Ekzistansiyalizm Bir Hümanizma Mıdır?
Bu konuşmamda Ekzistansializmi kendisine yöneltilen bir sürü yermelere, kınamalara karşı savunacağım. Bunlardan birincisi ekzistansiyalizmin, insanları bir umutsuzluk dalınca (seçkincilik -kietizm) içinde kalmaya çağırdığıdır. Bütün çözüm yolları tıkalı bulunduğuna, bu bakımdan şu dünyada her eylem boş olduğuna göre, insan sonunda salt gözlemci bir dünya görüşüne saplanırmış -ki bu da ayrıca bir lüks tutum olarak insanı bir burjuva felsefesine götürürmüş. Bu yermeler özellikle komünistlerden geliyor.
Öte yandan biz insanoğlunun hep kötü yanını belirtiyor, çirkini, kuşkuluyu, boğuntuluyu gösteriyor, bir sıra gülen güzelliklere, insan doğasının aydınlık yanlarına yan çiziyormuşuz. Örneğin Katolik eleştirmen bayan Mercier’ye göre çocuğun gülüşünü unutuyormuşuz.
Her iki çeşit yermeğe bakılırsa biz insanca dayanışmaya değer vermeyerek insanın tekliğini, yalnızlığını öne almışız. Bu da daha çok -komünistler böyle diyor- çıkış noktası olarak öznelliği (bencilliği) almamızdan geliyormuş, yani Cartesien ilkeyi (düşünüyorum öyleyse varım) benimsememizden. Başka bir deyişle bu “insan yalnızlığı içinde kendine geldiğinde” demek olduğundan bu çıkış noktası bizi Ben dışında kalan, “Cogito” ile erişilemeyecek olan insanlarla dayanışıp destekleşmekten alıkoyuyormuş.
Hıristiyanlarca yerilmemizin bir sebebi insanların giriştiği işlerin gerçekçilik ve ciddiliğini sözde yadsımamızdır. Öyle ya, Tanrı buyruklarını ve sonsuzlukta yazılı değerleri hiçe sayarsak, insanı başıboş koyvermiş olur, her kişiyi canı ne isterse yapmakta serbest bırakarak, kimsenin kendi bulunduğu yerden elin tutumunu kınamasına, yargılamasına yer bırakmamış oluruz.
İşte bu gibi yermelere bugün cevap vermeye çalışacağım. Onun için de bu konferansa “Ekzistansiyalizm bir hümanizma mıdır?” adını koydum. Birçokları hümanizmanın burda işi ne diye düşünüp şaşacaklar, ama sabredip amacımızı bir anlasınlar. Her şeyden önce şunu söyleyelim ki bizce ekzistansiyalizm insanın yaşayışını mümkün kılan bir öğreti olup, her gerçeğin, her eylemin bir çevreyi, bir de benliği içerdiğini söyler. Bilindiği gibi, bize yöneltilen başlıca yerme, insan hayatının kötü yanını abartmak, belirtmektir. Son günlerde bana bir küçük fıkra anlattılar. Bir bayan sinirli bir halinde ağzından çirkin bir söz kaçırınca yanındakilerden özür dileyerek söylenmiş: Ben de ekzistansiyalist mi oluyorum ne?
Fıkradan anlaşıldığı gibi ekzistansiyalizm çirkinlikle bir tutuluyor, bu bakımdan bize bir de “natüralist” adı takılıyor. Tutalım ki öyleyiz, yani natüralistiz, ama bizim asıl natüralistlerden daha çok yadırganmamıza, öfke uyandırmamıza ne demeli? Emile Zola’dan örneğin bir “Toprak”ı kolayca yutup sindiren biri ekzistansiyalist olduğu söylenen bir roman okudu mu midesi bulanıyor.
Ulusların gerçekte hep üzgünç olan bilgeliğinden kendisi için rahatça yararlanan biri, bizi onlardan da daha üzünçlü (hüzün ve keder verici) buluyor. Oysa halk hikmetlerinden olan “insana en yakını yine kendisidir” ya da “Uşağı kral yap da seni uşak yerine koysun” gibi sözlerden daha hayal yoksulu ne olabilir? Halkların bilgeliği denilen şeyler hep buna benzer beylik özdeyişlerdir. Bunlara göre: Yerleşik güçlere karşı koymamalı, akıntıya kürek çekmemeli, çizmeden yukarı çıkmamalı, geleneğe uymayan her davranış abestir, romantiktir, sınanmış kurallara dayanmayan her girişim başarısız kalır, yaşantımız insanların hep geriye, aşağıya doğru ağır bastığını, onlar sıkıca tutulmazsa anarşi doğacağını gösterir vb… Gel gör ki, bu zavallı hikmetleri ağızlarında sakız edenlere az çok bir davranışı haber verecek olsanız “insan hali” deyip geçerler. Bir yandan açık saçık türkülere bayılır, bir yandan da ekzistansiyalizmi karamsarlık, kötümserlikle suçlarlar. Öyle ki hep kendi kendime sorasım gelir: Bu insanlar sakın ekzistansiyalizmin kötümserliğinden daha çok iyimserliğine kızmasınlar? Size açıklayacağım öğretide ürkütücü olan, onda insanlara bir seçme payı bırakılmış olması mıdır acaba? Bunu anlamak için konuyu sıkı fılozofık alanda bir daha gözden geçirelim.
Ekzistansiyalizm Nedir?
Bu sözcüğü kullananların çoğu gerçekte ne dediğini bilmiyor, açıklamak isteyince şaşırıyor, çünkü ekzistansiyalizm şimdi moda olmuştur, sıkılınca filan ressam ya da filan müzikçi ekzistansiyalisttir deyiveriyorlar. “Chartres”ın küçük bir fıkracısı yazısının altına “Ekzistansiyalist” diye imza atıyor. Gerçekten kelime bugün öylesine genişleyip yaygınlaşmıştır ki anlamı belirsiz olmuştur. Görünüşe bakılırsa, ortada SÜRREALİZM’e benzer öncü bir öğreti, akım bulunmamasından ötürü, bütün skandal ve serüven düşkünü insanlar dört elle bizim felsefeye sarıldılar, oysa bu felsefe onların işine yarayacak hiçbir şey getirmemektedir. Gerçekte ekzistansiyalizm en az coşku verici, en sıkı bir öğretidir – Hem de filozoflar için bir öğreti.
Ama bu onun tanımlanması, anlaşılması zor olduğu demek değildir. Güçlüğü, karışıklığı doğuran iki çeşit ekzistansiyalizm bulunmasıdır: 1- Hıristiyan ekzistansiyalistler. Bunlar arasında Alman Karl Jaspers ile katolik Fransız Gabriel Marcel vardır. 2- Tanrıtanımaz (Ateist) ekzistansiyalistler. Bunlar arasında da, Alman Heidegger ile kendimi saymaktayım. Bunların ortaklaşa inançları şudur: Varoluş (Existence) öz (Essence) den önce gelir. İsterseniz buna kalkış noktası olarak benliği almak da diyebilirsiniz. Bu ne demek oluyor öyleyse, bu deyimden ne anlamalıyız? Bir yapımı (mamülü), sözgelimi bir kitap ya da kağıt bıçağını ele alalım. Bu nesne bir emekçi eliyle yapılmıştır, demek ki belli bir kavrama, bir yönteme, bir tekniğe göre çalışan bir zanaatçı eliyle. Zanaatçı işe başlarken kafasında hem kağıt bıçağı kavramı, hem de önceden bildiği bir üretim tekniği vardır. Kağıt bıçağı böylece hem belli bir şekilde üreten, hem de belli bir işe yarayan nesne olarak ortaya çıkar. Yaptığının neye yaradığını bilmeden kağıt bıçağı yapan bir adam düşünülemez. Öyleyse diyebiliriz ki, kağıt bıçağı ile ilgili öz (essence) -onun yapımını sağlayan yöntemler ve tekniklerle belirlenen özellikler- varoluştan (Existence) önce gelir. Bir kitabın ya da bir kağıt bıçağının bana karşı varoluşu bu şekilde belirlenmiş (determine) olur. İşte burada nesnelerin teknik görünüşü ile karşı karşıyayız ve diyebiliriz ki, üretim üretilenden önce gelir. Bir Yaradan = Tanrı kabul edersek onu yüce bir zanaatçıya benzetebiliriz. Hangi teoloji öğretisini benimsemiş olursak olalım, -ister Descartes’inkini, ister
Leibniz’inkini-, Tanrısal istemin (irade) Tanrısal aklın ardından geldiğini ya da hiç değilse onunla birlikte gittiğini düşünmek zorundayız, yani Tanrı yarattığını kesin olarak önceden bilir.
Buna göre, insan kavramı Tanrı’nın ruhunda ne ise kağıt bıçağı da emekçinin kafasında o olmuş olur, yani emekçi nasıl bıçağı bir tanım ve yönteme, bir tekniğe göre yapıyorsa Tanrı da insanı bir kavrama ve tekniğe göre yaratır demek oluyor. Böylece insan tanrısal akılda (önceden) bulunan belirli bir kavramı gerçekleştirmiş sayılır. 18. Yüzyılın Tanrıtanımaz filozofları Tanrı kavramını atmışlar, ama özün varlık tan önce geldiği düşüncesini alıkoymuşlardı.
Bu düşünceye her yanda yeniden rastlamaktayız: Diderot’da, Voltaire’de hatta Kant’ta. İnsanın (kendinden önce) bir insanlık doğası vardır. Bu insan doğası, -ki insanın kavramı demektir-, bütün insanlarda bulunur. Şu halde her insan genel “insan” kavramının özel bir örneği demek olur. Kant’ta bu genellik (evrensellik)den şu sonuç çıkıyor ki, bir orman adamıyla bir burjuva aynı kavramın içine girmekte, aynı temel özellikleri, nitelikleri paylaşmaktadır. Böylece yine burada da insanın özü (Essence) doğada rastladığımız tarihsel varlığından (Exsistence) önce geliyor.
Benim de temsil etmekte bulunduğum Tanrıtanımaz Ekzistansiyalizm daha tutarlıdır. Der ki, eğer Tanrı yoksa, hiç değilse, bir varlık vardır ki, onda existence essence’den önce gelir, bir varlık ki, herhangi bir kavramla belirlenmeden önce varolmuştur. İşte bu varlık insan ya da Heidegger ağzıyla söylersek, insan gerçekliğidir. Varoluşun özden önce geldiği burada şu demektir: İnsan ilkin varolur, kendiyle karşılaşır, dünyada ortaya çıkar da, ancak ondan sonra kendi kendini tanımlar, özünü ortaya kor.
Ekzistansiyalistin anlayışı ile, insan önceden tanımlamaz, çünkü o başlangıçta hiçbir şey değildir, o ancak sonradan, gelişmesinin ikinci evresinde bir şey olacak, kendini nasıl yaparsa öyle olacaktır. Onu tasarlayacak bir Tanrı bulunmadığına göre, demek ki, bir insan doğası da yoktur. İnsan kendini nasıl anlıyorsa öyledir, hatta yalnız öyle değil, nasıl olmak istiyorsa, varoluştan sonra kendini nasıl görüyorsa, bu varoluşa doğru atılıştan sonraki kişiliğinin nasıl olmasını istiyorsa öyledir.
İnsan kendi kendini nasıl yaptıysa öyledir; başka türlü değil! Ekzistansiyalizmin ilk temel kuralı budur: Öznellik (Subjectivite) denilen şey budur; bizim başımıza kakılan da bu! Oysa bununla söylemek istediğimiz insanın taştan ya da masadan daha büyük bir önem, bir onur taşıdığından başka bir şey değildir. Demek istiyoruz ki, insan ilkin varolur, yani geleceğe doğru atılan, gelecekte plan kuran bilinçli bir varlık olarak ortaya çıkar.
İnsan ilk başta öznel olarak yaşayan bir taslaktır. (Entwurf): bir köpük, bir çürüntü, bir karnıbahar yerine bir insan taslağı! Bu taslağı hazırlayan hiç kimse yoktur, gök boştur, insan nasıl olmayı tasarladıysa ilkin odur, yoksa olmak isteyeceği değildir. Çünkü istemek kelimesinden anladığımız, öyle bilinçli bir karar vermedir ki, çoğumuz için, ancak kendimizden, kendimizi ne yapmışsak ondan sonra söz konusu olabilir. Ben bir partiye katılmayı, bir kitap yazmayı, evlenmeyi isteyebilirim. Bütün bunlar istem (irade) denilen daha köklü, daha kendiliğinden (spontane) bir seçimin işidir.
Eğer varoluş özden önce geliyorsa bundan şu sonuç çıkar: İnsan ne ise ondan sorumludur. Böylece ekzistansiyalizmin ilk işi her insanı varlığına sahip kılmak, bütün sorumluluğu kendi omzuna almasını sağlamak oluyor. Ama insan kendinden sorumludur, dediğimizde kastımız, onun özel kişiliğinden sorumlu olduğu değildir, bütün insanlardan sorumlu bulunduğudur.
Düşmanlarımız öznellik kelimesinin çifte anlamından kahpece yararlanıyorlar. Öznellik, bir yandan bireysel özneyi kendi kendine seçmek demekse, bir yandan da insanın insanca öznelliği (sübjektifliği) aşamayacağı demektir. Ekzistansiyalizmin daha derin anlamı bu ikincide saklıdır. İnsan kendini seçer dediğimizde her birimizin yalnız kendini seçtiğini değil, aynı zamanda bütün insanları da seçtiğini söylemek istiyoruz. Gerçekte hiçbir edim ve eylemimiz yoktur ki, yalnız kendi olmak istediğimizi değil, aynı zamanda kafamızda istediğimiz bir insan tasarımını yaratmamış olsun! Şunu ya da bunu seçmek demek, seçtiğimizin değerini bilmek,onamak demektir, çünkü asla kötüyü (kötü sandığımızı) seçmeyiz! Seçtiğimiz hep iyidir. Herkes için iyi olmayan bizim için de iyi olamaz. Şu halde:…
İNSAN KENDİNİ SEÇERKEN BÜTÜN İNSANLARI DA SEÇER!
Ayrıca, varoluş öz den önce geldiğine göre ve biz tasarladığımız biçimde varolmak isteyince bu tasarı herkes için ve bütün çağ için geçerlik kazanır. Böylece sorumumuz sandığımızdan daha büyük olur, çünkü o bütün insanlığı bağlar. Ben bir işçi olarak komünist olacak yerde bir Hıristiyan sendikasına girmeyi yeğ bulacak olursam, bu girişle göstermek isterim ki: Gönül alçaklığı, tevekkül insana yaraşan temel çözümdür. İnsan için bu dünyada saltanat yoktur. Böylece yalnız kendim için karar vermiş olmam, herkes için gönül alçaklığını salık vermiş, kendi davranışımla bütün insanlığı bağlamış olurum.
Büsbütün bireysel bir olayı örnek alalım, diyelim ki ben evlenerek çocuk yapmak istedim. Bu karar tamamıyla kendi özel durumum, cinsel arzum ya da tutkum ile ilgili olsa bile, bununla yalnız kendimi bağlamış olmam, monogami yolunda bütün insanlığı görevlendirmiş olurum. Bununla da hem kendim, hem de herkes için sorum yüklenmiş, seçtiğim insan için belirli bir figür, bir hayal yaratmış olurum. KENDİMİ SEÇERKEN İNSANI SEÇMİŞ OLURUM.
Bu olay tedirginlik, bırakılmışlık, umutsuzluk gibi göz dolduran kelimelerin altında ne saklı bulunduğunu anlamamıza yardım eder.
Göreceksiniz ki bu çok kolaydır. İlkin soralım:tedirginlik nedir? Ekzistansiyalist “insan tedirginliktir” demekten hoşlanır. Anlamı şudur: Kendini bağlayan, kendine hesap, veren insan, yalnız kendini seçen değil, kendisiyle birlikte bütün insanlığı seçen, bir yasa koyucu olduğunu bilen insan, tam ve derin bir sorumluluk duygusundan sakınamaz.
Birçoklarının tedirginlik duymadığı doğrudur, ancak biz onların tedirginliklerini gizlediklerini, ondan kaçtıklarını iddia ediyoruz. Birçoklarının davranışları ile yalnız kendilerini bağladıklarına inandıklarına şüphe yoktur. Onlara “Herkes sizin gibi yapacak olsa ne olur?” diye sorulacak olsa omuz silkerek “Herkes öyle yapmaz ki!” diye karşılık verirler. Aslında biteviye sormak gerek: Herkes öyle yapacak olsa ne olurdu? böyle tedirginlik edici bir sorudan kurtulmak için insanın gerçekten bir çeşit kötülük yapmayı istemesi gerekirdi.
Yalan söyleyerek: Herkes öyle davranmaz ki! diyenin vicdanı muhakkak ki temiz değildir, çünkü yalan olayı kendinde, sonradan ona yükletilen, genel bir değer taşır. tedirginlik örtünse de yine ortaya çıkmaktan sakınamaz, Kierkegaard’ın “İbrahim peygamberin korkusu” dediği şey budur. Hikayeyi bilirsiniz. Bir melek gelip İbrahim’den oğlunu kurban etmesini ister. Gelenin gerçekten melek olduğunu bilince mesele yok, ama herkes ilkin kendi kendine sorar: O gerçekten melek midir, ben de Tanrının seçtiği İbrahim miyim? Bunun böyle olduğunun kanıtı nedir?
Bir zaman bir ruh hastası kadın varmış ki, sanrılar, birsam görüyormuş. Sözde ona telefonla emirler veriliyormuş Doktor sormuş: “Peki, seninle konuşan kim acaba?” – “Tanrı olduğunu söyledi.” Onun Tanrı olduğuna kadın nasıl inanıyordu? Bana bir melek gelse, onun melek olduğuna beni kim inandırabilir? Kayıptan sesler duysam onun Cehennemden, altbilinçten, ya da herhangi başka bir patolojik halden değil de, gökten, Tanrı’dan geldiğini kim tanıtlayabilir? O seslerin doğrudan doğruya bana yöneltilmiş olduğu ner-den belli? Bana kim ispat eder ki, insan üzerine düşünüş ve seçişimi insanlığa dayatmak için Tanrı parmağı beni imlemektedir? Bütün bu sorulara kandırıcı bir cevap bulmak için elimde ne kanıt var, ne tanıt! Bana öyle kayıptan bir ses gelse, bunun bir melekten olup olmadığına karar vermek, demek ki yine bana düşecek. Bir eylemin iyi olduğuna hükmedersem, bunun kötüye bakarak iyi olduğuna hükmeden yine benden başkası olamaz. Beni İbrahim olarak belirleyen hiçbir şey olmasa da, ben yine her an örneklik hareketler yapmak zorunda olduğumu açıkça duyarım. Sanki bütün insanlık gözünü tek bir kişinin üstüne dikmiş de, o ne yaparsa kural edinmeye karar vermiştir! Böylece her insan daima kendine sormak zorundadır: Ben gerçekten davranışı insanlığa kural olacak bir adam mıyım? Bunu sormayan tedirginliğini, korkusunu saklıyor demektir. Burada söz konusu olan tedirginlik kiyetizme, tembelliğe vardıran tedirginlik değildir. Buradaki sorumluluk taşıyan herkesçe bilinen yalınç tedirgidir.
Diyelim ki bir komutan bir saldırı emri almış, dolayısıyla bir sıra askeri ölüme yollamak için sorum yüklenmiştir. O bu işi yapmayı kendi istemiş, hem de tek başına bir seçim yaparak kararını almıştır. Gerçi yukarıdan gelen emir elindedir, ama o pek geniş çerçeveli olduğundan komutanın omuzuna bir yorum görevi düşmektedir. On, on dört, yirmi gencin hayatı bu yorumun isabetine, ya da isabetsizliğine bağlıdır. Onun bu karar verme anında belli bir tedirginlik, bir korku duymaması oluşlu değildir. Bütün önderler bu tedirgiyi tanır, ama bu onları hareketten alıkoymak şöyle dursun, onları dürter ve iter, çünkü hareketlerinin asıl nedeni ve koşulu budur. Bu tedirgi onları birçok olanakları bir arada gözden geçirmeye zorlar ve bir şıkka karar verdikleri an eş şıklar arasında tek değer taşıyanı o olur. Ekzistansiyalistin kullandığı tedirgi işte bu türden bir korkudur. Açıklama ilerledikçe görülecektir ki, bu tedirginlik bağladığı başka insanlara karşı duyulan araçsız sorumluluğun bir sonucudur. tedirginlik bizi eylemden ayıran bir yerde değil, eylemin bir parçasıdır. Biz bırakılmışlıktan, atılmışlıktan (Heidegger için önemli olan bu deyimden) sözettiğimiz zaman demek isteriz ki: “Tanrı yoktur” yargısından bütün mantık sonurgularını çıkarmak gerek. Ekzistansi-yalist Tanrıyı elden geldiğince az kayıpla ortadan kaldırmak isteyen belli bir laik ahlak öğretisi ile sert çatışma halindedir.
1880’e doğru Fransız profesörleri bir laik ahlak kurmaya çalışırken aşağı yukarı şöyle diyorlardı: Tanrı gereksiz ve pahalı bir varsayımdır, onu ortadan kaldıralım. Ama bir doğruluk, bir topluluk, burjuva düzenli bir d ü n y a olabilmesi için bazı değerlerin ciddiye alınması ve önsel olarak kabul edilmesi gerekir. Doğru ve sözünde durur olmak, yalan söylememek, karısını dövmemek, çocuk dünyaya getirmek vb. vb. önselce kabul edilen ödevlerden olmalıdır. Şu halde küçük bir zahmeti göze alıp bu değerlerin her şeye karşın yerinde kaldığını, Tanrısız da olsa soyutça tasarlanan bir gökte yazılı bulunduğunu gösterelim. Başka bir deyişle ki bu, sandığıma göre Fransa’da kökencilik (Radikalizm) denen şeyin düşünce yönüdür-, Tanrı’nın olmaması hiçbir şey değiştirmez; biz doğruluk, insancılık, ilerleme… gibi kavramların normlarını yine bulacak, Tanrıdan kendi kendine ölüp gidecek, zamanaşımına uğramış bir varsayım yapmış olacağız.
Ekzistansiyalist ise şöyle düşünür: Tanrının olmaması tedirgin edici, bunaltıcı bir ruh hali yaratır, çünkü Tanrının ortadan kalkması ile gökte değerler arama olanağı da yok olmuş olur. Artık önsel iyi kavramı olamaz, çünkü onu bizim yerimize düşünecek sonsuz ve yetkin bir bilinç kalmamıştır. İyi, artık hiçbir yerde yazılı değildir – Doğru, dürüst olmak, yalan söylememek buyrukları da öyle. İnsanların yapayalnız bulunduğu yeryüzünde kendi başımıza kalmışızdır.
Dostoyevski: “Tanrı olmazsa yapılması yasak hiçbir şey de kalmaz” demişti. Ekzistansiyalizm işte bu noktadan kalkmaktadır.
Doğru, Tanrı olmazsa her şeyi yapmak caizdir, çünkü bırakıl mışlığı içinde artık insanın ne kendinde, ne de dışarıda sarılıp tutunacağı bir dal kalmamıştır. Hiçbir özrü, mazereti de yoktur. Varoluş özden önce geliyorsa, önceden belirli sağlam bir insan doğasına dayanarak hiçbir açıklama yapılamaz. Başka bir deyişle yargı, kader yoktur, insan hürdür, insan hürlük demektir.
Öte yandan, Tanrı olmayınca davranışımı dışarıdan doğrulayacak değerler ve buyruklar da yok demektir. Böylece ne önümüzde, ne ardımızda -Değerlerin ışıklı ülküsünde- hiçbir haklı çıkma ve mazur görme olanağı kalmamıştır. Hiç mazeretsiz olarak ve yapayalnız bulunmaktayız. Aşağıdaki sözlerle belirtmek istediğim işte bu düşüncedir:
İnsan hürdür, hür olmaya mahkumdur, çünkü o kendini kendisi yaratmış değildir. Öte yandan yine hürdür, çünkü bir kez yeryüzüne atılmış olarak, yaptığı her şeyden sorumludur.
Ekzistansiyalist, tutkunun amansız gücüne inanmaz, kabul edemez ki, güzel bir tutku insanı sakınılmaz bir şekilde belirli eylemlere sürükleyen coşkun bir ırmaktır, bundan ötürü de insanın tutumu için mazeret sayılır! O düşünür ki, insan tutkusundan sorumludur. Ekzistansiyalist, insanın şu dünyada hareketine yön verip yol gösterecek bir im, bir işmar bulunabileceğine de inanamaz, çünkü insanın her im ve işmarı yine kendi keyfine yorumlayacağını bilir, bilmekle de, insanın hiçbir yandan yardım ve destek bulmaksızın, her an insanı bulup çıkarmaya mahkum olduğuna inanır. Ponge güzel bir yazısında şöyle diyor: “İnsan insanın geleceğidir.” Bu pek doğrudur, ama hemen yanlış olur, eğer bu gelecek Tanrının görüp gözettiği bir göksel gelecek olarak düşünülürse; çünkü o zaman bu bir gelecek bile olmaz! Ama bu söz, meydana gelen insanoğlu nasıl olursa olsun, biçim vereceği bir gelecek, el sürülmemiş bir gelecek bulacağı anlamına kullanılıyorsa, işte o zaman doğrudur. Doğrudur ama, o zaman da insan tamamıyla kendi başına bırakılmış demek olur.
Bu bırakılmışlığı daha iyi kavramamız için size öğrencilerinden birinin başına geleni örnek göstereceğim: Bu gencin annesi (Hem de ayrıca işbirlikçi olan) babasıyla bozuşmuş, ayrı yaşamakta idi. Oysa, ağabeyi de Almanların 1940 saldırısında şehit düşmüştü. Küçük kardeş şimdi büyüğün öcünü almak ateşiyle yanıyordu. Biricik oğlu ile yaşayan anne, kocasından ve şehit oğlundan gelen bütün acısını onda avutuyordu.
İşte bu delikanlı ikircikli bir durum karşısında bocalıyor, vicdanına daha elverişli gelecek kararı bir türlü bulamıyordu. İngiltere’ye geçerek hür Fransa savaşlarına mı katılsın, yani annesini kendi haline bıraksın, yoksa onun yanında kalarak annenin rahat yaşaması uğruna savaş görevini mi savsaklasın? İyice biliyor ki, annesi yalnız ona dayanarak yaşamaktadır, ondan uzaklaşır ve hele savaşta ölürse o da kahrından ölür. Ayrıca düşünmektedir ki, annesinin yanında kalırsa, onun yaşamasını sağlamak gibi elle tutulur, somut bir amaç gütmüş olacağı halde, savaşmak kararı verip yola çıkarsa ne olacağı bilinmez bir hedefe doğru gitmiş olacaktır: İyi niyeti belki bir işe yaramayacak, dövüşme hevesi kursağında kalacaktır. İngiltere’ye ulaşmak üzere İspanya’dan geçerken yakalanıp bir toplama kampına tıkılabilir. Yahut İngiltere veya Cezayir’e ulaşır da orada bir büro yazıcılığı ile görevlendirilerek yine savaş dışı bırakılabilir. İşte delikanlı böylesine çelişik iki ödev duygusu karşısında bocalamaktaydı: Biri somut, elle tutulur bir amaç güdüyordu, ama nihayet tek bir kişinin yaşaması ile ilgili idi. Öteki bütün bir toplumun, bir ulusun alınyazısı ile ilgili idi; ama sonu şüpheli, belki de suya düşecek bir davranış olacaktı. İki ahlak çeşidi arasında ister istemez bocalıyordu: Bir yandan ana sevgisi ile, bireysel bir özveri ile ilgili bir ahlak emri; öte yanda, sonucu ve etkisi belirsiz de olsa, daha geniş, daha büyük bir ahlak emri! Bu din gerçi merhametli olun, yakınınızı sevin, el için kendinizi feda edin, yolun zorunu seçin vb. diyordu. Ama bu halde yolun zoru hangisi idi? Kimi en yakını gibi sevmeli idi: Anayı mı yoksa yurtseveri mi? Hangisi daha yararlıdır. Bir topluluk içinde adsız bir er olarak çarpışmak mı, yoksa bilerek belli bir insanın, bir annenin yaşamasını sağlamak mı? Peşin bir yargı ile bir durumdan sıyrılacak bir yiğit varsa çıksın meydana! Bunun için yazılı hiçbir ahlak kuralı yoktur. Kant ahlakı şöyle der: Başkasına araç gibi değil amaç gibi bakınız! Güzel. Anamın yanında kalırsam ona araç gibi değil, amaç gibi bakmış olurum şüphesiz; ama korkarım ki, o zaman çevremde, biraz da benim için kelle koltukta savaşanları araç yerine koymuş olurum. Savaşçılara katılırsam onları amaç yerine koymuş olurum, ama bu kez de annemi araç saymak tehlikesi baş gösterir.
Elimizdeki somut örnekte olduğu gibi, değerler bulanık ve karışık ya da geniş çevreli olursa içgüdümüzden gayrı ortada güvenilecek bir şey kalmamış demektir. Delikanlımız da öyle davranmak istedi. Diyordu ki: Asıl önemi olan içten gelen duygudur, beni belli bir yöne doğru daha çok iten duygu hangisi ise ona uymalıyım. Seversem ki annemi çok seviyorum ve onun uğruna başka her şeyi, – Öç alma, büyük iş görme, serüven düşkünlüğü vb.- bir yana bırakabilirim, o zaman onun yanında kalırım. Yok, bu ana-sevgisinin pek öyle güçlü olmadığını hissedersem, o zaman da çeker giderim. Peki ama bir duygunun derecesi nasıl bilinir? Delikanlının ana-sevgisini belli ederek ölçü oğulun yanında kalmasından başka ne olabilir? Ben filan dostumu, uğruna şu kadar para harcamayı göze alacak derecede sevdiğimi söyleyebilirim. Ama bunu tanıtlayıp değerlendirmem ancak o fedakarlığı gerçekten yapmamla olur. Bunun gibi, annemi yetesiye seviyorum, dediğimde bunu ancak onun yanında kalmak suretiyle göstermiş, gerçekleştirmiş olurum. Bu sevginin ölçüsünü ve değerini yalnız onu belirleyen, pekiten görevi yerine getirmek suretiyle anlamış, bilmiş olurum.
Kaldı ki, A. Gide’in söylediği gibi gerçekten yaşanılan duygularla yaşamsanan duygular vardır. Nitekim annemi sahiden çok sevdiğim için yanında kalmam da, çok sevdiğimi ileri sürerek kalmam da olağandır; ki böylece iki ayrı şey tek bir şey sayılmış olur. Başka biçimde söylemek istersek: Duygu yaptığımız işler ve yerine getirdiğimiz görevler üstüne oturur, onun için de kararlarımı duygularımın hakemliğiyle, dürtüsel alamam. Şu halde ne kendi içimde davranışımı yönetecek bir güç bulabiliyorum, ne de dışarıda başvuracak ahlak kuralları! Belki de delikanlının bana, bir profesöre, akıl danışmayı düşündüğünü söyleyeceksiniz. Doğru. Ama siz, sözgelimi, bir rahibe akıl danışacak olsanız o rahibi kendiniz seçersiniz, öyle değil mi? Bu seçmede alacağınız öğüdün ya da fetvanın ne olacağını az çok bilmenizin etkisi vardır. Başka deyişle, bir akıl hocası seçmek kendini önceden bağlamak demektir. İsterseniz kendinizden örnek alın: Siz bir Hıristiyan iseniz, “Git bir papaza danış!” dersiniz. Dersiniz ama çeşit papaz vardır: İşbirlikçi papazlar, direnmeci papazlar ve yantutmaz (Attentist) papazlar. Hangisi seçilecek? Delikanlı direnmeci bir papaz seçerse onu beklediği cevaba göre seçmiş, işbirlikçi bir papaz seçmişse yine umduğu cevaba göre seçmiş olur. Kaldı ki delikanlı bana geldiği zaman da ne cevap alacağını biliyordu. Kendisine ben ancak şöyle diyebilirdim: Hürsünüz, özgürsünüz. Seçiniz, yani tutacağınız yolu kendiniz bulunuz. Ne yapmanız gerektiğini size bildirecek genel bir ahlak kuralı yoktur, bir im, bir belirti de yoktur.
Katolikler “niçin belirtiler olmasın, vardır” diyecekler. Tutalım ki vardır, ama bu belirtilerin anlamını seçecek olan yine ben değil miyim? Tutsaklığım sırasında ilgimi çeken bir cizvit ile tanışmıştım. Bu adam cizvit yolacına (Tarikatına) türlü başarısızlıklardan sonra girmişti. Daha çocukken babası ölmüş, oğlunu yoksulluk içinde yalnız bırakmıştı. Bir din enstitüsünde kendisine burs sağlamıştır, ama öksüzlüğüne acıyarak aldıklarını durmadan hissettirmişlerdi. Çocukları sevindirip kıvandıran birçok ödüllerden, alkışlardan da yoksun bırakılmıştı. On sekizine doğru başından küçük bir aşk serüveni geçmiş ve başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Nihayet yirmi ikisinde askerlik sınavını da kazanamayınca bu, dolu bardağı taşıran damla olmuştu. Genç adamın düşüncesine göre böyle her giriştiği işte başarısız kalması kaderin bir imi, bir belirtisi idi. Ama neye im, neyin belirtisi? O acı bir hayal kırıklığına ya da umutsuzluğa kapılabilirdi. Ama o, kendisi için isabetli bir yorumla, bu dünyanın nimetleri için yaratılmamış olduğuna, dinde, inanda ve azizlik yolunda kendini denemesi gerektiğine hükmetti. Bunda Tanrının parmağını görerek tarikat hayatına girdi. Bu adamın Tanrı parmağının gösterdiği yeri tek başına görüp seçtiğini kim inkâr edebilir? Bütün o başarısızlıklardan şüphesiz başka sonuçlar da çıkarabilirdi. Sözgelimi marangoz olmaya ya da devrimci olmaya karar verebilirdi. Belirtiyi yorumlamada tüm sorumluluk genç cizvitin kendi omuzlarındadır, bu belli. Bırakılmışlık halimizde varlığımızı kendimiz seçeriz. “Bırakılmışlık Hali” tedirginlik ve bunaltı ile kol kola yürür.
Umutsuzluk kavramına gelince, pek yalınç bir anlamı vardır. O da yalnız kendi istemimize bağlı şeylere güvenmek ya da eylemlerimizi mümkün kılan bütün olasılıklarla (ihtimaliyetlerle) yetinmek durumunda bulunmamızdır. Bir şey istenince daima birtakım olası elemanlarla karşılaşır. Diyelim ki, ben bir dostun gelmesini bekliyorum. Dostum ya tren ya da tramvayla gelecekler. Bu gelişin gerçekleşmesi trenin zamanında ulaşmasına ya da tramvayın yoldan çıkmadan seferini yapmasına bağlıdır. Demek bir olanaklar alanında bulunuyorum. Bütün bu olanakları ne zaman tam olarak hesaba katabilirim? Eğer eylemim, davranışım bütün olanakları içine alıyorsa. Göz önünde tuttuğum olanakları davranışlarımla hesaba kattığımdan itibaren bu olanaklar hiçbir anlam taşımaz, çünkü dünya ile olanaklarını benim istemime uyduracak ne bir Tanrı vardır, ne de alınyazısı! Descartes, “Dünyadan önce kendimizi yenelim” dediği zaman aynı şeyi söylemek istiyordu: Umuda kapılmadan işe girişmek!
Görüştüğüm Marksistler bana şöyle diyorlar: “Yaşadığınız sürece başkalarının desteğine güvenebilirsiniz elbet! Ama bu aynı zamanda başkalarının başka yerlerde -Sözgelimi Çin’de, Rusya’da-size yardım için yaptıklarına güvenmek demektir; hatta sonraları, yani siz öldükten sonra, yapacaklarına da güvenmek! Bu ise ancak sizin başlattığınız işi -ki bu devrim olacaktır- onların sonuna ileteceklerine inanmakla olur. Buna inanıp güvenmezseniz ahlaklı bir adam sayılmazsınız.” Onlara dedim ki, savaş arkadaşlarıma hep güvenirim, elverir ki bu arkadaşlar benimle birlikte genel ve somut bir kavgada yer almış olsunlar! Benim az çok kontrolüm altında bulunan bir parti birliği, bir topluluk içinde, ki ben de o örgütlere bir savaşçı olarak katılmış olayım ve her an yaptıklarını, gidişlerini göreyim. İşte o zaman partinin birliğine ve iradesine güvenmekle tramvayın zamanında geleceğine güvenmek arasında fark kalmaz. Yoksa tanımadığım insanlara güvenemem, insanın iyiliği ya da toplumsal genlik ve esenliğe bağlılığı gibi soyut yargılara dayanarak tevekkül göstermem, biliyorum ki, insan davranışında serbesttir ve bel bağlanacak bir insan doğası yoktur. Rus devriminin daha sonra nasıl gelişeceğini bilemem. Onu pek beğenebilir, örnek diye gösterebilirim, hele proletaryanın bugün Rusya’da oynadığı rolü hiçbir ülkede oynamadığını görür ve bilirsem… Ne var ki, bugünkü gidişin emekçi halkın tam bir zaferi ile sonuçlanacağına da kesin olarak inanamam. Ben yalnız gördüğümle yetinirim. Savaş arkadaşlarımın ölümünden sonra da benim işimi sürdüreceklerine, onu en yüksek ereğine ulaştıracaklarına emin olamam, çünkü varsayım insanların hür olduğudur, belki yarın insanın varlığı üzerinde başka bir karar verirler. Olur ya, benden sonra belki Faşizmi kurmak isterler ve geri kalanlar da öylesine ödlek ve kararsız olabilirler ki, Faşizmin kurulmasını önleyemezler. İnsanlar ne olmak isterlerse hep onu olacaklardır!
Ama bu demek değildir ki, ben kendimi seçkincilik (Kiyetizm) dalıncına bırakmak istiyorum! Hayır; ilkin kendimi bağlamam (karar vermem), sonra da şu eski kurala uymam gerek: Bir işe girişmek için bir umuda bağlanmak gerekmez! Bu benim bir partiye katılmayacağım anlamına gelmez, yalnız kendimi kuruntuya bırakmayacağım, elimden ne gelirse onu yapacağım demektir. Sözgelimi kendi kendime sorsam: Ortaklaşacılık (Kolektivizm) tam bildirildiği şekilde gelecek midir? Bilmiyorum, bütün bildiğim onu getirmek için elden geleni yapmak istediğimdir. Bundan öte hiçbir şeye güvenemem. Kiyetizm şöyle diyen insanların tutumudur: Benim yapamadığımı varsın başkası yapsın! Benim size anlatmaya çalıştığım öğreti ise bunun tam tersidir, çünkü o “Gerçek yalnız edimde, eylemdedir” diyor. Daha ileri giderek: İnsan bir taslaktır, o ancak kendimi gerçekleştirdiği ölçüde varolur, o edim ve eylemlerinin tümünden, yaşadığı yaşamdan başka bir şey değildir.” diyor. Bizim öğretinin kimi insanlara neden ürküntü verdiğini bundan anlayabilirsiniz. Çünkü onlar içinde bulundukları miskinliğe, düşkünlüğe ancak şöyle düşünerek katlanabilirler: Koşullar bana elverişli olmadı, yoksa ben daha iyisine layıktım. Büyük bir aşk, büyük bir dostluk yaşamadımsa ne yapayım, aşkımı ya da dostluğumu kazanacak öyle birine rastlamadım da ondan! İyi kitaplar yazamadım doğru, ama bunun için fırsat ve zaman buldum mu ki? Uğurlarına feda olacak çocuklarım yoksa sebebi evlenip yuva kurmaya değer birisini bulamayışımdır. Bende bir sürü eğilim, yatkınlık, yetenek ve olanak kullanılmadan, işletilmeden kalmıştır. Eylem ve etkilerimde bunların damgası görülmediyse bu onların bende bulunmadığını kanıtlamaz ki! Ekzistansiyalist bütün bu bahane ve avuntulara bıyık altından güler ve şöyle der: Gerçekleşenden başka aşk yok, bu gerçeklikte belirenden başka aşk olanağı yoktur. Bunun gibi, sanat yapıtlarında deyimlenip dile gelenden başka zeyreklik (deha) da yoktur. Proust’un dehası eserlerinin tümünden oluşmuştur. Racine’in dehası da Tragedyalarının içinde olup dışında hiçbir şey yoktur. Racine’e yazmadığı bir tragedya için yazma olanağı tanımakta ne hikmet olabilir? İnsan kendini yaşadığı gerçek hayatla bağlar, yüzünün çizgilerini bile ona borçludur. Onun yüzü işte budur ve bunun dışında hiçbir şey yoktur. Hayatta başarılı olmayan insanlar için bu öğretinin pek sert olduğunu açıkça kabul ediyorum.
Buna karşılık Ekzistansiyalizm insanları yalnız gerçekliğin (Realitenin) önemli olduğunu düşünmeye alıştırır. Öğretir ki düşler, bekleyişler, umutlar insanı ancak çıkmayan düş, boşa çıkan bekleyiş, suya düşen umut olarak olumsuz bir şekilde tanımlamaya yarar. Ne var ki sanatçıya, “Sen yaşadığın hayattan başka bir şey değilsin.” dendiğinde, bu onun yalnızca sanat yapıtlarına göre yargılanacağı demek değildir, onu tanımlamaya yarayacak başka etmenler de vardır. Bizim dediğimiz, bir insanın bir sıra girişimlerden başka bir şey olmadığını, bu girişimleri meydana getiren ilişkilerin tümü, toplamı, örgütü bulunduğudur.
Buna bakarak denilebilir ki, bizim asıl beğenilmeyen, yadırganıp kötülenen yanımız kötümserliğimiz değil, iyimser sertliğimizdir. Romanlarımızda insanları zayıf, gevşek, korkak, hatta düpedüz kötü göstermemiz başımıza kakılıyorsa, gerçekte bu, yalnız o kişilerin gevşek, korkak, zayıf ya da kötü olmasından ileri gelmiyor; çünkü biz de Zola gibi onların böyle oluşlarına kalıtsal (irsi) nedenler göstersek, çevrelerinin, toplumun etkisini ya da organik veya psikolojik alınyazısını bundan sorumlu saysak çatışma ortadan kalkar, kimse bize içerlemezdi. O zaman şöyle derlerdi: İşte böyleee! öyle yaratılmışız bir yol, elden ne gelir? Ama Ekzistansiyalist böyle yapmıyor, tasvir ettiği bir korkağın bu korkaklıktan sorumlu olduğunu söylüyor, onun bu halinin korkak bir yürek ve ciğer, bir beyin taşımasından ya da şöyle veya böyle fizyolojik bir yapıda olmasından ileri gelmediğini, bu korkaklığın düpedüz kendi eylemleri ve davranışları ile yaratılmış olduğunu söylüyor.
Korkak yaradılış, korkak mizaç yoktur. Sinirli mizaç vardır, kansız ya da bol kanlı mizaçlar ve doğalar vardır. Ama insan kansız diye korkak olmaz. Korkaklığı yapan kişinin bir eylemden vazgeçişi, uysal ve gevşek davranışıdır. Mizaç ve doğa bir eylem değildir; korkağı yapan ve bu sıfatla belirleyen etmen ise yaptığı iş, gösterdiği ve bu sıfatla belirleyen etmen ise yaptığı iş, gösterdiği davranıştır. Bizim korkağı korkaklığından sorumlu tutmamız, -işte insanların bulanıkça sezip ürktükleri şey budur! İnsanların hoşuna giden, dünyaya korkak ya da yiğit olarak gelinmesidir. “Lesche-mins de la Liberte” romanına yapılan başlıca eleştirilerden biri şöyle özetlenebilir. İyi ama burada gösterilen kişiler hep gevşek, pısırık, bunları sonradan nasıl kahramanlaştıracaksınız? Bu itiraz bizi yalnızca güldürüyor, çünkü arkasında insanların dünyaya yiğit olarak geldiği inancı saklı olduğunu biliyoruz. Onlar gerçekte şöyle düşünmek istiyorlar. Eğer korkak doğmuşsanız üzülmeyin, doğaya karşı elden ne gelir? Hayatınız boyunca ne yapsanız ne etseniz korkak görünmek zorundasınız. Eğer yiğit doğmuşsanız yine kaygılanmayın, ya da böbürlenmeyin. Artık bütün hayatınız boyunca yiğit olacak, yiğit davranacaksınız; yiğit gibi yiyip içeceksiniz.
Ekzistansiyalist ise şöyle diyor: Korkak kendini korkak yapan, yiğit de kendini yiğit yapan adamdır! Korkağa artık korkak olmamak, yiğite de yiğitlikten çıkmak olanağı açıktır. Önemli olan tam bir bağlanıştır. İnsanı tam bağlandıran ise tek tek şu ya da bu hal, bu davranış değildir.
Buraya dek Ekzistansiyalizme yöneltilen bir sıra yermelere, kınamalara cevap vermiş olduk sanırım. Görüyorsunuz ki o bir sek-incilik (kiyetizm) felsefesi değildir. Çünkü o insanları edim ve eylemlerine, tutum ve davranışlarına bakarak yargılamaktadır. O insanları kötümser bir görüşle de tasvir etmiyor, çünkü insanın kaderini yine eline vermekten daha iyimser felsefe olamaz! İnsanın hareket cesaretini, iş görme hevesini kırdığı hele hiç doğru değildir; çünkü o umudu yalnız eylemde, yalnız davranışta aramak gerektiğini, yalnız bunların yaşamayı sağladığını söylüyor. Demek ki sözünü ettiğimiz felsefe insanlara bir eylem ve bir bağlanış ahlakı öğütlüyor.
Öyle iken, bu birkaç veriye dayanarak bizi, insanı bireysel bir benlik içine tıkmış olmakla suçluyorlar. Tüm yersiz ve yanlış bir suçlama! Gerçi bizim bireysel benzerlikten kalktığımız doğrudur, ama bu sıkı filozofik nedenlerden ileri gelmektedir, yoksa burjuva olduğumuzdan değil, hakikate dayanan bir öğreti isteğimizden. Bol umut dağıtan, ama gerçek nedenlere dayanmayan güzel kuramlara boş verdiğinden. Böyle olunca kalkış noktamız ancak “Düşünüyorum, demek ki yarım” olabilir. İnsanı, kendine geldiği bu anın dışında kavramak isteyen her kuram ilk ağızda hakikati örtbas ediyor demektir. Çünkü Cartesien ilke Cogito’dan başka her şey ancak olasıdır; gerçekliğe bağlı olmayan bu olasılar öğretisi ise havada kalmaya, hiç olmaya mahkumdur. Olasıyı belirtmek için elde bir gerçek bulunmalıdır. Başka bir deyişle, yaklaşık bir harikate ulaşmak için salt bir hakikat gereklidir. Bu hakikati kazanmak kolaydır, çünkü her elin erişeceği yerdedir; o herkesin kendini araçsız ve aracısız olarak kavramasından başka bir şey değildir.
Ayrıca imleyelim ki, bu teori insana değer ve onur veren onu nesne yerine koymayan biricik teoridir.
Hem materyalizm bütün insanları -kendisi de içinde olarak-nesne gibi alır, önceden belirli tepkilerin tümü olarak; bu da bir masa veya sandalyeyi ya da bir taşı oluşturan niteliklerden, özelliklerden ayrı değildir. Biz Ekzistansiyalistler ise insan acununu madde evrenindeki değerlerden çok ayrı değerlerde kurmak istiyoruz. Ne var ki, bizim gerçek olarak bulduğumuz benlik büsbütün bireysel bir benlik değildir, çünkü Cogito’da insanın yalnız kendini değil, özgelerini de bulduğunu ispat etmiş bulunuyoruz.
“Düşünüyorum” ile kendimize geliyor, ve bunu Descartes ile Kant’ ın felsefesine aykırı olarak, başka insanlarla yüzyüze yapıyoruz; yani bizim için başkasının varlığı da kendimizinki kadar kesindir. Böylece cogito ile kendini aracısız olarak kavrayan insan yanında başkalarını da bulmuş, onların varlığının koşulu olarak almış olur. Kabul eder ki onu zeki, kötücül, kıskanç gibi niteliklerle tanıyan başkaları olmasa o da hiçbir şey olamaz;. Kendi üstüme herhangi bir hakikati öğrenmem için başka insanların içinden (ruhundan) geçmeliyim. Özge insanlar benim varlığım için ne denli gerekli ise, kendi üstüme edindiğim bilgi için de o denli gereklidir. Bu koşullar içinde kendi benliğimi bulup tanımam, aynı zamanda başkasını kendime karşı (benim için ya da bana karşı) dikilmiş bir hürriyet olarak tanımam demektir. Böylece keşfettiğimiz âleme “Ara benlik” (İnter – Subjektivitaj) adını vermek istiyoruz. İnsan işte bu âlemde kendisinin ve başkasının ne olduğunu anlar.
Gerçi insanda insan doğası sayılacak genel bir töz yoktur, ama yine de genel bir insanca varoluş vardır. Bunun içindir ki, çağdaş düşünürler insan doğasından değil, (insan halinden) söz etmektedirler. Varoluştan (varlık halinden) kastları ise – az veya çok bir durulukla- evren içinde insanın temel durumunu önsel olarak belirleyen sınırların tümüdür.
Tarihsel durumlar değişir: İnsan pagan bir toplumda köle olarak doğabileceği gibi, bir derebeyi, bir proleter olarak da dünyada gözükebilir. Değişmeyen yalnız dünyada bulunmak zorunluluğudur; orada çalışmak, başkaları ile birlikte bulunmak ve ölümlü olmaktır. Sınırlar ne özneldir, ne nesnel, daha doğrusu onların bir öznel bir de nesnel yanlan vardır. Nesnel oluşları her şeyde rastlanıp tanıtabilir olmalarından, özel oluşları ise yaşanır olmalarından, yani insan onları yaşamadıkça hiçbir şey olmamalarından ötürüdür. Bir başka deyişle, insan kendini özgürce, o sınırlarla ilgili olarak öz varlığı içinde belirlememişse hiçbir şey olmadığındandır. İnsan taslakları nice çeşitli olursa olsun, hiçbiri bana büsbütün yabancı olamaz; çünkü onlardan her biri bu sınırları bir aşma bir geri itme, bir yoksama ya da onlara uyma denemesinden daha öteye gidemez. Bu bakımdan her taslak, ne kerte bireysel olursa olsun, genel bir değer taşır. Bu taslak bir Çinlinin, bir Kızılderilinin, bir Zencinin de olsa bir Avrupalı ile anlaşabilir. Onun anlamı 1945 Avrupalısının, kavradığı bir durumdan kalkarak kendi sınırları üstüne atılabileceği, bir Çinlinin, bir Kızılderilinin ve Afrikalının taslağını yeniden kurup canlandırabileceğidir. Her taslağın bir genelliği oluşu, başka bir insanca anlaşılır olmasındandır. Ama asla demek değildir ki, bu taslak insanı her zaman için tanımlar. Hayır, o her seferinde yeniden bulunmak ve açımlanmak (şerhedilmek) ister.
Bir aptalı, bir çocuğu, bir ilkel adamı, bir yabancıyı anlamanın elbet bir yolu vardır, elverir ki gereken ön-bilgiler elde bulunsun! İşte bu anlamda insanın bir genelliği olduğunu söyleyebiliyoruz. Ne var ki bu genellik doğuştan verilmiş olmayıp daima yeniden yapılarak kurulur. Kendimi seçerek geneli kurarım, hangi çağdan olursa olsun, özge insanların taslağını anlayarak onu yeniden kurarım. Şu var ki, seçişteki bu saltık her çağın kendine göreliğini, bağıllığım ortadan kaldırmaz.
Ekzistansiyalizmin asıl önem verdiği, özgürce bağlanışın saltık karakteri ile, -ki her insan belirli bir insan tipini onunla, yani herhangi bir zamanın herhangi bir zamanın herhangi bir insanınca anlaşılır olan bu bağlanış ile gerçekleştirir-, böyle bir seçişten doğabilecek kültürel bütünün kendine görel i ği arasındaki bağı göstermektedir. Ayrıca Cartesianizmin kendine görel i ği ile cartesien bağlanışın saltık karakteri de belirtilmelidir. Bu anlamda denilebilir ki, her birimiz soluk alarak, uyuyarak, yemek yiyerek ya da herhangi bir iş görerek saltıklığı (mutlağı) yapmış olur. Özgürce varoluşla -taslak halinde varoluş ile, özünü seçen varoluş ile- salt-varlık arasında ayrılık yoktur. Zamanca yerelleşmiş (lokalize olmuş) saltık ile, yani tarih içinde kendini yerelleştirmiş varlık ile, kamuca anlaşılır olan varlık arasında bir fark yoktur. Ancak bu, öznelcilik (subjektivizm itirazını büsbütün ortadan kaldırmaz. Bu itiraz pratikte türlü biçimlere bürünür. Ne kadar çeşitli ifade edilse de birincisi şöyle özetlenebilir: Ne isterseniz yapabilirsiniz! Demek burada bizi anarşist yerine koymaktadırlar. Sonra diyorlar ki: Siz başkaları üstüne yargı yürütemezsiniz, çünkü sizce bir taslağı ötekine üstün tutmak için sebep yoktur. En nihayet diyorlar ki: Seçtiğiniz hiçbir şeyde hikmet yoktur, çünkü bir elle topladığınızı öteki ile dağıtıyorsunuz. Bu itirazlar pek ciddiye alınamaz. İlkin (her şeyi seçebilirsiniz) itirazı eksiktir. Seçmek belli bir anlamda mümkündür, mümkün olmayan seçmemektir. Ben her zaman seçebilirim, ama bilmeliyim ki seçmesem yine seçmiş olurum. Gerçi bu pek formel gözükür, ama fantazi ve kaprisi sınırlamak için pek büyük bir önemi vardır.
Eğer doğruysa ki, önüme çıkan bir durum karşısında, -diyelim ki bu, benden bir cinsel varlık çıkarıp öteki cinsle bir ilişki kurabilen ve çocuklar peydahlayabilecek olan bir durum olsun-, ben bir davranış yolu seçmek zorundayım ve herhalde kendimi bağlayacak bir seçmenin sorumunu taşımaktayım: Bununla bütün insanlığı da bağlıyorum demektir. Önsel bir değer bulunmasa da durum değişmez. Bunun kaprisle ne ilişiği olabilir?
Materyalizm Ve Devrim | Jean-Paul Sartre