bitenlerin bir oyundan başka bir şey olmadığını bilecek kadar sağduyu sahibiydi; hatta arkadaşını bir kıskançlık nöbeti yüzünden terslediği için kendini biraz gülünç bile buluyordu. Ar­kadaşının bunun farkına varmasını istemiyordu. Bereket versin ki, eylemlerinin anlamını eylem olup bittikten soma değiştirebilmek gi­bisinden mucizevi bir yeteneğe sahipti ve bu yeteneği kullanarak genç adamı kızgınlıktan değil de, gelgeç, yani tatillerinin ilk gününe böylesine uyan bir oyunu sürdürebilmek için terslemiş olduğu hük­müne vardı.

Böylelikle, yeniden, az önce fazla atak sürücüyü terslemiş olan, ama bunu sırf ele geçirilmeyi geciktirmek ve onu daha heyecanlı kıl­mak için yapan otostopçu kimliğine büründü. Genç adama doğru ha­fifçe döndü ve gönül alıcı bir sesle, “Sizi kırmak istememiştim, be­yefendi,” dedi. “Bağışlayın, bundan sonra size dokunmayacağım,” diye sürdürdü sözünü.

Kendisini anlamadığı ve onu arzuladığı anda kendisi olmaya karşı çıktığı için genç kıza kızıyordu adam. Kız rolünü sürdürmekte ısrar ettiği için de, adam öfkesini genç kızın temsil ettiği otostopçudan çıkardı; birdenbire kendi rolünün gerektirdiği kişiliğe büründü: Genç kızın hoşuna gitmek için dolambaçlı bir biçimde söylediği çapkınca sözlerden vazgeçti ve kadınlarla ilişkilerinde, irade gücü, sinizm, kendine güven gibi erkekliğin en kaba yanlarını vurgulayan sert erkeği oynamaya başladı.

Bu rol, genç kız için duyduğu sevecen ilgiyle tümüyle çelişiyor­du. Şu bir gerçek ki, onu tanımadan önce, kadınlara karşı incelikten çok kabaca davranmıştı, ama o zaman bile katı ve şeytani fikirli bir adam olmamıştı, çünkü ne bir irade gücü ne de acımasızlık göstermisti. Bununla birlikte, bu tip bir adama benzemiyorsa da, eskiden, bu tip bir insana benzemeyi çok arzu etmişti. Bu kuşkusuz oldukça naif bir arzuydu, ama elden ne gelirdi: Çocukça arzular yetişkin zihninin bütün tuzaklarından kaçarlar ve kimi zaman yaşlılığın geç dö­nemlerine değin sürerler. Bu çocukça arzu da kendisine sunulan rolde cisimleşme fırsatını yakalamıştı.

Genç adamın alaycı mesafeliği kıza çok iyi uyuyordu; bu mesa­felilik onu kendisinden kurtarıyordu. Çünkü kız, her şeyden önce, kıskançlığın ta kendisiydi. Genç adam yalnızca kapalı çehresini gös­termek üzere baştan çıkarıcılık yeteneklerini sergilemeyi bıraktığı an, kızın kıskançlığı yatıştı. Kendini unutabilir ve rolüne verebilirdi.

Rolü? Rolü neydi onun? Kötü edebiyattan çıkarılmış bir rol. Ara­bayı durdurmuştu, ama şuraya ya da buraya gitmek için değil, direk­siyonda oturan adamı baştan çıkarmak için durdurmuştu; çekicilikle­rinden yararlanmayı ustalıkla bilen adi bir otostopçudan başkası de­ğildi. Genç kız, bu gülünç roman kahramanının kimliğine kendisini de şaşırtan ve büyüleyen bir kolaylıkla bürünüverdi.

Böylelikle birbirlerinin yanındaydılar: bir sürücü ve bir otostop­çu; yani birbirlerini tanımayan iki kişi.

5.

Genç adamın hayatta bulamadığına en çok yerindiği şey, tasasız­lıktı. Hayat yolu acımasız bir kesinlikle çizilmişti: İşi günde sekiz sa­atini almakla kalmıyor, toplantıların ve ev çalışmasının neden olduğu zorunlu sıkıntı da günün geri kalan saatlerine sızıyordu; hatta bu sıkıntı, çok sayıda meslektaşının bakışları altında, hiçbir zaman gizli kalmayan ve birçok vesileyle de dedikoduların ve tartışmaların hedefi olan özel hayatına ayırdığı sınırlı zamana da sızıyordu. İki haftalık tatil bile hiçbir kurtuluş ya da serüven duygusu sağlamıyordu; sıkı sıkıya planlar yapmanın gri gölgesi buraya da düşmüştü; tatil yerlerinin azlığından ötürü, Tatras’taki bir odayı altı ay önceden tut­mak zorunda kalmış ve bunun için de, her yerde var olan ruhu bütün yapıp ettiklerini izlemekten bir an bile geri kalmayan çalıştığı firma­nın sendika komitesinden bir tavsiye mektubu alması gerekmişti.

Sonunda bütün bunları kabullenmişti, ama kimi zamanlar gözle­rinin önüne, bütün bakışlar altında takip edildiği ve hiçbir zaman uzaklaşamadığı bir yolun korkunç görüntüsü geliyordu. Şu anda bu görüntü yeniden belirdi ve garip bir fikir çağrışmayla, düşsel yol onun için arabasını sürdüğü gerçek yolla karıştı; bu garip ve kısa çağrışım onu aniden çılgınca bir davranışa sürükledi:
“Nereye gittiğinizi söylemiştiniz?”
“Bystrica’ya.”
“Peki, orada ne yapacaksınız?”
“Randevum var.”
“Kiminle?”
“Bir beyle.”

Spor araba büyük bir kavşağa yaklaşıyordu. Genç adam işaret levhasını okuyabilmek için yavaşladı; sonra sağa saptı.

“Peki randevunuza gitmezseniz ne olur?”
“Bu sizin hatanız olur ve benimle ilgilenmeniz gerekir.”
“Nove Zamky yoluna saptığımı görmediniz mi?”
“Doğru mu bu? Aklınızı mı kaçırdınız siz!”
“Korkacak bir şey yok! Sizinle ilgileneceğim,” dedi genç adam.

Oyun birdenbire yeni bir nitelik kazandı. Araba yalnızca düşsel hedeften -Bystrica’dan- değil, sabahleyin gitmek üzere yola çıktığı gerçek hedeften de uzaklaşıyordu; yani Tatras’tan ve ayırtılmış olan odadan. Böylece kurmaca yaşantı gerçek yaşantının sınırlarını aşı­yordu. Genç adam hem kendinden hem de hâlâ hiç sapmamış olduğu o acımasız düz yoldan uzaklaşıyordu.

“Ama bana Tatras’a gittiğinizi söylemiştiniz,” dedi kız şaşırarak.
“Gitmek istediğim yere giderim ben, küçükhanım. Özgür bir in­sanım ve istediğimi ve hoşuma gideni yaparım.”

6.

Nove Zamky’ye vardıklarında gece olmaya başlıyordu.

Genç adam daha önce burada hiç bulunmamıştı ve kentin yollarını öğrenmesi biraz vaktini aldı. Yoldan gelip geçenlere otelin nerede olduğunu sormak için birkaç kez durdu. Sokaklar kazılmıştı ve birçok kez yanlış sokaklara saptıktan ve yollarını yitirdikten sonra – kendilerine soru yöneltilen yoldan geçenlere inanılacak olursa- as­lında oldukça yakın olan otele sonunda varmaları bir çeyrek saatlerini aldı. Otelin çekici hiçbir yanı yoktu, ama kentteki tek oteldi ve genç adam da araba sürmekten bıkıp usanmıştı. Kıza, “Beni burada bekleyiniz,” dedi ve arabadan dışarı çıktı.

Arabadan bir kez çıkınca, yeniden kendisi oldu. Birdenbire, hiç mi hiç aklına getirmediği bir yerde kendini bulmak canını sıkıyordu; bunu yapmaya onu hiç kimse zorlamadığı ve doğrusunu söylemek gerekirse bunu kendisi de istemediği için can sıkıntısı daha da artı­yordu. Yaptığı çılgınca davranış için kendisini kınıyordu, ama bir süre sonra artık kaygılanmamaya karar verdi: Tatras’taki oda ertesi güne kadar bekleyebilirdi ve tatillerinin ilk gününü biraz alışılmadık bu­seyle kutlamada da hiçbir kötülük yoktu.

Dumanlı, kalabalık ve gürültülü yemek salonunu geçti ve danış­ma masasını sordu. Ona, merdivenin yanındaki, holün sonunu gös­terdiler; burada anahtarlarla kaplı bir levhanın altında solgun sarı saçlı bir kadın oturuyordu. Güç bela son boş odanın anahtarını elde edebildi.

Genç kız da, bir kez yalnız kalınca, rolünden sıyrıldı. Ama o bu yol değişikliğine kızmış değildi. Arkadaşına öylesine bağlıydı ki, onun yaptığı hiçbir şeyden kuşkulanmıyor ve yaşamının her anını ona güvenle veriyordu. Derken, genç adamın yolculukları sırasında karşılaştığı başka genç kadınların onu, şimdi kendisinin yaptığı gibi, bu arabada beklemiş olduklarını aklından geçirdi. Gariptir ki, bu dü­şünce onu üzmüyordu; gülümsüyordu; bu kez, bu yabancının kendisi olması, güzel bir şey gibi görünüyordu ona. O kadar kıskandığı, şu sorumsuz ve uygunsuz yabancı kadınlardan birisiydi kendisi şimdi. Böylelikle onları yenilgiye uğrattığına, silahlarını eline geçirme fırsatı bulduğuna ve onun da erkek arkadaşına, ona vermeyi henüz başardığı şeyleri, yani hafifliği, tasasızlığı, töretanımazlığı verdiğine inanıyordu. Bütün kadınların yerine yalnızca kendisinin geçebilece­ğini ve böylelikle de sevdiğinin bütün dikkatini (yalnızca kendisinin) üstüne çekip onu tümüyle kendine saklayabileceğini düşününce ilginç bir tatmin duyuyordu.

Genç adam arabanın kapısını açtı ve genç kızı otelin yemek sa­lonuna götürdü. Gürültü patırtının, kirin pasın ve sigara dumanlarının ortasında, bir köşede, boş olan tek masayı fark etti.

7.

“Bakalım şimdi benimle nasıl ilgileneceksiniz?” diye sordu genç kız, kışkırtıcı bir ses tonuyla.
“Bir aperitif alır mıydınız?”

Genç kız alkole pek düşkün değildi; ara sıra biraz şarap içiyor ve porto şarabım çok seviyordu. Ama bu kez mahsus, “Votka,” dedi.

“Mükemmel,” dedi genç adam, “umanm sarhoş falan olmazsı­nız.”
“Peki ya olursam?” dedi genç kız.

Genç adam karşılık vermedi ve garsonu çağırdı, iki votka ve iki biftek sipariş etti. Birkaç dakika sonra, garson iki bardak getirdi ve bardakları önlerine koydu.

Genç adam bardağını kaldırdı ve, “Şerefinize!” dedi.

“Daha esprili bir kutlama bulamaz mıydınız?”

Genç kızın oyununda, onu kızdırmaya başlayan bir şeyler vardı; şimdi yüz yüze otururlarken, onu bir yabancıya dönüştüren şeyin yal­nızca sözleri olmadığını, onun bütün kişiliğinin davranışlarına ve mi­miklerine varıncaya değiştiğini anladı. Çok iyi tanıdığı ve bir çeşit tiksinti duyduğu şu tür kadınlara, yerinilesi bir tıpatıplıkla benziyordu genç kadın.

Bu nedenle (bardağı ileriye uzattığı elinde hâlâ tutarak) kutlama sözünü değiştirdi.

“Pekâlâ, size içmiyorum,” dedi, “ama hayvanların en iyi nitelik­lerini insanların en kötü nitelikleriyle birleştiren sizin türünüze içiyo­rum.”
“Benim türümden söz ettiğinizde, bütün kadınlardan mı söz et­mek istiyorsunuz?” diye sordu genç kız.
“Hayır, yalnızca size benzeyenlerden.”
“Ancak, bir kadını bir hayvana benzetmek bana pek de esprili bir şey gelmiyor.”
“Pekâlâ,” diye karşılık verdi genç adam, bardağını hâlâ ilerde tu­tarak, “o zaman sizin benzerlerinize değil, sizin ruhunuza içeceğim; kabul mü? Kafanızdan karnınıza indiğinde yanıp tutuşan ve karnınız­dan kafanıza tekrar çıktığında sönen ruhunuza.”

Genç kız bardağım kaldırdı.

“Kabul, karnıma inen ruhuma.”
“Küçük bir düzeltme daha yapmak istiyorum,” dedi genç adam, “daha çok ruhunuzun indiği karnınıza içelim.”
“Karnıma,” dedi genç kız ve karnı (onu adıyla andıklarında) bu çağrıya adeta karşılık verdi; genç kız karnının her bir santimini his­sediyordu.

Derken garson biftek getirdi. İkinci bir votka ve soda sipariş et­tiler (bu kez genç kızın göğüslerine içtiler) ve konuşmaları bu garip ve ciddilikten uzak minvalde sürüp gitti. Genç adam arkadaşının ha­fifmeşrep bir kadın gibi davranmayı bu kadar iyi başarmasına gitgide daha çok kızıyordu; bunu böylesine iyi yapabildiğine göre, diyordu kendi kendine, gerçekte kendisi de onlardan biri. Aslında, içine sızmış olan, bir yerlerden çıkıp gelmiş bir başkasının ruhu değildi; genç kızın böylelikle cisimleştirdiği kişi, kendisiydi; ya da en azından varlığının kilit altında tutageldiği ama bu oyun bahanesinin kafesinden çıkardığı parçasıydı. Kuşkusuz bu oyunu oynarken kendini yadsıdığına inanıyordu; ama aslında olan bunun tam tersi değil miydi? Onu kendisi kılan, onu kurtaran bu oyun değil miydi? Hayır, onun karşısında oturan, arkadaşının gövdesini taşıyan bir başka kadın değildi; arkadaşının ta kendisiydi, oydu tamı tamına. Ona gitgide artan bir tiksintiyle bakıyordu.

Ama bu yalnızca tiksinti değildi. Genç kız erkek arkadaşına zih­nen ne kadar yabancı olursa, genç adam fiziksel olarak onu o kadar çok arzuluyordu. Kızın ruhunun yabancılığı dikkatleri onun kadın gövdesine çekiyordu. Dahası, bu yabancılık gövdesini, sanki bu gövde şimdiye kadar onun için yalnızca acıma, sevecenlik, ilgi, sevgi ve heyecan sisi içinde var olmuş gibi; sanki bu sis içinde yitip gitmiş gibi (evet, sanki gövdesi yitip gitmiş gibi!) yeniden bir gövde kılıyordu. Genç adam hayatında ilk kez kız arkadaşının gövdesini gördüğüne inanıyordu.

Sodalı üçüncü votkadan sonra, genç kız kalktı ve cilveli bir gü­lümsemeyle, “Afedersiniz,” dedi.

“Nereye gittiğinizi sorabilir miyim, küçükhanım?”
“İzin verirseniz, işeyeceğim,” dedi ve masaların arasından geçerek restoranın dibindeki kadife perdeye doğru yöneldi.

8.

Genç kız adamı ağzından çıkan bu sözcükle -elbette oldukça za­rarsız ama genç adamın şimdiye değin ondan hiç işitmediği bu söz­cükle- afallatmış olmaktan memnundu. Oynadığı kadının kişiliğini hiçbir şey bu sözcüğün üzerine cilveyle konulan vurgu kadar dile ge­tirmiyordu; evet, memnundu, keyfi yerindeydi; oyun onu büyütüyor­du; ona şimdiye değin hiç duymadığı yepyeni heyecanlar veriyordu; sözgelimi, sorumsuz bir tasasızlık duygusu.

Atacağı her adımda tedirginlik hisseden o, birdenbire tümüyle rahatlamış duyuyordu kendini. Kendini aniden dalmış bulduğu bu başkasının hayatı, edep duygusundan uzak, yaşamöyküsel özellikleri olmayan, geçmişsiz ve geleceksiz, bağlanmasız bir hayattı; görül­medik biçimde özgür bir hayattı. Otostopçu olunca, her şeyi yapabi­lirdi; her şeye izin vardı onun için; her şeyi söyleyebilir, her şeyi ya­pabilir, her şeyi duyabilirdi.

Salonu geçerken bütün masalardan kendisini gözledikleri dikka­tini çekti; bu da tanımadığı yeni bir heyecandı: Gövdesinin ona ver­diği edep dışı zevkti bu. Şu ana değin, göğüslerinden utanan ve on­ların gövdesinde bir çıkıntı yaptıklarını ve görülebilir olduklarını dü­şününce hoş olmayan bir terbiyesizlik duygusuna kapılan on dört ya­şında bir yeniyetme olma kimliğinden kendini hiçbir zaman tümüyle kurtaramamıştı. Güzel olmaktan ve biçimli bir vücuda sahip olmaktan gururlandığı halde, bu gurur edep duygusuyla hemen bastırılıyordu: Kadın güzelliğinin her şeyden önce cinsel kışkırtma gücüyle harekete geçtiğini çok iyi hissediyordu ve bu da onun için hoş olmayan bir şeydi. Gövdesinin yalnızca sevdiği adama hitap etmesini diliyordu: Erkekler sokakta göğüslerine baktığında, ona bu bakışlar yalnızca kendisine ve sevdiğine ait olan en gizli yakınlık duygusunu biraz lekeliyormuş gibi geliyordu. Ama şimdi, otostopçuydu, yazgısı ol­mayan kadındı; kendini aşkının sevecen zincirlerinden kurtarmış ve gövdesinin bilincine yoğun biçimde varmaya başlıyordu. Onu gözle­yen bakışlar kendisine ne kadar yabancı olurlarsa, bu gövde de o ka­dar kışkırtıya kapılıyordu.

Son masanın yanından geçiyordu ki, hiç kuşkusuz insan sarraflı­ğıyla gösteriş yapmak isteyen sarhoş bir adam, ona Fransızca olarak: “Küçükhanım, kaça?” diye seslendi.

Genç kadın bu sözün ne anlama geldiğini anladı. Göğüslerini ile­riye doğru çıkardı ve kalçalarını bir o yana, bir bu yana sallayarak bu anı yoğun biçimde yaşadı ve sonra da perdenin ardında kayboldu.

9.

Garip bir oyundu bu. Gariplik de, sözgelimi, genç adamın meçhul sürücü rolünü çok iyi oynamasına karşın, bir an olsun kız arkadaşında otostopçuyu görmekten kendini alamamasından ileri geliyordu. Gerçekte dayanılmaz olan da buydu. Kız arkadaşının bir adamı baştan çıkarmakla meşgulken görüyor ve bu sahneye katılmanın; kendisini aldatırken (ve ilerde aldatacağı zaman) neye benzeyeceğini, neler söyleyeceğini yakından görmenin hüzünlü ayrıcalığını yaşıyordu. Kız arkadaşının sadakatsizliğine kendisi de bir bahane olmanın çelişkili onurunu duyuyordu.

İşin kötüsü, genç adam onu sevmekten çok ona tapıyordu. Ken­dine hep genç kızın sadakat ve saflık sınırları içinde bir gerçekliği ol­duğunu ve bu sınırların ötesinde hiç var olmadığını söyleyip durmuş­tu, bu sınırların ötesinde o, suyun kaynama noktasında su olmaktan çıkması gibi, kendisi olmaktan çıkardı. Onun bu korkunç sınırı bu kadar doğal bir zarafetle aşışını görürken, öfkesinin kabardığını his­sediyordu.

Genç kız tuvaletten döndü ve “Adamın biri bana, ‘Küçükhanım, kaça?’ dedi,” diyerek yakındı.
“Bunda şaşılacak bir yan yok! Bir fahişeye benziyorsunuz.”
“Bana vız geldiğini biliyor musunuz bunun?”
“O zaman gidin o adamla!”
“Ama burada sizinle olduğuma göre.”
“Onun yanına daha sonra gidebilirsiniz. Gidin de anlaşın onunla.”
“Hoşuma gitmiyor o.”
“Ama bir gecede birkaç adama sahip olmak sizi hiç rahatsız et­mez ki.”
“Niçin etsin? Eğer yakışıklı adamlarsa onlar.”
“Onlara art arda mı, yoksa hepsine bir arada mı sahip olmayı yeğlersiniz?”
“Her ikisini de yeğlerim.”

Konuşma gitgide kabalaşıyordu; kız buna biraz şaşırmıştı, ama karşı çıkmıyordu. İnsan oyunda bile özgür değildir, oyuncu için oyun bir tuzaktır. Eğer yalnızca bir oyun söz konusu olsaydı ve onlar da birbirleri için iki yabancı kişi olsaydılar, otostopçu çoktan kendini ha­karete uğramış hisseder ve çekip giderdi; ama bir oyundan kaçmanın çaresi yoktur. Bir takım, maçın sonundan önce sahadan kaçamaz, sat­ranç tahtasındaki taşlar tahtanın karelerinden dışarı çıkamazlar; oyun sahasının sınırları saptanmıştır. Genç kız, sırf bir oyun söz konusu ol­duğu için, her şeyi kabul etmek durumunda olduğunu biliyordu. Oyun ne kadar öteye götürülürse, oyunun o kadar oyun olacağını ve kendisinin de bu oyunu uslu uslu oynamak zorunda kalacağını bili­yordu. Aklı yardıma çağırıp şaşkına dönmüş ruhunu oyuna mesafe koymak ve onu ciddiye almamakla uyarmak da hiçbir işe yaramıyor­du. Bu bir oyun olduğu için, ruhu korkuya kapılmıyor, kendini savun­muyor ve kendini bir uyuşturucuya bırakır gibi oyuna bırakıyordu.

Genç adam garsonu çağırdı ve parayı ödedi. Sonra, kalktı ve “Gi­delim,” dedi.
“Nereye gideceğiz?” diye sordu kız, anlamamış gibi yaparak.
“Soru sormayı bırak da gel!”
“Benimle nasıl konuşuyorsun böyle!”
“Bir fahişeyle böyle konuşurum.”

10.

İyi aydınlatılmamış merdiveni çıktılar; sahanlıkta, biraz çakırke­yif bir grup adam tuvaletin önünde bekliyordu. Genç adam kolunu uzatıp kızı arkadan kavradı, öyle ki eliyle kızın bir göğsünü avcunun içine aldı. Tuvaletin yanındaki adamlar bunu fark ettiler ve açık saçık sözler fısıldaşmaya başladılar. Genç kız kendini arkadaşının kolundan kurtarmak istedi, ama genç adam ona, “Sakin ol!” diye bağırdı. Adamlar bu durum karşısında hep birlikte bir şamata kopardılar ve genç kıza ağza alınmayacak birkaç laf attılar. Genç adamla kız birinci kata vardılar. Adam odanın kapısını açtı ve ışığı yaktı.

İçinde bir masa, bir sandalye ve bir de lavabo bulunan iki yataklı küçük bir odaydı. Genç adam kapının sürgüsünü itti ve genç kıza doğru döndü. Genç kız adamın karşısında, gözlerinde küstahça bir şehvanilik parıltısıyla, meydan okuyan bir tavırla duruyordu. Genç adam ona bakıyor ve bu şehvet düşkünü yüz ifadesinin ardında, se­vecenlikle sevdiği o bildik yüz çizgilerini keşfetmeye çabalıyordu. Bu aynı objektiften iki görüntüye bakmak gibiydi, birinin arasından öbürünün görüldüğü üst üste konulmuş iki görüntü. Üst üste konul­muş bu iki görüntü ona arkadaşında her şeyin bulunabileceğini, ru­hunun korkunç derecede amorf olduğunu, bu ruhta sadakatsizlik ka­dar sadakatin, masumluk kadar ihanetin, iffetlilik kadar hoppalığın yer alabileceğini söylüyordu. Bu vahşi karışım ona bir çöp yığınında bulunabilecek alacalı renkler kadar iğrenç geliyordu. İki görüntü hâlâ birbirinin içinde görünmeyi sürdürüyor ve genç adam arkadaşı ile öteki kadınlar arasındaki farkın tümüyle yüzeysel bir fark olduğunu, ve arkadaşının, gönlünün ta derinliklerinde, bütün düşünceleri, bütün duyguları, olası bütün kötü yanlarıyla öteki kadınlara benzediğini an­lıyordu. Bu ise gizli kuşkularını ve kıskançlık nöbetlerini doğrulu­yordu. Kimi dış çizgilerin onun kişiliğini dışa vurur gibi bir izlenim yaratması, ona bakan başka bir kimsenin, yani kendisinin kapıldığı bir yanılsamadan başka bir şey değildi. Sevdiği kadın arzularının, soyut düşüncelerinin, beslediği güvenin yalnızca bir ürünüymüş gibi geliyordu ona; oysa, şimdi önünde duran gerçek kadın, insanı umut­suzluğa sürükleyecek kadar başka, insanı umutsuzluğa sürükleyecek kadar yabancı ve çokbiçimliydi. Ondan nefret ediyordu.

“Ne bekliyorsun? Soyunsana!” dedi.

Genç kız cilveyle başını eğdi ve “Gerekli mi bu?” diye karşılık verdi.

Bu sözü söyleyişindeki ton kulağına çok bildik geldi, sanki başka bir kadın bu sözü ona yıllar önce söylemişti, ama artık kim olduğunu anımsamıyordu. Onu aşağılamak istiyordu. Otostopçuyu değil, onu, arkadaşını  Oyun sonunda hayatla karışıyordu. Otostopçuyu aşağılamayı oynamak, artık arkadaşını bir aşağılama bahanesinden başka bir şey değildi. Bunun bir oyun olduğunu unutmuştu. Önünde duran kadından nefret ediyordu. Gözlerini ona dikmişti, derken, cüz­danından elli kronluk bir banknot çıkardı ve onu kıza uzattı.

“Yeter mi?”
Genç kız elli kronu aldı ve “Pek cömert değilsiniz,” dedi.
“Daha fazlasına değmezsin,” diye karşılık verdi genç adam.
Kız kendini genç adama yasladı:
“Bana karşı iyi davranmıyorsun. Daha kibar olman gerek. Biraz çaba harcasana!”
Genç kız kollarını adamın omuzlarına attı ve dudaklarını onun dudaklarına götürdü. Ama genç adam parmaklarını ağzına koydu ve onu yavaşça itti.
“Ben yalnızca sevdiğim kadınları öperim.”
“Peki beni sevmiyor musun?”
“Hayır.”
“Kimi seviyorsun?”
“Seni ilgilendirir mi bu? Soyun!”

11.

Daha önce hiç böyle soyunmamıştı. Utangaçlık, panik duygusu, baş dönmesi, genç adamın önünde soyunduğunda duyduğu (ve ka­ranlıkta gizleyemediği) her şey kayboluvermişti. Onun önünde ken­dinden emin, küstah, ışıklara bürünmüş bir halde duruyordu ve o za­mana değin bilmediği yavaş, kışkırtıcı bir soyunmanın jestlerini böyle birdenbire keşfetmiş olmasına şaşırmıştı. Gözlerini adamın gözle­rinden ayırmadan, giysilerini tutkulu bir tavırla bir bir çıkarıyor ve bu soyunma eyleminin her bir aşamasının tadını çıkarıyordu.

Ama sonra, genç adamın önünde birdenbire çırılçıplak kaldığın­da, kafasından bu oyunun daha fazla sürdürülmeyeceği; üstündeki giysileri çıkarmakla maskesini de çıkarmış olduğu ve çıplak kaldığı düşüncesi geçti; bu da artık kendisi olduğu ve genç adamın şimdi ona doğru bir adım atıp, bir el hareketi, her şeyi silecek ve kendisinden sonra yalnızca en mahrem sevişme anları gelecek bir el hareketi yap­ması gerektiği anlamına geliyordu. Böylelikle onun önünde çıplaktı ve oyun oynamayı bırakmıştı; kendini utanmış hissediyordu ve yü­zünde şimdi gerçekten kendisine ait olan gülümseme, utangaç ve şaş­kın gülümseme belirdi.

Ancak genç adam kımıldamadan duruyordu, oyunu ortadan kal­dırmak için hiçbir jest yapmıyordu. Genç kızın bu denli bildik olan gülümsemesini görmüyor; önünde yalnızca nefret ettiği arkadaşının güzel yabancı gövdesini görüyordu. Nefret şehvet duygularını her türlü duygusallık kılıfından arıtıyordu. Genç kız ona yaklaşmak istedi, ama adam ona, “Olduğun yerde kal, seni iyice görmek istiyorum,” dedi.

Genç adam şimdi yalnızca tek bir şeyi, ona bir fahişeymişçesine davranmayı arzuluyordu. Ama şimdiye değin hiçbir fahişeyle ilişkisi olmamıştı ve fahişeler üzerine edindiği bilgileri de okuduğu kitaplar­dan ve şurdan burdan elde etmişti. Bu nedenle gözünün önüne gelen ilk görüntü, bir piyanonun parlak kapağı üzerinde dans ederi, siyah iç çamaşırlı çıplak bir kadın oldu. Otel odasında hiç piyano yoktu, yal­nızca duvara dayalı ve üstü örtülü küçük bir masa vardı. Genç adam arkadaşına oraya çıkmasını emretti. Genç kız yalvarır gibi bir hareket yaptı, ama adam ona, “Sana para ödedik,” dedi.

Genç kız arkadaşının bakışlarında okuduğu sarsılmaz karar önünde, oyunu sürdürmeye çabaladı, ama artık bunu yapamıyor ve nasıl yapacağını da bilmiyordu. Yaşlı gözlerle masanın üstüne çıktı. Masa ancak bir metreye bir metre boyutlarındaydı ve topaldı; bu ma­sanın üstünde ayakta dururken dengesini yitirmekten korkuyordu.

Ama genç adam bu çıplak gövdeyi önünde dikilir görmekten memnundu ve kızın utangaç güvensizliği adamı daha da buyurgan kılıyordu. Başka adamların da bu gövdeyi görmüş olduklarını ve gö­receklerini aklından geçirdiği için, kızın gövdesini tüm pozisyonlarda ve tüm açılardan görmek istiyordu. Kaba ve şehvet düşkünüydü. Genç kıza daha önce ağzından çıktığını hiç işitmediği sözler söylüyordu. Genç kız direnmek, oyundan kaçmak istiyordu. Onu ilk adıyla çağırdı, ama genç adam kendisiyle böyle senli benli konuşmaya hakkı olmadığını söyleyerek kızı susturdu. Genç kız sonunda çılgına dönmüş bir halde ve gözlerinde yaşlar boyun eğdi. Öne doğru eğildi ve adamın arzusuna göre çömeldi, asker selamı verdi, sonra bir twist numarası yapmak üzere kalçalarını bir o yana, bir bu yana salladı; ama yaptığı ani bir hareketle masa örtüsünü yere kaydırdı ve az daha düşüyordu. Adam genç kızı yakaladı ve yatağa sürükledi.

Onunla cinsel ilişkide bulundu. Genç kız bu talihsiz oyunun so­nunda bitmiş olduğunu, yeniden önceki gibi olacaklarını ve birbirle­rini gerçekten seveceklerini düşününce sevindi. Dudaklarını adamınkine bastırmak istedi, ama genç adam onu itti ve yalnızca sevdiği ka­dınları öptüğünü yineledi. Genç kız hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ama adam ağlamasına bile izin vermedi, çünkü adamın gitgide artan öfkeli tutkusu, kızın sonunda ruhunun iniltilerini boğan gövdesini yavaş yavaş ele geçiriyordu. Kısa bir süre sonra yatağın üzerinde, birbiriyle mükemmel birleşmiş, şehvetten kıvranan ve birbirine yabancı iki gövde vardı. Şimdi olup bitenler, dünyada her şeyden çok korktuğu, her zaman kaygı duyarak kaçınmaya çalıştığı şeydi; duygu ve sevgi olmadan sevişmek. Genç kız yasak sınırı aştığını ve bu sınırın ötesinde bundan böyle en küçük karşı koyma duygusuna kapılmadan ve tam bir ruh birlikteliğiyle ilerlediğini biliyordu. Yal­nızca zihninin uzak bir köşesinde, şimdiye değin böylesine bir zevki, bu seferki kadar yoğun bir zevki duymadığını düşününce bir çeşit dehşet duygusuna kapılıyordu.

12.

Derken her şey bitti. Genç adam kendini kızdan uzaklaştırdı ve yatağın üzerinde asılı duran uzun kordonu çekerek ışığı söndürdü. Kızın yüzünü görmek istemiyordu. Oyunun sona ermiş olduğunu bi­liyordu ama her zamanki ilişkilerinin dünyasına geri dönmeyi hiç mi hiç arzu etmiyordu. Bu dönüşten korkuyordu. Kızın gövdesiyle her türlü temastan kaçınarak, onun yanında karanlıkta yatıyordu.

Bir süre sonra boğuk hıçkırık sesleri işitti; genç kızın eli, çekin­gen çekingen, çocukça bir tavırla kendi eline dokundu. Kız elini geri çekti, tekrar dokundu ve sonra yalvarıp yakaran, hıçkırıklara boğulan ve onu ilk adıyla çağırarak, “Ben benim, ben benim…” diyen buses işitildi.

Genç adam susuyor, kımıldamıyor ve arkadaşının iddiasındaki bilinmeyenin yine bir bilinmeyenle tanımlandığı hüzünlü dayanık­sızlığı gayet iyi anlıyordu.

Hıçkırıklar yerini uzun bir ağlamaya bıraktı; genç kız gene uzun zaman bu, “Ben benim, ben benim, ben benim…” diyen heyecan ve­rici totolojiyi yineleyip durdu.

Derken adam genç kızı avutabilmek için yardıma acıma duygu­sunu çağırdı (bu duyguyu uzaktan çağırması gerekmişti, çünkü elinin altında, yakınlarda hiçbir yerde yoktu). Önlerinde hâlâ on üç günlük bir tatil vardı.

Otostop Oyunu – Milan Kundera

Çeviri:    Serdar Rıfat KIRKOĞLU

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments