Marx’ın bu yapıtı, onun, kendi materyalist anlayışı ile ve giderek durumun içerdiği verilerin yardımı ile çağdaş tarihin bir parçasını açıklama yolunda ilk girişimi oldu. Komünist Manifesto’da, teori, bütün modern tarihin bir taslağını yapmak için kullanılmıştı, Marx ve ben, Neue Rheinische Zeitung’un[96]
Günlük tarihten alınan olayların ve olaylar sırasının değerlendirilmesinde, hiç bir zaman en son ekonomik nedenlere (sayfa 226) kadar uzanılamayacaktır. Yetkili teknik basının o kadar bol malzeme sağladığı bugün bile, dünya pazarı üzerinde sanayiin ve ekonominin gidişini ve üretim yöntemlerinde meydana gelen değişiklikleri, herhangi bir anda, son derece karmaşık olan ve her gün değişen bu etkenlerin, çoğu zaman, üstelik, en önemlilerinin birdenbire bütün yeğinliği ile gün ışığına çıkmadan önce uzun süre gölgede kalan bu etkenlerin tümünün toplu halde bir bilançosunu yapabilecek şekilde günü gününe izlemek, İngiltere’de de olsa, hâlâ güç olacaktır. Belli bir dönemin ekonomi tarihine aydınlık toplu bir bakış, sözkonusu an için hiç bir zaman mümkün değildir; bu, ancak her şey olup bittikten, malzemeyi toplayıp ayıkladıktan sonra yapılabilir. İstatistik, burada zorunlu bir kaynaktır, ne var ki o da hep topallaya topallaya arkadan gelir. Demek ki, devam etmekte olan çağdaş tarih için, hemen her zaman bu en kesin etkeni değişmez kabul etmek, incelenen dönemin başlangıcındaki ekonomik durumu bütün dönem için veri ve değişmez olarak işlemek ya da apaçık olayların sonucu olan, dolayısıyla kendileri de açıkça ortaya çıkan bu ekonomik durumdaki değişiklikleri hesaba katmak zorunda olunacaktır. Sonuç olarak, materyalist yöntem, burada, sık sık, siyasal çatışmaları, ekonomik gelişmenin doğurduğu mevcut toplumsal sınıflar arasındaki ve sınıfların ayrı ayrı kesimleri arasındaki savaşıma indirgemekle ve çeşitli siyasal partilerin bu aynı sınıfların ve sınıf kesimlerinin azçok aslına uygun siyasal ifadeleri olduklarını göstermekle yetinmek zorunda kalacaktır.
Şurası apaçıktır ki, ekonomik durumdaki, yani incelenecek bütün olayların temelindeki zamandaş değişikliklerin kaçınılmaz olarak dikkate alınamaması, ancak bir yanılgı kaynağı olabilir. Ama gözlerimizin önünde geçen bir tarih hakkında yapılacak toplu bir açıklamanın bütün koşulları, kaçınılmaz olarak, yanılgı kaynakları taşırlar; oysa bu, gene de hiç kimseyi şimdiki zamanın tarihini yazmaktan alıkoymaz.
Marx bu işe giriştiği zaman, bu yanılgı kaynağı çok daha fazla kaçınılmaz durumdaydı. 1848-1849 devrimci dönemi boyunca aynı anda meydana gelen ekonomik çalkantıları izlemek ya da hatta bunlar hakkında toplu bir görüşü (sayfa 227) sürekli olarak gözönünde bulundurmak, düpedüz olanaksız bir şeydi: Londra’daki sürgünün ilk aylarında 1849-1850 sonbahar ve kışında durum aynı oldu. Oysa Marx da, tam o sırada çalışmasına başladı. Elverişsiz durum ve koşullara karşın, onun, Fransa’nın Şubat devriminden önceki ekonomik durumu hakkında ve, aynı şekilde, bu ülkenin o zamandan bu yana siyasal tarihi konusunda tam ve doğru bilgisi, ona, henüz hiç kimsenin yapamadığı bir biçimde, olayların, içiçe zincirleme sıralanışlarını açığa çıkaran bir betimlemesini, sonradan Marx’ın iki sınavından da parlak bir şekilde geçen bir betimlemesini yapma olanağını verdi.
Birinci sınav, Marx’ın, 1850 ilkyazından başlayarak, kendini ekonomik çalışmalara vermeye zaman bulabildiği ve ilk iş olarak son on yılın ekonomik tarihini incelemeye giriştiği zaman oldu. Böylece, daha önce yetersiz malzemeden, yarı yarıya önsel olarak çıkarmış olduğu sonuçlar hakkında, şimdi bizzat olguların yardımıyla, tamamıyla apaçık bir görüş edindi, şöyle ki: 1847’de dünya çapındaki ticari bunalım, Şubat ve Mart devrimlerinin gerçek anası idi ve 1848’in ortalarında yavaş yavaş geri gelen ve 1849 ve 1850’de doruğuna varan sınai refah, Avrupa gericiliğine yeni bir güç katan canlandırıcı bir kuvvet oldu. Bu, kesin bir sınavdı. (Neue Rheinische Zeitung. Politisch-Ökonomische Revue, [96] Hamburg, 1850’nin Ocak, Şubat, Mart fasiküllerinde yayınlanan) ilk üç makalede, hâlâ, devrimci enerjinin yakında yeni bir atılım yapacağı umudu yer almakta iken, 1850 güzünde yayınlanan ve Marx’ın ve benim birlikte yazdığımız son çift fasiküldeki (Mayıstan Ekime kadar) tarihsel tablo bu çeşitten kuruntulara kesinlikle son verir: “Yeni bir devrim, ancak yeni bir bunalımın ardından gelebilir. Ama biri ne kadar kesinse, öteki de o kadar kesindir.” Zaten tek temel değişiklik bu oldu. Anlatının, bu genel tabloda verilen ve 10 Marttan 1850 güzüne kadar giden devamının da tanıtladığı gibi, daha önceki bölümlerde verilen olayların yorumunda, bu bölümlerde ortaya konan nedenden sonuca giden zincirleme sıralanışlarda, hiç bir değişiklik yapılmamıştı. İşte bu yüzden, bu devamı, dördüncü makale olarak bu (sayfa 228) yeni baskıya aldım.
İkinci sınav daha da çetin oldu. Louis Bonaparte’ın 2 Aralık 1851 hükümet darbesinden hemen sonra, Marx, yeniden, 1848 Şubatından geçici olarak devrim döneminin sonunu gösteren bu olaya kadarki Fransa tarihine çalıştı, (Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, 3. baskı, Meissner Hamburg 1885.) Bu broşürde, onun, bizim yapıtımızda açıkladığı dönem, daha kısaca da olsa, yeniden işlenmişti. Bizimki ile bir yıldan daha fazla bir zaman sonra meydana gelen bu kesin olayın ışığında yazılmış ikinci betimlemeyi karşılaştırınız, görülecektir ki, yazar, burada pek az şeyi değiştirmek zorunda kalmıştır.
Bizim yapıtımıza çok özel bir önem veren başka bir şey de, bu kitabın, dünyanın bütün ülkelerinin işçi partilerinin, oybirliği ile, ekonominin yeniden düzenlenmesi istemlerini dile getirmek için kullandıkları formülü, en yoğun ve en anlatımlı biçimiyle, yani, üretim araçlarının toplum tarafından mülk edinilmesi biçiminde ilk kez ifade etmiş olmasıdır. İkinci bölümde, “proletaryanın devrimci isteklerinin özetlendiği bu ilk acemice formül” diye nitelendirilmiş olan “çalışma hakkı” konusunda şunları okuyabilirsiniz:
“Ama çalışma hakkının gerisinde, sermaye üzerindeki iktidar vardır, sermaye üzerindeki iktidarın gerisinde üretim araçlarına sahip çıkmak, onları birleşmiş işçi sınıfına bağımlı kılmak, yani ücretli emeğin, sermayenin ve bu ikisi arasındaki karşılıklı ilişkilerin kaldırılması vardır.”
Şu halde, modern işçi sosyalizmini, feodal, burjuva, küçük-burjuva sosyalizmlerinin türlü türlü bütün nüanslarından vb. olduğu kadar ütopik sosyalizmin ve ilkel işçi komünizminin pek anlaşılır olmayan karışık servet ortaklığından ayırdeden sav da, burada ilk kez ifadelendirilmiş bulunmaktadır. Marx, daha sonra bu formülü genişletti ve değişim araçlarını da kapsamına aldı ise de, bu genişletme, Komünist Manifesto’dan sonra kendiliğinden anlaşılacağı gibi, birinci savın zorunlu bir sonucundan başka bir şeyi ifade etmiyordu. Sonra, İngiltere’de bazı bilgili kimseler, son kez bir de “üleşim araçlarının” topluma devredilmesi gerektiğini (sayfa 229) formüle kattılar. Bu baylar için, üretim araçlarından ve değişim araçlarından ayrı bu üleşim araçlarının hangi araçlar olduklarını söylemek güç olacaktır, yeter ki, politik üleşim araçlarından, vergilerden, yoksullara yardımdan ve Sachsenwald[97] da dahil, başka vakıf gelirlerinden sözediliyor olmasın. Ama, ilkönce, bunlar, daha şimdiden toplum ortaklığının, devletin ya da kamunun mülkiyetindeki üleşim araçları değiller midir ve, ikinci olarak da, biz, kesinlikle bunları ortadan kaldırmak istemiyor muyuz?
*
Şubat devrimi patlak verdiği zaman, biz hepimiz, koşulları ve devrimci hareketlerin gidişini kavrama bakımından, geçmiş tarihsel deneyin, özellikle de Fransa deneyinin büyülü etkisi altındaydık. Genel altüst oluş işareti, 1789’dan bu yana bütün Avrupa’nın tarihine hükmetmiş olan Fransa’dan yola çıkmamış mıydı bir kez daha? Onun için, Paris’te, 1848 Şubatında ilan edilen “toplumsal” devrimin proletarya devriminin niteliği ve gidişi hakkındaki fikirlerimizin 1789 ve 1830 modellerinin anılarının damgasını taşıması apaçık, aynı zamanda kaçınılmaz bir şeydi. Ve hele Paris ayaklanması, zafere ulaşan Viyana, Milano ve Berlin ayaklanmalarıyla yankılanınca, Rusya sınırına kadar bütün Avrupa harekete sürüklenince, daha sonra Haziran ayında Paris’te proletarya ile burjuvazi arasında iktidar uğruna ilk büyük savaş verilince, kendi sınıfının zaferi bile bütün ülkelerin burjuvazisini, yeniden, henüz az önce devrilmiş bulunan kralcı-feodal gericiliğin kollarına atılacak kadar sarsınca, biz, o günün koşulları içinde, büyük ve kesin kavganın başlamış olduğundan ve bu kavgayı uzun süreli ve seçeneklerle dolu bir tek devrimci dönemde vermek gerekeceğinden, ama bu kavganın ancak proletaryanın kesin zaferi ile sonuçlanabileceğinden artık hiç bir şekilde şüphe edemezdik.
1849 yenilgisinden sonra, in partibus,[98] geçici hükümetlerin çevresinde toplaşan kaba (vulgaire) demokrasinin kuruntularını hiç bir biçimde paylaşmıyorduk. Bu demokrasi, “halkın” “zorbalara” karşı, kesin ve artık sonuncu olacak yakın zaferine güveniyordu, biz ise, “zorbaların” (sayfa 230)
Ama tarih bizi de haksız çıkardı, bizim o zamanki görüşümüzün bir yanılsama olduğunu ortaya koydu. Hatta daha da ileri gitti: yalnız bizim o zamanki yanılgımızı savurmakla kalmadı, proletaryanın, içinde dövüşmek zorunda olduğu koşulları da baştan aşağı altüst etti. 1848’in savaşım tarzı bugün her bakımdan eskimiş, zamanı geçmiştir ve bu, bu vesileyle daha yakından incelenmeye değer bir noktadır.
Bütün devrimler, şimdiye kadar, belirli bir sınıfın egemenliğinin yerini, onun ayağını kaydıran başka bir sınıfın egemenliğinin alması ile sonuçlanmıştır; ama bütün egemen sınıflar, şimdiye kadar baskı altında tutulan halk kitlesine göre, küçük azınlıklar idiler. Böylelikledir ki, egemen azınlık devriliyordu, başka bir azınlık onun yerine devlet dümenini eline geçiriyordu ve kamu kurumlarını kendi çıkarlarına göre değiştiriyordu. Ve, her seferinde, bu azınlık, ekonomik gelişme durumunun iktidara elverişli, yetkili ve yetenekli kıldığı gruptu ve kesinlikle bunun için, yalnızca bunun içindir ki, altüst oluş sırasında, baskı altında tutulan çoğunluk, ya azınlıktan yana bu harekete katılıyordu ya da en azından sessiz sedasız onu kabul ediyordu. Ama her olayın somut içeriğini bir yana bırakırsak, bütün bu devrimlerin ortak biçimi, azınlık devrimi olmaları idi. Çoğunluk ise, devrimle işbirliği yaptığı zaman bile, bunu, ancak, bilerek ya da bilmeyerek bir azınlığın hizmetinde yapıyordu; ama bu yüzden ve daha önce çoğunluğun pasif ve dirençsiz tutumu nedeniyle de azınlığın bütün halkın temsilcisi olma gibi bir havası oluyordu.
İlk büyük başarıdan sonra, zaferi kazanan azınlığın ikiye bölünmesi kuraldı: yarılardan biri elde edilen sonuçtan (sayfa 231) hoşnuttu, doygundu, öteki ise daha ileri gitmek istiyordu, hiç değilse kısmen, halkın büyük kalabalığının gerçek ya da sözde çıkarlarına giren yeni istemler ileri sürüyordu. Bu daha köklü istemler, bazı durumlarda pekâlâ kendilerini kabul ettiriyorlardı, ama çoğu kez ancak bir an için; daha ılımlı kesim, üstünlüğü ele geçiriyor, son kazanımlar yeniden tümüyle ya da bir bölümüyle yitirilmiş oluyordu; o zaman yenilenler ihanet diye bağırıyorlar ya da yenilgiyi raslantının üstüne atıyorlardı. Ama gerçekte, iş, çoğu kez şöyle idi: birinci zaferin başarılarını, ancak daha köktenci (radical) olan partinin ikinci zaferi sağlamlaştırıyordu; bu, bir kez kazanıldı mı, yani o an için zorunlu olan bir kez kazanıldı mı, köktenci unsurlar yeniden eylem sahnesinden siliniyordu ve başarıları da.
Modern zamanların bütün devrimleri, 17. yüzyılın büyük İngiliz devrimi ile[99] başlamak üzere, bu özellikleri gösterdiler, bunlar, her türlü devrimci savaşımın ayrılmaz özellikleri gibi görünüyorlardı. Bunun gibi, proletaryanın kendi kurtuluşu uğruna savaşımlarına da aynı şekilde uygulanabilir göründüler; o kadar uygulanabilir ki, özellikle 1848’de, bu kurtuluşu hangi yönde aramak gerektiğini, şöyle böyle de olsa, anlayan kişiler sayılı idi. Hatta Paris’te, proleter kitlelerin kendilerinin bile, henüz, zaferden sonra izlenecek yol hakkında kesinlikle hiç bir fikirleri yoktu. Ama bununla birlikte, içgüdüsel, kendiliğinden, bastırılması olanaksız hareket vardı. Bu, kesinlikle, bir azınlık tarafından yönetilen, doğru, ama bu kez azınlığın çıkarına değil çoğunluğun en yakın çıkarına yürütülen bir devrimin zorunlu olarak başarıya ulaşacağı durum değil miydi? Eğer biraz uzun süren bütün devrimci dönemlerde, öncülük eden azınlığın akla yatan bir biçimde sunmasını bildiği basit kurnazlıklarla büyük halk yığınları bu kadar kolaylıkla kazanılabiliyorduysa, kendi ekonomik durumlarının en karakteristik yansısından başka bir şey olmayan ve henüz kendilerinin anlamamış oldukları ve ancak belirsiz bir duygu halinde hissettikleri gereksinmelerinin en açık, en usçul ifadesi olan fikirlere nasıl daha yabancı, daha uzak kalabilirlerdi? Yığınların bu devrimci ruh hali, beslenen hayaller yıkılır yıkılmaz ve hayal kırıklığı doğar doğmaz, çoğu kez çabucak ve hemen hemen (sayfa 232) her zaman, doğrusu, yerini bir çöküşe ve hatta karşı doğrultuda tam bir geri dönüşe bırakmıştır. Ama burada, hiç de kurnazlıklar sözkonusu değildi, tersine, büyük çoğunluğun kendisinin en özgül çıkarlarının, ki, doğrusu, o zaman bu büyük çoğunluğun, hiç de açıkça farkında olmadığı, ama pratik gerçekleşme sırasında, apaçıklığın inandırıcı görünüşü ile bu yığınlar için de zorunlu olarak oldukça açık bir hale gelecek olan çıkarların gerçekleşmesi sözkonusu idi. Ve eğer, 1850 baharında, Marx’ın üçüncü makalesinde ortaya koyduğu gibi, 1848 toplumsal devriminden çıkan burjuva cumhuriyetinin gelişmesi, bundan böyle, gerçek iktidarı üstelik de kralcı zihniyette olan büyük burjuvazinin elinde yoğunlaştırdıysa ve buna karşılık toplumun öteki sınıflarını, küçük-burjuvaları olduğu gibi köylüleri de proletaryanın çevresinde toplaştırdıysa ve, bunu, ortak zaferde ve zaferden sonra, deneyin derslerinden yararlananın ve zorunlu olarak da kesin etkenin onlar değil proletarya olmasını hazırlayacak bir biçimde yaptıysa burada, bu azınlık devrimini, çoğunluğun devrimi haline dönüştürmenin bütün perspektifleri yok muydu?
Tarih bizi ve benzer düşüncede olanların hepsini haksız çıkardı. Tarih gösterdi ki, Kıta üzerindeki iktisadi gelişme durumu, o zaman, kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince olgunlaşmamıştır; ve tarih, bunu, 1848’den bu yana bütün Kıtayı kaplamış olan ve Fransa’da, Avusturya’da, Macaristan’da, Polonya’da ve son olarak da Rusya’da büyük sanayie ancak şimdi gerçekten söz hakkı veren ve Almanya’yıi da birinci sınıf bir sanayi ülkesi durumuna getiren bütün bunlar kapitalist bir temel üzerinde, yani 1848’de pekâlâ genişlemeye elverişli bir temel üzerinde olmak üzere iktisadi devrim ile tanıtladı. Oysa, sınıf ilişkilerine her yerde ilk ışık tutan, manüfaktür döneminden gelme ve Doğu-Avrupa’da hatta zanaat loncalarından çıkma bir sürü ara varlıkları ortadan kaldıran ve böylelikle gerçek bir büyük sanayi burjuvazisi ve gerçek bir büyük sanayi proletaryası yaratarak bunları toplumsal gelişmenin ön planında birbirine karşı süren de bu sanayi devriminin ta kendisidir. Ama yalnız bu andadır ki, 1848’de, İngiltere’nin dışında, ancak Paris’te ve olsa olsa birkaç büyük sanayi (sayfa 233) merkezinde kendini göstemiş olan bu iki büyük sınıf arasındaki savaşım, 1848’de henüz akıldan bile geçmeyen bir yeğinlik kazanarak, bütün Avrupa’ya yayıldı. O zamanlar, küçük küçük grupların her derde deva, bulanık, yedili inciller kümesi vardı; bugün savaşın son amaçlarını parlak bilgisiyle ve kesin bir şekilde formüle eden Marx’ın evrensel olarak kabul edilmiş tek teorisi var; o zamanlar, yörelerine ve niilliyetlerine göre birbirinden ayrılmış olan ve sadece ortak acı çekme duygularıyla birleşen, henüz az gelişmiş, coşku ile umutsuzluk arasında bocalayan yığınlar vardı; bugün durmadan ilerleyen, her gün sayıca, örgüt olarak, disiplin bakımından, ileriyi görme ve zafere inanç bakımından sosyalistlerin tek uluslararası büyük ordusu var. Bu güçlü proletarya ordusu, hâlâ amaca ulaşmamış olsa da, zaferi bir tek büyük darbeyle gerçekleştirmek olanaksız bulunduğuna göre, çetin, inatçı bir savaşta mevziden mevziye yavaş yavaş ilerlemek zorunda bulunsa da, 1848’de toplumsal dönüşümü bir çırpıda sağlamanın olanaksız olduğu kesin olarak tanıtlanmış bulunmaktadır.
Kralcı, hanedancı iki hizbe bölünmüş olan,[100] ama mali işleri için her şeyden önce huzur ve güvenlik isteyen bir burjuvazi; onun karşısında yenilmiş olan, ama gene de bir tehlike olmakta devam eden ve küçük-burjuvaların ve köylülerin gittikçe daha çok çevresinde toplandıkları bir proletarya her şeye karşın hiç bir kesin çözüm getirmeyecek olan sürekli bir şiddetli patlama tehdidi , üçüncü hırsızın, sözde demokrat taht taliplisi Louis Bonaparte’ın hükümet darbesi için sanki özel olarak hazırlanmış durum işte buydu. Bonaparte, orduyu kullanarak, 2 Aralık 1851’de bu gergin duruma son verdi, ve böylelikle Avrupa’ya iç huzuru sağlamış oldu, ama buna karşılık yeni bir savaşlar çağı açarak.[101] Aşağıdan yukarı devrimler dönemi şimdilik sona ermişti; bunu yukardan aşağı devrimler dönemi izledi.
1851 imparatorluğunun gericiliği, bu çağın proletarya özlemlerinin olgunlaşmamış olduklarının yeni bir tanıtı oldu. Ama gene bu gericiliğin kendisi, proletarya özlemlerinin olgunlaşmaktan geri kalamayacağı koşulları yaratmak zorundaydı. İç huzur, yeni sanayi atılımının tam gelişmesini sağladı, orduya bir iş bulmak ve devrimci akımları dışa doğru (sayfa 234) yöneltmek zorunluluğu savaşları doğurdu, bu savaşlarda Bonaparte, “ulusallık ilkesini” [102] üstün kılmak bahanesi ile Fransa’ya birkaç parça toprak katmaya çalıştı. Onun taklitçisi Bismarck da Prusya için aynı siyaseti benimsedi; kendi hükümet darbesini, yani Alman Konfederasyonuna[103] ve Avusturya’ya olduğu kadar Prusya Konfliktskammerına[1*] da karşı yukarıdan inme 1866 devrimini yaptı. Ama Avrupa iki Bonaparte için fazla küçüktü ve tarihin cilvesi, Bismarck’ın Bonaparte’ı devirmesini ve Prusya kralı Wilhelm’in yalnız küçük Alman imparatorluğunu[104] değil, aynı zamanda Fransız Cumhuriyeti’ni kurmasını istedi. Oysa, genel sonuç, Avrupa’da büyük ulusların bağımsızlıklarının ve iç birliklerinin, bir tek Polonya dışında, fiilen kurulup yerleşmesi oldu. Kabul etmek gerekir ki, bu, göreli olarak, mütevazi sınırlar içerisinde, ama gene de işçi sınıfının gelişme sürecinin, ulusal kargaşalıklar yüzünden artık ciddi engellerle karşılaşmamasına yetecek ölçülerde oldu. 1848 devriminin mezar kazıcıları onun vasiyetini yerine getirecek kişiler haline gelmişlerdi. Ve 1848’in kalıtçısı proletarya, Enternasyonal içinde daha şimdiden korku salarak onların yanı başında dikiliyordu.
1870-1871 savaşından sonra Bonaparte sahneden çekilir, Bismarck’ın görevi ise tamamlanmıştır, öyle ki, o, artık yine alelade küçük bir köy asili katına inebilir. Ama bu dönemin sonunu belirleyen şey, Komündür. Thiers’in, sinsice, Paris ulusal muhafızının[105] toplarını çalmaya kalkışması, başarılı bir ayaklanmaya yolaçtı. Paris’te artık proletarya devriminden başka bir devrimin olanak dışı olduğu gerçeği kendini ortaya koydu. Zaferden sonra, iktidar tamamıyla kendiliğinden, hiç bir tartışmaya yer bırakmayacak şekilde işçi sınıfının eline düştü. Ve, o anda, işçi sınıfının bu iktidarının, bizim burada betimlediğimiz çağdan yirmi yıl sonra bile hâlâ ne kadar olanak dışı olduğu bir kez daha görülebildi. Bir yandan Fransa, Paris’in MacMahon’un gülleri altında kan kaybetmesine seyirci kalarak onu atlattı, öte yandan, Komün, kendisini ikiye bölen iki parti arasındaki, her ikisi de yapılacak işin ne olduğunu bilmeyen blankiciler (sayfa 235) (çoğunluk) ile prudoncular (azınlık) arasındaki kısır çekişmelerle tükenip gitti. 1871’deki zafer armağanı, 1848 baskınından daha fazla meyve vermedi.
Paris Komünü ile birlikte, kavgacı proletaryanın da kesin olarak yere battığı sanıldı. Ama, tam tersine, onun en yaman atılımı, Komün ve Fransız-Alman Savaşı günlerinden başlar. Eli silah tutan bütün nüfusun, artık ancak milyonlarla sayılan ordularda göreve alınması ile bütün savaş koşullarının baştan aşağı altüst oluşu, ateşli silahlar, obüsler ve o zamana kadar görülmemiş bir etkiye sahip patlayıcı maddeler, bir yandan Bonaparte’vari savaşlara birdenbire son verdi ve sonucu katiyen hesaplanamayacak ve duyulmamış bir kandökücülük olan bir dünya savaşından başka herhangi bir savaşı olanak dışı kılarak, gürültüsüz patırtısız bir sınai gelişme sağladı. Öte yandan, savaş masrafları, geometrik bir artışla çoğaldığından, vergiler, halkın en yoksul sınıflarını sosyalizmin kollarına atarak başdöndürücü bir yüksekliğe ulaştı. Alsace-Lorraine’in katılması (ilhakı), yani delice silahlanma yarışının dolaysız nedeni, Fransız ve Alman burjuvazilerinin birbirlerine karşı şovence duygularını iyice kışkırttı; her iki ülkenin işçileri için yeni bir birlik öğesi haline geldi. Ve Paris Komününün yıldönümü, bütün proletaryanın dünya çapında ilk bayram günü oldu.
1870-1871 savaşı ve Komünün yenilgisi, Marx’ın önceden söylediği gibi, Avrupa işçi hareketinin ağırlık merkezini, bir zaman için, Fransa’dan Almanya’ya aktardı. Fransa’da, kendiliğinden anlaşılır ki, 1871 Mayısının yaralarını sarmak için yıllar gerekti. Buna karşılık, üstelik havadan gelen Fransız milyarları[106] ile kolaylaşan sanayiin sıcak yerde büyüyen bir bitki gibi durmadan hızlanan bir ritimle gerçekten geliştiği Almanya’da, sosyal-demokrasi daha da büyük başarı ile ve çabuklukla büyüyordu. 1866’da kurumlaşan genel oy sistemini kullanmada Alman işçilerinin gösterdikleri zekâ sayesinde partinin şaşırtıcı büyumesi tartışma götürmez sayılarla bütün dünyanın gözüne çarpıyordu. 1871’de 102.000; 1874’te 352.000; 1877’de 493.000 sosyal-demokrat oy vardı. Bundan sonra sıra, bu ilerlemelerin sosyalistlere-karşı yasa[107] biçiminde üst mercilerce teslim edilmesine geldi; parti, bir anda şuraya buraya dağıldı, üye sayısı (sayfa 236)
Ama, Alman işçileri, Sosyalist Parti olarak, en kuvvetli, en disiplinli ve en çabuk büyüyen parti olarak, sadece varlıkları ile yaptıkları ilk hizmetten başka, davalarına büyük bir hizmet daha görmüşlerdi. Bütün ülkelerdeki arkadaşlarına genel oy sisteminden nasıl yararlanılacağını göstererek onlara yeni bir silah vermişlerdi, en keskin, en etkili silahlardan birini vermişlerdi.
Genel oy, daha uzun zamandan beri Fransa’da vardı, ama bonapartçı hükümetin kötüye kullanımı sonucu değerden düşmüş, tutulmaz olmuştu. Komünden sonra, genel oyu kullanacak bir işçi partisi yoktu. İspanya’da, genel oy, cumhuriyetten beri vardı, ama İspanya’da, seçimlere katılmama, her zaman, bütün ciddi muhalefet partilerinde bir kural oldu. İsviçre’de genel oy ile yapılan denemeler bir işçi partisi için hiç de yüreklendirici değildi. Latin ülkelerinin devrimci işçileri, oy hakkına bir tuzak, hükümetin bir dolap çevirme aracı gibi bakmaya alışmışlardı. Almanya’da başka türlü oldu. Daha o zaman, Komünist Manifesto, genel oy hakkını, demokrasinin kazanılmasını, militan proletaryanın en başta gelen ve en önemli ödevlerinden biri olarak ilân etmişti, ve Lassalle bu noktayı yeniden ele almıştı. Bismarck, halk yığınlarını kendi tasarılarıyla ilgilendirmenin tek çaresi olarak, bu oy verme hakkını[108] kurumlaştırmak zorunda kaldığını görünce, bizim işçilerimiz bunu ciddiye (sayfa 237) aldılar ve Auguste Bebel’i ilk Kurucu Reichstag’a gönderdiler. Ve o günden sonra da oy verme hakkını kullandılar, öyle ki, binbir şekilde bunun ödülünü gördüler ve bu, bütün ülkelerin işçilerine örnek oldu. Onlar, oy hakkını, Fransız marksist programının sözleri ile, de moyen de duperie qu’il a été jusqu’ici en instrument d’émancipation’a [şimdiye kadar bir aldatmaca aracı olan oy hakkını özgürolma aletine] dönüştürdüler.[109] Eğer genel oy sistemi, bize, her üç yılda bir kendi kendimizi sayma olanağından, oy sayısının, düzenli bir şekilde denetlenen ve son derece hızlı artışı ile, işçilerde zafere olan güveni, düşmanlarda ise aynı ölçüde korkuyu artırmaktan ve böylece bizim en iyi propaganda aracımız olmaktan; bize kendi kuvvetimiz hakkında ve aynı şekilde bütün karşı partilerin kuvvetleri hakkında tam ve doğru bilgiyi vermekten ve böylelikle de bize kendi eylemimizi gücümüzle orantılı tutmak için bütün ötekilerden üstün bir ölçüt vermekten ve bu şekilde bizi yersiz bir korkaklık ve çekingenlikten olduğu kadar, yersiz delice atılganlıktan da korumaktan başka bir yarar sağlamasaydı da evet, bizim genel oydan elde ettiğimiz tek kazanç bu olsaydı, gene yeter de artardı. Ama genel oy, daha fazlasını da yapmıştır. Seçim ajitasyonu ile, bizden henüz uzak bulundukları yerlerde halk yığınları ile temasa geçmek konusunda, bütün partileri, tüm halkın gözü önünde, bizim saldırımıza karşı kendi görüşlerini ve eylemlerini savunmak zorunda bırakmak konusunda bize öyle bir araç vermiştir ki, bir benzeri daha yoktur; ve ayrıca, bizim temsilcilerimize, Reichstag’da bir kürsü sunmuştur ve bizim temsilcilerimiz bu kürsünün tepesinden parlamentodaki hasımlarına karşı olduğu kadar, dışarıdaki yığınlara da, basında ve toplantılarda olduğundan bambaşka bir yetki ile ve bambaşka bir özgürlükle konuşabilmişlerdir. Seçim ajitasyonu ve sosyalistlerin Reichstag’daki konuşmaları hükümeti ve burjuvaziyi topa durmadan tutarken, sosyalistlere-karşı yasa, bunların ne işine yarayacaktı ki?
Ama, proletarya, genel oy hakkını böyle etkin bir biçimde kullanarak yepyeni bir savaşım yöntemini işe koşmuştu, ve bu yöntem çabucak gelişti. Burjuvazinin egemenliğinin örgütlendiği devlet kuruluşlarının, işçi sınıfına, hâlâ (sayfa 238) bu devlet kurumları ile savaşmak için yeni kullanım olanaklarını sağladığı anlaşıldı. Çeşitli diyetlerin, belediye meclislerinin, patronlarla işçilerden oluşan hakem kurullarının seçimlerine katılındı, atanmaların saptanmasında proletaryanın yeterli bir bölümünün de katıldığı her görev üzerinde burjuvazi ile tartışıldı, çekişildi. Ve böylece, burjuvazi ve hükümet, İşçi Partisinin illegal eyleminden çok legal eyleminden, ayaklanmadaki başarılarından çok seçimlerdeki başarılarından korkar oldular.
Çünkü, bu konuda da savaşın koşulları, ciddi olarak biçim değiştirmişti. Eski tarzda ayaklanma, 1848’e kadar her yerde kesin olan barikatlar üzerinde savaş, şimdi bir hayli eskimiş, modası geçmişti.
Bu konuda hayale kapılmayalım: sokak çatışmasında, başkaldırmanın birliklere karşı zaferi, iki ordu arasındaki bir savaşta olduğu gibi bir zafer, çok ender bir şeydir. Ama zaten başkaldıranların bunu hedef almış oldukları durumlar da çok seyrek olmuştur. Onlar için ancak birlikleri moral bakımından etkileyerek gevşetmek, zayıflatmak sözkonusuydu, bu da savaşan iki ülkenin orduları arasındaki savaşımda hiç bir rol oynamaz ya da pek o kadar büyük bir rol oynamaz. Eğer bu başarılırsa, birlik savaşmayı reddeder, ya da komutanlar başlarını kaybederler ve başkaldırma, zaferi kazanır. Ama eğer bu başarıya ulaşamazsa, o zaman, sayıca daha az birliklerle bile olsa, donatım (teçhizat), eğitim (talim), tek merkezden yönetme, silahlı kuvvetlerin sistemli bir biçimde kullanılması ve disiplin bakımından üstünlük galip gelir. Bir başkaldırma hareketinin gerçekten taktik bir eylemden bekleyebileceği en fazla şey, tek başına bir barikatın yoluna yordamına göre kurulup savunulmasıdır. Karşılıklı destek, yedek kuvvetlerin kurulması ve kullanılması, kısacası, bir mahallenin, hele hele bütün bir büyük kentin daha savunulması için mutlaka zorunlu olan ayrı ayrı müfrezeler arasında işbirliği, ancak çok yetersiz bir biçimde gerçekleştirilecektir ya da hiç gerçekleştirilemeyecektir; silahlı kuvvetlerin belirleyici bir nokta üzerinde yoğunlaştırılması elbetteki sözkonusu değildir. Buna göre pasif direniş, egemen olan savaşım biçimidir; kuvvetlerini toplayarak saldırı, elbette ki, şurada burada, fırsat (sayfa 239) düştüğünde, ama gene de ancak çok özel durumlarda, ilerlemeler ve yandan saldırılar kaydettirecektir, ama genel kural olarak geri çekilmekte olan birliklerin bıraktıkları mevzilerin tutulması ile sınırlı kalacaktır. Buna ek olarak, bir de ordunun bulunduğu yanda, toplar vardır, baştan aşağı donatılmış, talim görmüş istihkâm birlikleri, başkaldıranların hemen hemen her zaman tümden yoksun bulundukları savaş araçları vardır. En büyük bir kahramanlıkla çarpışılan barikat savaşlarının bile, Haziran 1848’de Paris’te, Ekim 1848’de Viyana’da, Mayıs 1849’da Dresden’de saldırıyı yöneten liderler siyasal düşüncelere aldırmadıklarından salt askeri görüş ve gerekçelerle hareket edince ve erleri de kendilerine bağlı kalınca, sonunda başkaldırmanın yenilgisiyle sonuçlanmasında, demek ki, şaşılacak bir şey yoktur.
1848’e kadar, başkaldıranların sayısız başarıları çok çeşitli nedenlerden ileri gelmiştir. Paris’te, 1830 Temmuz ve 1848 Şubatında, İspanya’da sokak savaşlarının çoğunda olduğu gibi, başkaldıranlarla erler arasında bir sivil muhafız örgütü vardı, bu, ya doğrudan doğruya ayaklanmalardan yana geçiyordu, ya da kendi oynak, kararsız tutumu ile birlikler içinde de bir kararsızlık yaratıyor ve ayrıca da başkaldıranlara silah sağlıyordu. Bu sivil muhafızın, daha işin başında ayaklanmanın karşısına dikildiği yerde, Haziran 1848’de olduğu gibi, ayaklanma yenildi. Berlin’de, 1848’de, 19 [Mart] gecesi ve sabahında, yeni yeni silahlı kuvvetlerin akın edişi sayesinde olsun, askeri birliklerin bitkinleşmesi ve iyi yedirilip içirilmemesi yüzünden olsun, son olarak komuta kademesinin felce uğraması sonucu olsun halk kazandı. Ama her durumda da zafer, birlikler yürü emrini dinlemedikleri için, askeri şeflerde karar verme yeteneği eksik olduğu için, ya da elleri kolları bağlı olduğu için kazanıldı.
Demek ki, klâsik sokak çarpışmaları çağında bile, barikatların, maddi olmaktan çok manevi bir etkisi vardı. Barikat, askerlerin cesaretini, dayanma gücünü (metanetini) sarsmak için bir çare idi. Eğer barikat, askerler çözülünceye kadar tutunursa zafer elde ediliyordu; yok, tutunamazsa yenilmek vardı. Bu, gelecekte de, sokak savaşının başarı olasılıkları incelendiği zaman akılda tutulması gereken başlıca noktadır.[2*] (sayfa 240)
1849’da başarı şansları oldukça kötüydü. Burjuvazi her yerde hükümetlerden yana geçmişti. Ayaklanmaya karşı yola çıkan askerleri “uygarlık ve mülkiyet” selamlıyor ve ağırlıyordu. Barikatlar, çekiciliğini, büyüsünü yitirmişti; asker, barikatların ardında artık “halkı” değil, birtakım başkaldıranları, kışkırtıcıları, yağmacıları, her şeyi paylaştırmak isteyenleri, toplumun tortusunu görüyordu; subay, zamanla, sokak çarpışmasının taktik biçimlerini öğrenmişti, artık, düpedüz, kendini gizlemeden beklenmedik bir barikatın üzerine doğru yürümüyordu, ama bahçelerden, avlulardan, evlerden geçerek onu çeviriyordu. Ve biraz beceri ile, bu, artık onda-dokuz başarıya ulaşıyordu.
Ama o zamandan beri daha çok şey değişti, ve hepsi de askerlerin lehinde oldu. Büyük kentler önemli bir genişlik kazandıysa da, ordular daha da fazla büyüdü. 1848’den beri Paris ve Berlin, o zamanki durumlarının dört katına çıkmadılar, ama gamizonları bunun da ötesinde çoğaldı. Bu garnizonlar, demiryolları sayesinde, yirmidört saatte iki katlarının üstüne çıkabilirler ve yirmidört saatte dev ordular haline gelecek kadar büyüyebilirler. Muazzam bir şekilde takviye edilen bu birliklerin silahları eskisiyle ölçülemeyecek kadar daha etkilidir. 1848’de basit horozlu tüfek vardı, şimdi ise küçük kalibreli ve mekanizmalı tüfek, ilkinden dört kere daha uzağa, on kere daha isabetli ve on kere daha çabuk ateş ediyor. Eskiden topçunun göreli olarak az etkili gülleleri ve obüsleri vardı; bugün bir tanesi en iyi barikatı un ufak etmeye yetecek, çarpınca patlayan havan topu mermileri var. Eskiden duvarlar, istihkâmcıların sivri kazması ile delinirdi, bugün dinamit lokumları kullanılıyor.
İsyancılar tarafında ise, tersine, bütün koşullar daha beter oldu. Halkın bütün tabakalarının sempatisini toplayacak yeni bir ayaklanma pek güç olacaktır; sınıf savaşımında, bütün orta tabakalar, hiç bir zaman, karşı yönde, yani burjuvazinin çevresinde toplanmış gerici partiyi hemen hemen tamamen ortadan kaldıracak biçimde yalnız proletaryanın çevresinde toplanmayacaklardır kuşkusuz. Şu halde, “halk”, her zaman bölünmüş görünecektir, ve bundan (sayfa 241)ex tempore[3*] imal edilememesidir; şu halde tüfeklerin çoğu, özel olarak kendilerine uygun gelen cephane bulunmadığı sürece işe yaramazlar. Son olarak, 1848’den bu yana büyük kentlerde kurulan mahallelerin caddeleri uzun, dümdüz ve geniş, ve yeni topların ve yeni tüfeklerin etkinliklerine uyarlanmışa benzerler. Bir barikat savaşı için Berlin’in kuzey ve doğusundaki yeni işçi semtlerini seçecek bir devrimcinin çılgın olması gerekirdi.
Bu demek midir ki, gelecekte sokak mücadelesi hiç bir rol oynamayacaktır? Hiç de değil. Yalnız şu demektir: 1848’den bu yana koşullar, sivil savaşçılar için çok daha elverişsiz, birlikler için ise çok daha elverişli olmuştur. Şu halde bir sokak çarpışması, gelecekte, ancak bu elverişsiz durum başka etmenlerle kapatıldığı, giderildiği taktirde başarılı olabilir. Onun için, sokak çarpışması, büyük bir devrilin başlarında, gelişmesi sırasında olduğundan daha seyrek olacaktır ve bu işe daha büyük kuvvetlerle girişmek gerekecektir. Ama o zaman da bu büyük kuvvetler, bütün Fransız Devriminde, 4 Eylül ve 31 Ekim 1870’te Paris’te olduğu gibi,[110] kuşkusuz, açık saldırıyı barikatın pasif taktiğine yeğ tutacaklardır.[4*]
Okur şimdi anlıyor mu neden yönetici iktidarlar, ille de bizi tüfeklerin patladığı, kılıçların şakladığı yere götürmek istiyorlar? Neden, bugün, peşinen yenilmekten emin bulunduğumuz sokağa paldır küldür inmiyoruz diye bizi korkaklıkla (sayfa 242) karalıyorlar? Neden ısrarla nihayet bir gün kurbanlık koyun gibi ortaya atılmamız için yalvarıp duruyorlar?
Bu baylar, provokasyonlarını olduğu gibi yalvarılarını da boşuna ve hiç uğruna harcıyorlar. Biz o kadar sersem değiliz. Onlar, pekâlâ, gelecek savaşta, düşmanlarından, savaş alanında eski Fritz[5*] zamanında olduğu gibi safa geçmelerini ya da Wagram ve Waterloo[111] biçimi tümen kolları halinde sıralanmalarını ve bir yandan da, çakmaklı tüfek elde, savaşmalarını isteyebilirler. Baskınlar zamanı, bilinçsiz yığınların başında bilinçli bir küçük azınlık tarafından gergekleştirilen devrimler zamanı geçti. Toplum düzenlenişinin tam bir dönüşümünün sözkonusu olduğu yerde, yığınların kendilerinin de bunda işbirliği yapmaları, sözkonusu olan şeyin ne olduğunu, varlarıyla yoklarıyla neyin içine girdiklerini[6*] önceden anlamış olmaları gerekir; işte son elli yılın tarihinin bize öğrettikleri bunlardır. Ama yığınların yapılacak olanın ne olduğunu anlaması için, uzun, direşken bir çalışma zorunludur; ve işte şimdi bizim yaptığımız da bu çalışmadır ve biz, bunu, hasımlarımızı umutsuzluğa düşüren bir başarı ile yapıyoruz.
Latin ülkelerinde dahi eski taktiği yeniden gözden geçirmek gerektiği gitgide daha iyi anlaşılmaktadır. Her yerde, Almanların oy verme hakkından yararlanma ve bizim için ulaşılabilir bütün görevlerin ele geçirilmesi örneği taklit edildi; hazırlıksız bir saldırının başlatılıvermesi her yerde arka plana itildi.[7*](sayfa 243) halkın büyük kitlesini, yani Fransa’da köylüleri kazanmadıkça, kendileri için sürekli bir zaferin olanaklı olmadığını gittikçe daha iyi anlıyorlar. Yavaş giden propaganda çalışması ve parlamenter eylem, orada da, partinin en ivedi görevi olarak kabul edilmiştir. Başarılar da eksik olmamıştır. Yalnızca bir dizi belediye meclisi ele geçirilmekle kalınmamıştır; mecliste elli sosyalist yer almaktadır ve bunlar, daha, şimdiden üç bakanı ve bir cumhurbaşkanını devirmişlerdir. Belçika’da, işçiler, geçen yıl, oy verme hakkını kopardılar ve seçim bölgelerinin dörtte-birinde kazandılar. İsviçre’de, İtalya’da, Danimarka’da ve hatta Bulgaristan ve Romanya’da sosyalistler, parlamentoda temsil ediliyorlar. Avusturya’da, bütün partiler, ağız birliğiyle, Reichsrat kapıları daha uzun süre bize kapalı tutulamayacaktır, diyorlar. Biz gireceğiz oraya, bu kesin bir şey, ancak, sadece hangi kapıdan girileceği konusu üzerinde çekişiliyor. Ve hatta Rusya’da bile, o ünlü Zemski Sobor
Besbelli ki, yabancı arkadaşlarımız, bu yüzden, hiç bir şekilde devrim haklarından vazgeçmiyorlar. Devrim hakkı, sonu sonuna, tek, gerçek “tarihsel hak” değil midir, soylularının devrimi, 1755’te, bugün bile hâlâ yürürlükte olan feodalizmin şanlı yazılı onaylanması “soydan geçme antlaşma” [“Erbvergleich”] ile sonuçlanan Mecklembourg da dahil ayrısız gayrısız bütün modern devletlerin dayandığı tek tarihsel hak değil midir?[112] Devrim hakkı, tüm dünyanın bilincinde, öyle sözgötürmez bir biçimde yerleşmiştir ki, general Von Boguslavski bile, imparatoru hesabına istediği hükümet darbesi hakkını, yalnız halkın olan devrim hakkına dayandırmaktadır.
Ama, başka ülkelerde ne olursa olsun, Alman sosyal-demokrasisinin özel bir durumu vardır ve bu bakımdan da, hiç değilse kısa vadede özel bir görevi vardır. Alman sosyal-demokrasisinin sandık başına gönderdiği iki milyon seçmen, onların ardındaki seçmen olmayan gençler ve kadınlar, uluslararası proletarya ordusunun en kalabalık, en sıkı örülmüş kitlesini, kesin “vurucu grubunu” oluşturur. Bu kitle, (sayfa 244) daha şimdiden, kullanılan oyların dörtte-birinden fazlasını sağlamıştır; ve, kısmi Reichstag seçimlerinin, çeşitli ülkelerin Diyet seçimlerinin, belediye meclisi ve işçi-patron arası hakem kurulları seçimlerinin tanıtladıkları gibi durmadan artmaktadır. Bu yığının büyümesi, tıpkı bir doğal süreç kadar kendiliğinden, o kadar duraklamadan, o kadar karşı durulmaz bir biçimde ve aynı zamanda o kadar telaşsızca olmaktadır. Bu büyümeyi engellemek için hükümetin yaptığı bütün müdahaleler, güçsüzlüğünü ortaya koymuştur. Bugünden iki milyon ikiyüzelli bin seçmene bel bağlayabiliriz. Eğer bu böyle giderse yüzyılın sonuna kadar, toplumun orta tabakalarının, küçük-burjuvazinin ve küçük köylülerin en büyük bölümünü elde ederiz ve ülkenin içinde belirleyici bir etkinliği olan, bütün öteki güçlerin, ister istemez karşısında eğilmek zorunda olacağı bir güç haline gelinceye kadar büyürüz. Bu çoğalıp büyüme temposunu, kendiliğinden iktidardaki hükümet sisteminden daha güçlü duruma gelinceye kadar, günden güne güçlenen bu vurucu gücü öncü kavgalarıyla yıpratmayıp son kesin an gelinceye kadar hiç bir saldırıya uğratmaksızın[8*] koruyup sürdürmek, işte başlıca görevimiz budur. Yoksa, Almanya’daki dövüşken sosyalist kuvvetlerin sürekli büyümesini geçici olarak durdurabilecek ve hatta onu bir süre geriletebilecek bir tek çare vardır, o da, 1871’de Paris’te olduğu gibi askeri birliklerle büyük çapta bir çatışma ve büyük bir kan dökülmesidir. Zamanla bunun da üstesinden gelinecektir elbette. Milyonlarla sayılan bir partiyi, tüfek ateşiyle yeryüzünden silip atmaya, Avrupa ve Amerika’nın bütün mekanizmalı tüfekleri yetmez. Ne var ki normal gelişme felce uğrar, vurucu güç, belki de, kritik anda orada bulunmaz, son ve kesin kavga[9*] geçikir, uzar ve beraberinde daha ağır fedakarlıkları getirir.
Dünya tarihinin acı cilvesi her şeyi altüst ediyor. Biz, “devrimciler”, “karaşalık çıkaranlar”, legal yollarla, illegal (sayfa 245) yollarla ve kargaşa ile olduğundan çok daha iyi gelişiyoruz, başarılı oluyoruz. Kendi kendilerine verdikleri adla düzenin partileri gene kendilerinin yarattıkları yasal (légal) durum yüzünden yokolup gidiyorlar. Onlar, Odilon Barrot’un ağzından umutsuzlukla bağırıyorlar: la légalité nous tue, yasallık (légalité) bizi öldürüyor oysa biz, bu legalite içinde, kaslarımızı sağlamlaştırıyor, yanaklarımızı pembeleştiriyoruz ve sonsuz gençliği soluyoruz. Eğer biz, onları hoşnut etmek için bizi sokak çatışmasına sürüklemelerine izin verecek kadar sağduyudan yoksun değilsek, en sonunda, kendileri için artık o kadar uğursuz bir hale gelen bu legaliteyi gene kendi elleri ile kırmaktan başka yapacak bir şeyleri kalmayacaktır.
Bu arada, kargaşaya karşı yeni yasalar yapıyorlar. Her şey yeniden tersine çevrildi. Bugünün bu bağımsız kargaşa düşmanları, dünün kargaşacıları değiller midir sanki? Acaba 1866 içsavaşını biz mi kışkırttık? Hannover kralını, imparator seçici Hesse prensini, Nassau dükünü, babalarından kalma meşru ülkelerinden biz mi kovduk, bu soydan gelme ülkeleri biz mi toprağımıza kattık? Ve, Tanrının inayeti ile Alman Bund’unun ve üç tahtın bu yıkıcıları, yıkıcılıktan mı yakınıyorlar? Quis tuleilt Gracchos de seditione querentes?[10*] Bismarck’ın hayranlarına, yıkıcılığa dil uzatma iznini kim verebilir ki?
Bununla birlikte, onlar, gene de devrime karşı yasa tasarılarını pekâlâ çıkartabilirler, bunları daha da ağırlaştırabilirler, bütün ceza yasalarını kauçuğa döndürebilirler, güçsüzlüklerinin yeni bir tanıtını vermekten başka bir şey yapmış olmayacaklardır. Ciddi bir biçimde sosyal-demokrasiye saldırmaları için daha bambaşka önlemlere başvurmaları gerekecektir. Onlar, asıl yasalara uyduğu için sağlıklı ve güçlü olan sosyal-demokrat devrimin, ancak, yasaları çiğnemeden yaşayamayan düzen partisinin çıkaracağı kargaşalıkla hakkından gelebilirler. Prusyalı bürokrat Bay Roessler ve Prusyalı general Bay Von Boguslavski, ne yazık ki sokak savaşlarına sürüklenme oyununa gelmeyen işçileri belki de hâlâ alt edebilmenin tek yolunun ne olduğunu onlara gösterdiler. (sayfa 246) Anayasanın çiğnenmesi, diktatörlük, mutlakiyete dönüş, regis voluntas suprema lex![11*] Demek ki, biraz yürek gerek baylar, artık yapar gibi yapmak değil, gerçekten yapmak sözkonusu.
Ama unutmayınız ki, Alman İmparatorluğu, bütün küçük devletler gibi ve genel olarak bütün modern devletler gibi, bir antlaşmanın ürünüdür; ilkönce, prenslerin kendi aralarında yaptıkları antlaşmanın, ve sonra, prenslerin halkla yaptıkları antlaşmanın. Eğer taraflardan biri antlaşmayı bozarsa, bütün antlaşma hükümsüz kalır ve o zaman öteki taraf da bağlı sayılmaz, tıpkı Bismarck’ın 1866’da bize pek güzel gösterdiği gibi. Demek ki, eğer siz, imparatorluk anayasasını çiğnerseniz, sosyal-demokrasi size istediğini yapmakta serbest olur. Ama sonra onu ne yapacağını size bugünden söyleyecek değildir.[12*]
Bundan hemen hemen tam 1.600 yıl önce Roma İmparatorluğunda da tehlikeli bir devrimci parti ortalığı kasıp kavuruyordu. Bu parti, dini ve devletin bütün temellerini baltalıyordu. İmparatorun iradesinin en yüce yasa olduğunu açıkça reddediyordu. Vatansızdı, enternasyonaldi, Galya’dan Asya’ya kadar bütün imparatorluk yüzeyinde yayılıyor, imparatorluğun sınırlarından ötelere taşıyordu. Bu parti, uzun zaman yeraltında gizli baltalama eyleminde bulunmuştu. Ama uzunca bir süreden beri gün ışığına çıkacak kadar güçlü olduğuna inanıyordu. Hıristiyan adı altında tanınan bu devrimci parti orduda da güçlü bir biçimde temsil ediliyordu. Koskoca lejyonlar hıristiyandı. Putatapıcı ulusal dinin resmi törenlerine katılmaları emredildiğinde, devrimci askerler küstahlıklarını, zırhlı başlıklarına protesto ettiklerini belirten özel işaretler haçlar takmaya kadar vardırıyorlardı. Üstlerinin kışlalarda adet halini alan hır çıkarmaları da bir işe yaramıyordu. Ordusunda düzenin, emre uymanın ve disiplinin nasıl baltalandığını gören imparator Dioelétien artık daha fazla kendini tutamadı. Enerjik bir biçimde işe el koydu. Çünkü henüz vakit vardı. Sosyalistlere karşı bir (sayfa 247) yasa çıkardı, yani hıristiyanlara karşı bir yasa demek istiyorum. Devrimcilerin toplantıları yasaklandı. Lokalleri kapatıldı ya da yıkıldı, hıristiyan işaretleri, haç, vb., Saksonya’da kırmızı mendillerin yasaklandığı gibi yasaklandı. Hıristiyanlar devlet görevlerinde çalışamaz oldular, askerlikte onbaşı olma hakları bile yoktu. O dönemde, Bay Von Köller’in devrime karşı yasa tasarısının[113] varsaydığı biçimde “bireyin saygısını” uyandıran bugünkü kadar iyi eğitilmiş yargıçlar olmadığına göre, hıristiyanların mahkemelerden adalet arama hakları düpedüz yasaklanmıştı. Hıristiyanları ayrı tutan bu özel yasa da etkisiz kaldı. Hıristiyanlar, yazılı yasayı, duvarlardan alay ederek söküp attılar. Dahası var, söylendiğine göre, Nicomedie’de[13*] hıristiyanlar, imparatorun oturduğu sarayı ateşe verdiler. Bunun üzerine imparator, öcünü, MS 303 yılında hıristiyanlara karşı büyük kıyıma girişerek aldı. Bu, bu cins kıyımların sonuncusu idi. Ve o kadar etkili oldu ki, onyedi yıl sonra ordunun büyük çoğunluğu hıristiyanlardan oluşuyordu ve Dioclétien’den sonra gelen ve papazların Büyük adını taktıkları Roma İmparatorluğunun yeni hükümdarı Konstantin, hıristiyanlığı devlet dini ilân ediyordu. (sayfa 248)
Londra, 6 Mart 1895 FRİEDRİCH ENGELS
Die Neue Zeit, c. 2,
n° 27 ve 28, 1894-9’te ve
Karl Marx Die Klassenkämpfe
in Frankreich 1848 bis 1850,
(Berlin 1895) adlı kitapta
kısaltılmış biçimde yayınlanmıştır
Dipnotlar
[1*] Konfliktskammer, yani o sıra hükümetle çatışma halinde olan Prusya Meclisi. -Ed.
[2*] Bu son tümce, Die Neue Zeit’ta ve Fransa’da Sınıf Savaşımları’nın 1895 tarihli baskısında yer almıyordu. -Ed.
[3*] Hemen oracıkta. -ç.
[4*] Bu paragraf, Die Neue Zeit’ta ve Fransa’da Sınıf Savaşımları’nın 1895 tarihli baskısında yer almıyordu. -Ed.
[5*] Friedrich II. -Ed.
[6*] Die Neue Zeit’ta ve Fransa’da Sınıf Savaşımları’nın 1895 tarihli baskısında, “varlarıyla yoklarıyla neyin içine girdiklerini” sözcüklerinin yerine “neyin uğrunda savaşmaları gerektiğini” sözcükleri yer alıyordu. -Ed.
[7*] “Hazırlıksız bir saldırının başlatılıvermesi her yerde arka plana itildi” sözcükleri Die Neue Zeit’ta ve Fransa’da Sınıf Savaşımları’nın 1895 tarihli baskısında yer almıyordu. -Ed.
[8*] “günden güne güçlenen bu vurucu gücü öncü kavgalarıyla yıpratmayıp son kesin an gelinceye kadar hiç bir saldırıya uğratmaksızın” sözcükleri, Die Neue Zeit’ta ve Fransa’da Sınıf Savaşımları’nın 1895 tarihli baskısında yer almıyordu. -Ed.
[9*] Die Neue Zeit’ta ve Fransa’da Sınıf Savaşımları’nın 1895 tarihli baskısında, “vurucu güç, belki de, kritik anda orada bulunmaz” sözcükleri yoktur ve “son ve kesin kavga” yerine “karar” denilmektedir. -Ed.
[10*] Gracchus’ların bir başkaldırmadan yakınmalarını kim dinler? (Juvenal Satire II.) -Ed.
[11*] Kralın iradesi en yüce yasadır! -ç.
[12*] “Tıpkı Bismarck’ın 1866’da…” diye başlayan sözcüklerden paragrafın sonuna kadar olan kısım, Die Neue Zeit’ta ve Fransa’da Sınıf Savaşımları’nın 1895 tarihli baskısında yer almıyordu. -Ed.
[13*] İzmit’in eski adı. -ç.
Açıklayıcı Notlar
[53] Burada Fransız burjuvazisi tarafından korkunç bir vahşetle bastırılan Paris işçilerinin 23-26 Haziran 1848’de giriştikleri kahramanca ayaklanmaya değiniliyor.
[65] Meşruiyetçiler Büyük topraklı soyluların çıkarlarını temsil eden ve 1830’da devrilmiş olan “meşru” Bourbon hanedanı yandaşları, Finans aristokrasisine ve büyük burjuvaziye dayanarak hüküm sürmekte olan Orleans hanedanına (1830-48) karşı savaşımlarında, meşruiyetçilerin bir kesimi toplumsal demagojiye sığınmış ve kendilerini burjuvazinin sömürüsüne karşı çıkan halkın savunucusuymuş gibi göstermeye kalkmışlardır. -257
[70]
[71] Burada, 18. Yüzyılın sonunda Polonya’yı parçalamış olan ve Viyana Kongresinin aldığı karar uyarınca Krakov’u ortaklaşa denetimleri altında bulunduran Avusturya, Rusya ve Prusya’ya karşı Krakov Cumhuriyetinde başlayan ulusal kurtuluş ayaklanmasına değiniliyor. 22 Şubat 1846’da Krakov’da iktidarın isyancıların eline geçmesi, Polonya Cumhuriyeti Ulusal Hükümetinin kurulması ve bu hükümetin feodal yükümlülükleri kaldıran bir manifesto yayınlaması, Polonya topraklarının tümü üzerinde yeralaak ve başını devrimci demokratların (Dembovski ve ötekiler) çektiği genel bir ayaklanma planının bir parçasıydı. Polonya’nın diğer kesimlerinden etkin destek sağlayamadığından, Krakov ayaklanması, Mart ayında Avusturya ve çarlık Rusya kuvvetleri tarafından bastırıldı; Kasım 1846’da, Avusturya, Prusya ve Rusya, kendi aralarında, “hür Krakov kenti”ni Avusturya İmparatorluğuna katan bir anlaşma imzaladılar.
[82] Engels, Anti-Dühring’de şöyle yazıyordu: “Ekonomi politik, dahi kafalarda 17. Yüzyıl sonuna doğru doğmuş olmasın akarşın, gene de, dar anlamda, fizyokratlar ve Adam Smith’in vermiş bulundukları olumlu formüller içinde, esas itibariyle 18. yüzyılın çocuğudur…” (F. Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, Ankara 1975, s. 241.)
[94] Marks’ın Fransa’da Sınıf Savaşımları, 1848-1850 adlı yapıtı, “1848’den 1849’a” başlığı altında bir dizi makaleden oluşmaktadır. Bu yapıt, Fransa’nın tarihinin tüm bir dönemini materyalist açıdan açıklamakta ve proletaryanın devrimci taktiklerinin en önemli ilkelerini ortaya koymaktadır. Yığınsal devrimci savaşımın pratik deneyimlerinden hareketle Marks, kendi devrim ve proletarya diktatörlüğü teorisini geliştirmiştir. İşçi sınıfının siyasal gücü elde etmesinin zorunluluğunu ortaya koyarken Marks, ilk kez “proletarya diktatörlüğü” terimini kullanmakta ve bu diktatörlüğün siyasal, ekonomik ve ideolojik görevlerini açığa çıkarmaktadır. İşçi sınıfı önderliğinde işçi-köylü ittifakı düşüncesini formüle etmektedir. İlk plana göre Fransa’da Sınıf Savaşımları dört makale içerecekti. “Haziran 1848 Yenilgisi”, “13 Haziran 1849”, “13 Haziranın Kıta Üzerindeki Sonuçları” ve “İngiltere’de Mevcut Durum”. Ne var ki, bu makalelerden ancak üçü çıktı. Haziran 1849 olaylarının Kıta üzerinde yarattığı etkiler ve İngiltere’deki durum sorunu, Neue Rheinische Zeitung’daki öteki yazılarda ele alındı, özellikle Marks ve Engels’in birlikte yazdıkları uluslararası yorumlardı. Engels bu yapıtı 1895’te yayına hazırlarken, “Üçüncü Uluslararası Yorum”un Fransa’daki olaylarla ilgili kesimlerini dördüncü bölüm olarak yapıta ekledi. Engels bu bölüme “1850 Yılında Genel Oy Sisteminin Yürürlükten Kaldırılması” başlığını koydu. Bu ciltteki ilk üç bölümün başlıkları, dergide çıkan yazılardaki başlıklardır; dördüncü bölümün başlığı ise 1895 tarihli bastıdaki başlıktır.
[95] Engels’in Fransa’da Sınıf Savaşımları, 1848-1850 için yazmış olduğu giriş, bu yapıtın 1895’te Berlin’deki yarı bir yayını için hazırlanmıştır.
1848-49 devriminin ve bu devrimden çıkan ve Marks’ın yapıtında yeralan derslerin tahlilinin büyük önemini gösterdikten sonra, Engels, bu girişin büyük bir kısmını proletaryanın sınıf savaşımında, özellikle Almanya’dakinden edinilen deneyimin sentezine ayırmıştır. Engels, bütün yasal araçlardan proletaryayı sosyalist bir devrime hazırlama uğruna devrimci bir biçimde kullanılması, demokrasi savaşımı ile sosyalist devrim savaşımının ustaca bağdaştırılması ve birinci görevin ikincisine tabi kılınması zorunluluğunu vurgulamaktadır. Yazdığı bu girişte Engels, somut tarihsel koşullara uygun düşen taktik yöntemler ve savaşım biçimleri kullanılmasını ve proletaryanın yeğlediği barışçı devrimci savaşım biçimlerinin yerine, egemen gerici sınıflar şiddete başvurduklarında, barışçı olmayan biçimlerin konulmasını öngören marksist ilkeleri bir kez daha ortaya koymaktadır.
Bu girişin yayınlanmasından önce Alman Sosyal-Demokrat Partisinin yürütme organı, ısrarla, Engels’ten bu yazıdaki “aşırı-devrimci” havayı yumuşatmasını ve daha basiretli hale getirilmesini istedi. Engels, parti önderliğinin karasız tutumunu ve “tamamıyla yasal çerçeve içersinde hareket etme” çabalarını en sert bir biçimde eleştirdi. Ama yürütme organından gelen baskılar altında provalardaki bazı pasajları çıkarmak ve bazı fomülasyonları değiştirmek zorunda kaldı. (Bu değişiklikler ve çıkarmalar konusundaki ayrıntılar dipnotlarda gösterilmiştir. Bu girişin bugüne kadar elde kalmış olan provaları ve asıl elyazmasına yapılan atıflar, metni ilk biçimine getirmeyi olanaklı kılmaktadır.)
Sosyal-demokrasinin bazı önderleri, girişin bu kısaltılmış metnine dayanarak Engels’i iktidarın yalnızca barışçıl yöntemlerle ele geçirilmesini savunan, koşullar ne olursa olsun barışçıl olan, “legalite quand même” aşığı olan bir kişi gibi gösterme girişiminde bulundular. Buna çok öfkelenen Engels, yazdığı girişin Neue Zeit’te tam olarak yayınlanmasında diretti. Ama, giriş, bu dergide ancak yazarın yukarda değinilen nedenlerle yapmak zorunda kaldığı kısaltmalarla yayımlandı. Bu kısaltılmış haliyle bile giriş, gene de devrimci özünü korumaktaydı.
Engels’in girişinin tam metni, ilk kez Fransa’da Sınıf Savaşımları, 1848-1850’nin Sovyetler Birliği’nde çıkan 1930 baskısında yayınlandı. -226
[96] Neue Rheinische Zeitung, Politisch-Ökonomische Revue Marks ve Engels tarafından Aralık 1849’da kurulmuş ve yayınına Kasım 1850’ye kadar devam etmiş olan bir dergi. Komünist Birliğin teorik ve siyasal organıydı, Hamburg’da basılıyordu. Altı sayı çıkmıştır. Yayınına polis baskısı ve mali sıkıntı yüzünden son verilmiştir. -226
[97] Engels burada, İmparator Wilhelm I’in Bismarck’a hediye etmiş olduğu Sachsenwald’a (Saxon Koruluğu) atıfta bulunarak alaylı bir biçimde hükümet teşviklerini kastediyor. -230
[98] In partibus infidelium (kafirler diyarında) Hıristiyan olmayan ülkelerde salt adı var kendi yok piskoposluk bölgelerine atanan katolik piskoposlara verilen ek bir ünvan. Bu deyim Marks’on ve Engels’in yapıtlarında, çoğu kez, bir ülkedeki fiili durumu görmezden gelerek yurtdışında kurulmuş olan mülteci hükümetler için kullanılmaktadır. -230
[99] İngiliz devrimi konusunda Engels’in, “Tarihi Materyalizm” adındaki incelemesine bakınız: K. Marks-F. Engels, Felsefe İncelemeleri. -230
[100] Burada 19. Yüzyılın ilk yarısında Fransız burjuvazisinin monarşiden yana olan iki partisine değiniliyor: Meşruiyetçiler ve orleancılar.
Orleancılar 1830 Haziran devrimi ile iktidara gelen ve 1848 Devrimi ile devrilen Bourbon hanedanı yandaşları. Bunlar mali aristokrasinin ve büyük burjuvazinin çıkarlarını temsil ediyorlardı.
İkinci Cumhuriyet döneminde (1848-51) meşruiyetçiler ve orleancılar birleşik tutucu “düzen partisi”nin çekirdeğini oluşturdular. -496
[101] Napoléon III zamanında Fransa, Kırım Savaşına katıldı (1854-55), İtalya hesabına Avusturya’ya savaş açtı (1859), İngiltere ile birlikte Çin’e karşı açılan savaşa katıldı (1856-58 ve 1860), Çin-Hindi’ni istilaya başladı (1860-61), Suriye’ye ve Meksika’ya sefer düzenledi (1860-61), ve 1870-71’de Prusya ile savaştı. -234
[102] Engels tarafından kullanılan bu terim, bonapartçı İkinci İmparatorluğun (1852-70) egemen çevreleri tarafından yürütülen dış politikanın dayandığı ilkeleri ifade etmektedir. Bu sözde ulusallık ilkesi, büyük güçlerin egemen sınıfları tarafından kendi istila planlarına ve serüvenlerine ideolojik bir kılıf geçirmek amacıyla kullanılmaktaydı. Bunun, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasıyla hiç bir ortaklaşa yanı yoktur. Bu ulusal kin yaratmak ve özellikle azınlıkların ulusal hareketlerini çatışan güçler tarafından yürütülen karşı-devrimci politikaların bir aracı haline dönüştürmek için kullanılmaktaydı. -235
[103] Alman Konfederasyonu, feodal-mutlakiyetçi Alman devletlerinin 8 Haziran 1815’te Viyana Kongresi tarafından kurulan birliğidir. Almanya’nın siyasal ve okonomik parçalanmışlığının sürdürülmesine yardımcı olmuştur. -235
[104] 1870-71 Fransa-Prusya Savaşının Prusya’nın zaferi ile sonuçlanması üzerine, ortaya Avusturya’yı içine almayan bir Alman İmparatorluğu çıktı. Buna “Küçük Alman İmparatorluğu” denmesinin nedeni budur. Napoléon’un yenilgisi Fransa’da Louis Bonaparte’ı deviren ve 4 Eylül 1870’de bir cumhuriyet kuran devrime yolaçan nedenlerden biri oldu. -235
[105] Ulusal Muhafız Komutanları seçimle atanan gönüllü sivil silahlı birlikler; Fransa’da ve öteki Batı Avrupa ülkelerinde vardı. İlk kez Fransa’da, burjuva devriminin başlangıcında kurulmuş ve kesintilerle 1871’e kadar varolmuştur. Fransız-Prusya savaşı sırasında geniş demokratik yığınlar ile güçlendirilmiş olan Paris ulusal muhafızı 1870-71’de başlıca devrimci rolü oynamıştır. Ulusal muhafızın Şubat 1871’de kurulan Merkez Komitesi, 18 Mart 1871 proleter ayaklanmasının başını çekmiş ve 1871 Paris Komününün ilk dönemlerinde (28 Mart’a kadar), dünyanın ilk proleter devleti olmuştur. Paris Komününün bastırılmasından sonra ulusal muhafız dağıtılmıştır. -235
[106] Fransız-Alman savaşı sona erince, Almanya, 1871 Barış Anlaşması uyarınca Alsace-Lorraine’i Fransa’dan aldı ve onu 5 milyorlık bir tazminat ödemek zorunda bıraktı. -236
[107] Sosyalistlere-karşı yasa, Almanya’da 21 Ekim 1878’de çıkartıldı. Buna göre, Sosyal-Demokrat Partinin bütün örgütleri, işçilerin yığın örgütleri ve işçilerin yayın organları yasaklanıyor, sosyalist yayınlar toplattırılıyor ve sosyal-demokratlar cezalandırılıyordu. Yığınsal işçi sınıfı hareketlerinin baskısı altında bu yasa 1 Ekim 1890’da kaldırıldı. -239
[108] Genel oy hakkı, Bismarck tarafından, 1866 yılında, Birleşik Alman İmparatorluğunun Reichstag’ı için yapılan seçimler sırasında kabul edilmiştir. -237
[109] Marks’ın yönetiminde Jules Guesde ve Paul Lafargue tarafından hazırlanmış ve 1880’de Havre kongresi tarafından kabul edilmiş olan Fransız İşçi Partisi programı kastediliyor. -238
[110] Burada 4 Eylül 1870’e, yani Louis Bonaparte’ın devrildiği ve cumhuriyetin ilan edildiği güne ve blankicilerin ulusal savunma hükümetine karşı ayaklanmalarının yenilgiye uğradığı aynı yılın 31 Ekim gününe değiniliyor. -242
[111] Wagram Savaşı, 1809 Avusturya-Fransa savaşı sırasında, 5-6 Temmuz 1809’da oldu. Napoléon Bonaparte’ın komuta ettiği Fransız birlikleri Arşidük Charles’in Avusturya ordusunu yendi.
Waterloo Savaşı, 18 Haziran 1815’de oldu. Napoléon yenildi. Bu savaşın 1815 kampanyası üzerinde tayin edici bir etkisi oldu. Bu savaş, Avrupalı güçlerin anti-napolyoncu koalisyonun nihai zaferini ve Napoléon Bonaparte’ın imparatorluğunun çöküşünü kesinleştirdi. -243
[112] Engels burada, Mecklenburg-Schwerin’de ve Mecklenburg-Strelitz’de dükler ile soyluluk arasındaki uzun savaşıma değiniyor. Bu savaşım, 1755’te Rostock’ta soyluluğun veraset hakları konusundaki Anayasal Anlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlandı. Bu anlaşma, soyluluğun daha önceden sahip olduğu özgürlükleri ve ayrıcalıkları ve bunların Landtag’lardaki önder rollerini güvence altına alıyordu. Gene bu anlaşmaya göre, soyluluğun topraklarının yarısı vergi dışı kalıyor, ticaret ve zanaatlardan sabit vergiler alınıyor, ve soyluluğun devlet harcamalarına katılma oranları belirleniyordu. -244
[113] 5 Aralık 1894’de sosyalistlere karşı yeni bir yasa tarasırı Reichstag’a getirildi. Ama 11 Mayıs 1895’de reddedildi. -248
Karl Marks
Fransa’da Sınıf Savaşımları
[1848-1850]
Ocak ve 1 Kasım 1850 tarihleri arasında Marks tarafından yazılmıştır.
Özgün basımı Neue Rheinische Zeitung, Politisch-Ökonomische, 1850, n° 1, 2, 3, 5-6’da yayınlanmıştır.
[Türkçe çevirisi, Sevim Belli tarafından yapılmış ve Seçme Yapıtlar, Cilt: I içinde Sol yayınları tarafından yayınlanmıştır. Aralık 1979, Birinci Baskı, s: 226-362]