Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeFriedrich Wilhelm NİETZSCHENietzsche Materyalist mi, İdealist mi? | Nietzsche Yaylası - Önder Kurt

Nietzsche Materyalist mi, İdealist mi? | Nietzsche Yaylası – Önder Kurt

Sanırım Nietzsche aynı zamanda hem en çok sevilen ve hem de en çok nefret edilen filozoflardan biri. Nietzsche’ye karşı beslediği duyguları bilgiye dayandırabilen insanlara söylenebilecek birşey yok, ancak bizim kültürel ortamımızda Nietzsche’ye karşı beslenen hem olumlu hem de olumsuz düşünceler daha çok önyargılara dayanıyor. Bir yönüyle Nietzsche felsefenin Brad Pitt’i gibi düşünülebilir. Felsefe tarihinin en popüler simalarından biridir. “Eline kırbacını alan” gecelerin “über-delikanlısı” İstanbul barlarında kadın avına çıkabilir.

Sistem içinde kendine sıra dışı bir idol arayanların ihtiyaçlarına çok güzel cevap verebilir, özellikle maço delikanlılar için biçilmiş kaftandır. Bu aptalca algılayışa ve Nietzsche’nin göreceli popülaritesine yol açan başlıca neden, sanırım Nietzsche’nin kolay akılda kalabilen, ortamlarda dile getirildiğinde kişiye zeki biriymiş havasını verebilen aforizmaları olsa gerek. Nietzsche ezberciler için birebirdir. Alışılagelmiş ağdalı felsefe yönteminin dışında, şiirsel bir anlatımı vardır. Kafayı çok fazla zorlamadan, kolayca “öz-Çorumlular” kahvesi filozofu olabilir insan Nietzsche okuyarak. Aslında onun bu şiirsel tarzı her iki türden yanlış yorumlanın da temel nedenidir. Spekülasyona açıktır. Bu nedenle Nazilerden, post-yapısalcılara kadar geniş bir yelpazede takipçileri vardır.Biraz da Nietzsche’nin diğer kutuptaki yanlış yorumuna bakalım:

Bu gruptakiler çoğunlukla Marksistlerdir, daha doğrusu Marksizm’in Ortodoks okulunun öğrencilerdir. Kendi adıma koskoca Marksizm’i, felsefeyle ilgisi Politzer/Lenin/Stalin/Mao ile sınırlı bir grubun tekeline bırakmaya hiç niyetim yok. Aslında Nietzsche bu gruptaki arkadaşların eleştirilerine kaynaklık edebilecek çok geçerli malzemeler vermiyor değil. Tartışmaya yer bırakmayacak kadar kesin bir şekilde “anti-sosyalist” olduğunu defalarca dile getiriyor. Hatta sosyalizm en büyük birkaç düşmanından biridir. Kitaplarında, kilise ve rasyonalist felsefe ile birlikte Nihilizm’in temel görüngülerinden biri, Avrupa kültürünün hızla içine daldığını düşündüğü dekadansın bir sonucu olarak gördüğü ana saldırı noktalarından biridir. Bu sosyalizmi yanlış yorumlamasından kaynaklanmıyor. Sosyalizmin ne olduğunu çok iyi biliyor, çünkü Avrupa’da her yerde yükselişe geçtiği, bir düşünce sistemi olarak kurumsallaşmaya başladığı bir tarihsel dilimde yaşıyor.

Nietzsche Materyalist mi, İdealist mi?

Ortodoks Marksistlerin bir düşünürü dikkate alması için temel kriter materyalist mi yoksa idealist metafizikçi mi olduğudur. O yüzden Nietzsche’nin olası bir savunmasının sonuna kadar dikkate alınmasını sağlamak için bu meşrulaştırma operasyonuna girmek kaçınılmazdır. Nietzsche kuşkuya yer bırakmayacak şekilde materyalisttir. Çünkü idealist felsefenin Plato ile başlayan, aşkın, mutlak gerçekleri, formları bulma çabasından tiksinti duyar. Onun için yaşamın bizzat kendisi her yönüyle “mutlak”ın kendisidir. Felsefesi koşulsuz bir şekilde yaşamın olumlanmasıdır. Belki bu koşulsuz olumlama onun sosyalistler tarafından yanlış anlaşılmasının da temel nedenlerinden biridir. O yaşamı olduğu gibi olumlar, vahşetiyle, coşkusuyla kısaca bütün bileşeniyle. Zayıf olanın güçlü olanla aynı haklara sahip olmasını yaşamın doğal akışına bir saldırı olarak görür. İşte yaşamın bu mutlak olumlanması, çok kolay gibi görünen felsefesini çok karmaşık ve yanlış yorumlara açık hale getiriyor. Bu karmaşık felsefenin içine nüfuz edebilmek, zaman içine yayılacak uzun erimli bir çalışma olacağı için, detaylara şimdilik girmiyorum. Bu yazıda Marksistlerin neden Nietzsche okumaları , okumakla kalmayıp, anlamaya çalışmaları gerektiğini ve böyle bir anlama çabasının önündeki en büyük engel olarak, başka pek çok alanlarda da düşünsel gelişmemizi engelleyen iki hastalığın ne olduğunu göstermeye çalışacağım.

Nietzsche’yi Okumaya ve Anlamaya Neden İhtiyacımız Var?

Acaba bu soruyu hiç sormasa mıydım? Soru öyle kabak gibi ortaya çıkınca, kısaca basit ve sarih bir cevap vermenin hiç de kolay olmadığını görüverdim. Neyse, analitik ve alıntılarla desteklenmiş daha nesnel bir yazıyı süreç içinde oluşmaya bırakalım. Böylece bu soru Nietzsche yaylasının üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallansın dursun ve yanıt(lar)ı zaman içinde serpilip olgunlaşsın, yeri geldikçe ortaya çıksın. Şimdilik öznel coşkuların ve iç gözlemlerin dile getirilmesiyle yetinelim.

Nahif ve yanıltıcı olma riski taşısa da düz bir mantıkla girelim: komünizm insanın insan üzerindeki sömürüsünün kaldırılmasıdır, yani yaşamın kendisini gerçekleştirmesinin önündeki, tamamen uygarlığın bir ürünü olan, kültürel engellerin aşılmasıdır. İnsanla doğa arasındaki direk ilişkinin kurulması, insanların varoluşlarını tam kapasiteyle geçekleştirmelerinin sağlanmasıdır. Nietzsche’de modern uygarlığın, kendinde-şey olarak yaşamı dolayımlandırdığını düşünür. Yaşamın direk doğrudan hissedilmesinin önüne, egemen sisteminin kurumlarının, ailenin, dinin, okulun yapay engeller çıkardığına inanır. Sonuç olarak eğer bu düz mantığımız doğruysa, Nietzsche ile Marx’ın aynı geminin yolcusu olduğunu söyleyebiliriz. Bu düz mantığı biraz daha ileriye götürelim ve spekülatif bir şema çıkartalım ve her ikisini bu şemada biryerlere yerleştirelim.

Eğer bu şemanın yaşamın doğrudan tecrübe edilmesini temsil ettiğini varsayarsak, o şemanın Marx’ın toplumsal kurtuluş kısmında, Nietzsche’nin de bireysel kurtuluş kısmında yer aldığını söyleyebiliriz. Eğer bireysel kurtuluşun toplumsal kurtuluştan geçtiği şeklindeki bildik teraneyle yetiniyorsak daha fazla sorgulamaya gerek yok. Nietzsche tarihin çöplüğüne atılabilir. Ama diğer olasılığın, bireysel kurtuluşla, toplumsal kurtuluş arasında iki kutbun ayrık biraradalığına ve aralarındaki birinin diğerine hegomonik olmayan ilişkisine dayanan olasılığın da mümkün olduğuna inanıyorsak, serbest çağrışıma devam edebiliriz.

Nietzsche ile Marx arasında felsefelerinin yöneldiği hedefler arasındaki kutuplaşmanın bir paraleli zamansallık boyutunda da kurulabilir. Marx’in felsefesi geçmişin analizi, şimdinin politik organizasyonu ile varılacak sonraki bir yapıyı hedeflemesi anlamında futuristtir. Kuşkusuz şimdinin bir yadsıması değildir sözkonusu olan. Marksizm biliyoruz ki, tarihselliğe en fazla vurgu yapan felsefedir. Tarihsel olan bir felsefe de şimdiyi asla yadsıyamaz. Ancak Marksizm “kapitalizm olarak şimdi”nin aşılması üzerine kurulur. İndirgemeci bir tasvir ile “kötü” şimdinin “iyi” bir gelecek adına yadsınması Marksizm içinde ima edilir. Oysa buna karşın Nietzsche’de şimdiye karşı tavır, bir “iyi” gelecek perspektifi ile yapılmaz. Onda da “şimdi” bir dekadans durumu olarak görülür. Ancak bu dekadansın aşılması, gerekli toplumsal örgütlenmeler ve düzeltmeler yapılana kadar ertelenecek birşey değildir. “Şimdi”nin dekadansı şimdi içinde çözülecektir. Nietzsche’ye, kişinin kendisinin tecrübe edemeyeceği bir gelecek adına kendisini feda etmesini onaylayıp onaylamayacağı sorulsaydı, herhalde onaylamazdı. Onun için kişinin kendi yaşam sınırları içinde kurtuluşu, en azından Marx’a kıyasla, mümkündür.

Eğer bu “teorik” şemanın doğru olabileceğini kabul edersek, “pratik” düzlemdeki konumlar da açığa çıkıyor. Pratik düzlemde Nietzsche’nin doldurduğu boşluğu anlamak için, sanırım şu saptamayı kabul etmek gerekiyor: Marksizm içinde, kendi sonal hedefine tam bir aykırılık durumunda olan son derece tehlikeli bir Truva Atı vardır: Parti. Bireylerin tabii olduğu, bütün içinde önemsizleştiği bir yapı olarak Parti. Ya da genel olarak organizasyon ve iktidar ilişkileri. Burda hedef alınan pratik bir zorunluluk olarak Parti fikrinin eleştirilmesi değildir. Yani Parti gerekli midir değil midir sorusu, şu anda tartışılan konu ile bağlantılı değildir. Bu konu da son derece tartışmaya açıktır ancak şu anda yapılan bu tartışma içinde bir görüş beyan etme ve taraf olma değildir. Yani partinin gereksizliği gösterilmeye çalışılmıyor. Geçekten “bilimsel” olarak son hedef için pratik bir ihtiyaç olduğunu kabul edelim. Ama bu kabul bile Parti’nin Truva Atı olma potansiyelini dışlamıyor. Marksizm’in temel ilkelerinden biri olarak biliyoruz ki, sonal hedef iktidar ilişkilerinin olmadığı sınıfsız bir toplumdur. Ancak bu hedefe ulaşmak için Ortodoks senaryo içinde, göğüslere taş basılarak “istemeye istemeye” hayat dayattığı için geçici bir süre iktidar ilişkilerine katlanılır. Bu bir araçtır, ne yapalım elden birşey gelmiyor. Ama söz hele şu kapitalizmi bir yıkalım hemen ilk fırsatta bu iktidar yapılardan kurtulacağız. Ortodoks şablon bu. Ancak hem tarihsel deneyimlerden şahit olduğumuz, hem de tarafsız nesnel akıl yürütmelerden çıkarabileceğimiz için biliyoruz ki, iyi bir amacı şiar edinmiş bile olsa her iktidar yapısı Frankfurtçuların “Otoriter Kişiliği”ni , Marcuse’nin “Tek Boyutlu İnsan”nını, Reich’ın “Küçük Adamı”nı üretme tehlikesini içinde barındırır. Bu işin bir yönü, diğer yönü ise özel olarak parti genel olarak güç ve iktidar ilişkileri, varoluş sorununa olgunlaşmamış, erken bir “çözüm” sunarlar. İşleyen bir hiyerarşik düzen içerisinde, gelecekteki ulvi bir amaca yönelik yaşadığını düşünen birey aslında şu anki günlük hayat içindeki varoluşuna çok etkili ve kolay bir çözüm bulmuştur. Hiyerarşik yapı içinde edindiği yer onun yaşamı, gerçek dinamiği içinde kavramasını engeller, çünkü iktidar ilişkileri ona herşeyin yerli yerine oturmuş olduğu bütünsel bir evren algılayışı sunar. Sorgulamaya gerek kalmaz. İşte Nietzsche’nin yapmaya çalıştığı, böyle bir yanılsama içinde yaşayan bireyi sarsmak, onu bulunduğu uykudan uyandırmak ve yaşamı bütün çıplaklığı ile bütün trajik yönleriyle görmesini sağlamak, ve gördüğü karşısında duyacağı dehşetle beraber varolmasını öğretmektir. Marksizm içinde belki de en çok ihmal edilen konu, insanın doğa içindeki trajik varoluşunun dinamikleridir. İnsanlığın kurtuluş mücadelesi sadece, ekonomik kurtuluşla sağlanabilecek midir? Sınıflar ortadan kalktığı zaman, insanlık gözlerinin önüne serilen ekonomik sorunların ötesindeki varoluşun dehşetine katlanabilecek kadar olgunlaşmış olacak mıdır, Tanrı öldükten sonra, mutlak hiçliğe doğru yuvarlanışının kaçınılmaz ilerleyişini kabul edebilecek midir?

Nietzsche’ye bence çok önemli görünen bu gibi teorik sorunların ötesinde, günlük hayatın içinden oldukça pratik yönelimli olarak yaklaşmak da mümkün. Bunu en iyi “dönek”liğin dinamiklerinin analizi ile görebiliriz. “Dönek” diye tanımlanan insanların geçtikleri aşamalar nelerdir? Bu, sadece kişiliği zayıf, zaafları çok insanların düştüğü bir durum mu yoksa “dönmenin” ya da “dönmemenin”, bir ve aynı sürecin rastlantısal bireysel tarihlerle belirlenen farklı yoğunluklarının sonucu olduğu bir durum mu? Aynı istatistik de en uç örnekleri ortalamanın hesaplanmasında dışlanmasında olduğu gibi, çok alçak ve çok yüksek gönüllü insanların istatistiki bir değeri yoktur. Bu durumda ortalama bir gönül düzeyinden bahsetmek durumundayız. Eğer dönekliğin çok sık rastlanan bir eğilim olduğu tarihsel koşullar sözkonusu ise, bu durumda bu olguyu insanların gönüllerin alçaklığıyla açıklayıp daha yüksek gönüllü bir kuşağı beklemektense, mevcut insanın kendilerini gerçekleştirme dinamiklerini ve eğitimlerini sorgulamamız gerekir. Bu yazıda da bunu deneyelim.

Eğer insan gerçeğe bağlılığını içselleştirmeyip, bir cemaatin sıcaklığının kolaylılığı içinde bağlı olduğu yanılsaması içinde yaşıyorsa, sözkonusu cemaatin rastlantısal varoluş koşulları zamansal ve mekansal son derece pratik nedenlerden dolayı kaybolursa, bu yanılsamalı gerçeğe bağlılık da son derece ağrısız ve sancısız bir şekilde farkında bile olmadan yok olacaktır. Somut bir örnekle, bu sürecin en yaygın örneğiyle ( W. Brandt’in söylemiş olduğu iddia edilen aşağı yukarı “İnsan 20’lerinde komünist, 30’larinda sosyalist, 40’dan sonra sosyal demokrat olur” şeklindeki lafının özetlediği süreç) inceleyelim:

Üniversite yılları; eş dost hısım akraba gırla. Gerçeğin yılmaz savunucusu, haksızlıkların ödün vermez düşmanı, kankaları ile varoluşunun onaylandığı, takdir gördüğü hoş sohbetli, bol eylemli, toplantılı hareketli günler içinde tatlı tatlı yaşar. Aşksız da kalmaz, çünkü her iki cinsten de “gerçeğe bağılı” insanlar bulunmaktadır. Derken iş hayatına girilir, eski ilişkilerde çok kolay bulduğu onayı yenilerinde bulamaz. O yüksek gönüllülük kimsenin ipinde değildir. Tarihin akışında silik birer nokta olan o küçük yaşamlar birden, koca tarihin bütün seyrinin değiştiği kırılma noktalarında biri oluverir. O kırılma noktasına kadar herşey eskiden bilindiği şekliyle akmaktaydı, ama ne yapılsın ki kendi yaşamı o kırılma noktalarından birine denk gelmiştir ve artık gerçekliğe bağlılık yeni ilkeler üzerinde yükselmektedir, eğer hala bir geçeğe bağlılık gibi bir nosyon ve istek kaldıysa tabii. İşte Nietzsche, bireyi dekadansa iten, nihilizme sürükleyen böyle kültürün toplumsal yapılarına (örneğimizde üniversite ortamlarının, kankalık, örgüt-daşlık kurumu) saldırır. Biraz da bireyler arasındaki farkı sildiği için sosyalizmden nefret eder. Herkes gittiği yönün tersine gidebilecek kadar cesur olan, yaşamın olumlanması çabasında başkasının onayına ihtiyaç duymayacak kadar kendinden emin olabilecek insana seslenmek ister.

Nietzsche ‘yi Yanlış Anlamadaki İlk Etken : Empati Eksikliği

Başka insanlarla olduğu gibi Nietzsche’yle de iletişim kuramayışımızın sebeplerinden biri empati eksikliğimiz olsa gerek. Nietzsche’nin söylediklerinin bir toplumcu insan için çok net kabul edilemezliği, daha ileri bir anlama çabasını engellemektedir. Sözlerin Nietzsche’nin bireysel tarihinden soyutlanarak görünen yüzünün algılanması, altta yatıyor olabilecek anlamlarının dikkate alınmamasına yol açıyor. Kuşkusuz Nietzsche’nin toplumsal bir devrim yapmaktan çok daha başka bir amacı vardı. Ancak amacının ne olduğundan daha o amaca yönelik söylemiş olduklarına bakmak gerekiyor belki de.

Nasıl bir tarihsel konjonktür içinde dünyaya geliyor?, nasıl bir aileye verili doğuyor? Nasıl Yahudilik düşünürlerin çoğunda yerleşik düzenin yapılarına karşı bir muhaliflik doğmasındaki dinamiklerin bileşenlerinden biriyse, Nietzsche’nin, tek bir devlet altında birleşme çabalarının olduğu bir tarihsel dönemdeki milliyetçi Almanya’daki Almanlığı, 5 kuşakta 20 din adamı çıkaran bir ailenin 21. din adamı olma yönündeki ailevi baskılar, hayatının erken çağlarından başlayarak sürekli kötüleşen sağlık durumu, uzun süreli yalnızlıkları, Lou Salome tarafından red edilmesi gibi pek çok bireysel tarihinin olguları da onun faşizan gibi görünen düşüncelerini oluşturan bileşenlerdir. Plato’nun İdea’ları gibi mutlak gerçek bir devrimci filozof formuna göre teste tabii tutulduğunda Nietzsche o testi geçemeyecektir. Ama zaten bu da Nietzsche’yi gerektiği gibi değerlendirememizin ikinci nedeni oluyor.

Nietzsche ‘yi Yanlış Anlamadaki İkinci Etken : Kısmi Onaylayış Eksikliği

Düşünsel yapımızın totaliter tarihi belirleniminden olsa gerek, filozoflardan kısmi olarak etkilenmeye açık değiliz. Bir doktrin tam olarak tutarlı, doğru, kusursuz olmak zorundadır. Deleuze – Guattari ‘nin Anti-Odipus’unu okumaya geçtiğimizde göreceğimiz, M. Klein’dan alınma “partial objects” diye bir kavram var. Bebek için anne diye bir bütün yoktur başlangıçta, süt emdiği göğüs vardır sadece. Benzer şekilde başka “partial object”ler arasında kurduğu ilişkilerle zihinsel yapısı ilerler. Aslında zihnin temel işleyiş şekillerinden biridir bu Deleuze – Guattari ‘ye göre “and that, and that, and that…” diye tanımladığı “conjunctive synthesis” olayı. Herşeyi açıklayan, kutsal kitaplar gibi süper-metinler yoktur. Hiçbir metin tam değildir.

Elbette ki Nietzsche’den yeni bir toplumsal projenin reçetesi çıkmaz, Nietzsche’den insan toplumlarını örgütleyecek bir ideoloji de çıkmaz. Ama ona da “partial object”lere paralellik içinde “partial thought”lar şeklinde yaklaşabilirsek, toplumsal projeler için çok şey öğrenebiliriz.

Önder Kurt
30 Eylül 02

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments