Ansızın – ve belki de tüm an’ların ötesinden ve berisinden – şu soru yükselir : Varlık nedir? Anlamsızca kulaklarımızda yankılanan, tekrarladığımız her an bizi daha da fazla unutmaya sürükleyen bu soru, belki de şu ana dek bir cevap bulamadı. Heidegger’in cevabı : Varlık Varlıktır. Görünürdeki totoloji, biz, Nietzsche’nin deyimiyle duyacak kulaklara sahip olmadıkça, gizemliliğini koruyor. Oysa, ‘Varlık Varlıktır’ cümlesini, dilin içerisinde kendisini duyuran bir sesleniş olarak duymak yerine, bir önerme olarak kabul ettikçe, kendimizi özgün olmayan, düşünmeyen düşüncenin kollarında buluyoruz.
Öyleyse ne yapmak gerek?Ne yapmak gerek? Oysa bu ne yapıp-etme, ne de tek ve kesin bir eylemle ortaya çıkan bulmacayı çözme sorunudur. Bu soru, yani neyin yapılabileceği sorusu, Batı metafiziğinin temeline yerleşmiş olan existentia ile essentia, actus ile potentia ayrımları üzerinden soruldukça, Varlık sorusu cevaplanmamış olarak kaldığı gibi, unutulmaya da yüz tutar. Öyle ki kendisini bir özne metafiziğini temel alarak “Ne yapmalı” sorusuna cevap vermeye hazırlayan her düşünce biçimi, ya belirli bir insan doğası kabulünden yola çıkarak yapılacak olanları dogmatik olarak belirleyecek, ya da varoluşçulukta olduğu gibi insanın özünü varoluşu benimseyerek insanın kendini gerçekleştirmesi, var etmesi miti ardında Varlık sorununu büsbütün unutacaktır. Varlık sorunu, ne tümüyle eylem içerisinde cevap bulacak bir praxis, ne de başlangıçta göründüğü gibi felsefecinin fildişi kulesinden sorduğu bir theoria sorunudur. Tam aksine, Heidegger’in düşünme üzerine verdiği derslerin notlarından oluşan “Was heisst Denken?”da da dendiği gibi, Varlık sorunu ile Dasein’ın özü sorunu, birbirinden bağımsız düşünülemez. Varlığın çobanı olan insanın özü, Ek-sistenz’de, Varlığın açıklığında bulunma durumunda yatar. Varlığı kendisine sorun edinen Dasein’in varlığı düşünülmeden, Varlık sorusu da düşünülemez..
Öyleyse “Ne yapmalı?” sorusu cevabını bulmuş oluyor : Unutmuş olduğumuz Varlığı düşünmek. Acelece, iki kelimede bitirilmiş bir soruya yine iki kelimede cevap vermek, unutulmuşluğun krizine bir çözüm getirebilir mi? Halbuki metafizik, Varlığın bilimi, iki bini aşkın yıldır Varlık üzerine düşünüyordu. Varlığı “en evrensel kavram” olarak, tanımlanamaz olan olarak, ya da en nihayetinde anlamı ortada olan bir şey olarak tanımlandığında, Heidegger’e göre Batı metafiziği, varolanlarla Varlığı bir arada düşünüyor, fakat ikisi arasındaki ayrımın farkına varmayarak “Varlığın özü nedir?” sorusunu sormakta başarısızlığa düşüyordu : “Varlığı da, Varlığın hakikatini de düşünmeyen Batı düşüncesi, varlığı başlangıcından beri hep varolan olarak düşündü. Böylece de Varlığın adını olsa olsa epeyce belirsiz anlamında, anlam çokluğunda dile getirdi” (Nietzsche’nin.. 54). Cevapsız kalan “Varlık nedir?” ya da Metafiziğe Giriş’te formüle edildiği şekliyle “Hiçlik yerine neden varolanlar var?” sorusunun gölgesinde ise şu kendini belli etmektedir ki, eğer her mantıki önermemizde şu “‘-dır’ konuşmasaydı, bir şeye karşı tüm insanı duruşlar, varolanların şu ya da bu alanındaki tüm konumlanmalar kaçınılmaz bir biçimde boşluğa yuvarlanırdı” (What… 174).
Fakat Varlık, acaba gerçekten de Nietzsche’nin dediği gibi içi boş bir kavramdan ibaret olabilir mi? Yoksa o, Heidegger’in iki görüş arasındaki gerilimi yansıtmak istercesine sorduğu gibi, Batı dünyasının tinsel kaderi mi? İki düşünce arasındaki uçurum – içi bütünüyle boş bir kavram olarak Varlık ve Batı dünyasının kaderi olarak Varlık – çarpıcıdır : Heidegger için Varlık, neden teorik bir sorun olmaktan öte tüm Batı dünyasını ilgilendiren bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır? Varolan alanlarını inceleyen ontik bilimlerin üstünde yer alan ontolojinin de üstünde yer alıp Varlığı sorgulayan bu temel ontoloji, varoluşumuzla nerede çakışmakta, Heidegger tarafından onun sadece teorik değil fakat varoluşsal alanda da kendini hissettiren önemi nasıl ispatlanmaktadır? Varlığın ‘felsefi’ düzlemdeki önemini göstermek Heidegger için görece kolay görünmektedir : Varlık, bizim için en ortada gerçek gibi görünmektedir.. “Köpek var” ya da “Pencere kapalı-dır” gibi önermelerde bulunduğumuzda, Varlığa dair bilgi, önermelerimize içkindir. Fakat ayni zamanda Varlık kavramı, en geniş içerimli kavram olmasından ötürü, en belirsiz olandır da. Bu nedenledir ki, Varlık hem en belirli hem de en belirsiz kavram olmaklığında, mantığın çelişmezlik ilkesini çiğnediğinden, mantığı da aşmaktadır. Fakat bu, halen bize Varlık sorusunun neden Bati’nin tinsel dünyası için hayati öneme sahip olduğunu göstermiyor.
Bunu daha yakından anlamak için, Heidegger’in Nietzsche’den almış olduğu, özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda popülerlik kazanmış olan bir söyleme, yani kriz söylemine bakmak gerekmektedir. Modern insanın kaybolmuşluğu, kuşkusuz en iyi ifadesini Nietzsche’nin “Tanrı öldü” ve “Çöl buyuyor” sözlerinde bulmaktadır. Bundan dolayıdır ki sunu sormak gerekir : Varlığı unutmuşluğumuzda Heidegger’in sözünü ettiği su boşluğa yuvarlanış kendisini bize nasıl, hangi semptomlar aracılığıyla duyurmaktadır? Heidegger’e göre Varlığı unutmuşluğun semptomu, Hümanizm Üzerine Mektup’ta da saptandığı üzere yurtsuzluktur. Artık Odysseus’un tehlikeli yolculuklarının sonunda evine dönüşünün aksine, ancak sürekli olarak sokaklarda dolanan, anahtarları kayıp bir Bloom’dan, hiç sona ermeyen bir yolculuktan söz etmek mümkündür. Dasein’in ‘düşmüşlüğü’ (Verfallenheit), onun ‘Onlar’ tarafından soğurulmuş, anonimliğe terkedilmiş günlük yaşamı, o Varlık yerine varolanlarla ilgilendiği ölçüde Varlığın unutulmuşluğunun sahnesi olmaktan başka bir nitelik taşımamaktadır. Nietzsche ile koşut çizgisinde Son İnsan’dan söz eden Heidegger, açıktır ki nihilizm tehlikesini kendi terimleriyle yeniden düşünmekte, gündelik yasam içerisinde kendisini kaybetmiş insanin yazgısını Nietzsche’nin değer felsefesinin eleştirisi aracılığıyla ontolojik bir düzlemde izlemektedir. Buna göre, Nietzsche’nin değer felsefesi, metafiziği tersine çevirme arzusu nedeniyle metafizik düşünce içerisinde saplanıp kalmış, Bati’nin son metafizikçisi olan bu düşünürün düşüncesi Heidegger’den önce yanlış bir biçimde psikolojik ve etik açıdan yorumlanarak Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün temelinde yatan iki önemli doktrin, üstinsan ve ebedi dönüş, mistik ve saçma sanrılar olarak ele alındığından asil önemi farkedilmeksizin terkedilmiştir. Batı metafiziğinin Varlık anlayışının Dasein’in yazgısı ile olan ilişkisini anlayabilmek için, Nietzsche’nin bu iki doktrini yakından incelenmelidir. Kuşkusuz ki Nietzsche, ‘Tanrı oldu.’ kehanetinde bulunduğunda, ‘yetkinleşmemiş nihilizm’ adini verdiği düşünce biçiminden uzaklaşmayı isteyerek, Batı metafiziği içerisinde önemli bir atılımda bulunmuştur. Heidegger’e göre, Nietzsche ile birlikte duyuüstü dünya eski gücünü kaybetmiş, değer koymanın ilkesi bu duyuüstü alandan çıkarılmak yerine, duyusal dünyanın ta kendisinden elde edilmek istenmiştir. Nietzsche’ye göre yükselen nihilizmin nedeni, öldürülen Tanrı’nın yerine yeni bir Tanrı konulamaması, fakat bu duyuüstü alanın şimdiye dek sürekli olarak başka ülküler ile doldurulmaya çalışılması, her başarısızlığa uğrayışta insanlığın gitgide daha fazla hiçliğin içine batmasıdır. Oysa Nietzsche, tüm değerlerin yeni bir değerlendirmesinin yapılmasını zorunlu koşarken, değer koyma’nın yeni bir tarzına işaret etmekte, konulacak olan değerin kaynağını güç istencinde bularak duyuüstü dünyanın dokunulmazlığı ve üstünlüğünü reddetmektedir. Artık Nietzsche için dünya, değersiz bir kütle yığını değildir, ne de o değerini Tanrı’nın sözü gibi askın bir özneden ve evrenden kazanmaktadır. Aksine, yaşamın anlamı ve değeri, yaşamın ta kendisinden, tüm varolanların ardındaki güç olan güç istencinden türetilmekte, böylelikle bir yandan tüm aşkınlık tasfiye edilirken öte yandan üstinsana “Ne yapmalı?” sorusunun cevabını vermek için uygun eylem alanı açılmaktadır.
Fakat Heidegger’e göre, nihilizm sorunu, değerleri yeniden değerlendirmek ile çözülememektedir. Heidegger’in yorumunda, güç istencinin istediği herhangi bir eksikliği tamamlamak, bir ihtiyacı gidermek değildir : Öyle olsaydı, güç istenci doktrini metafiziğin ve felsefenin değil, psikolojinin alanına girerdi. Tam aksine, güç istenci, kendisi dışındaki herhangi bir nesneyi değil, kendisini, kendi büyüme koşullarını ister. Güç istencinin kendi kendini isteme olarak yeniden kurulması ise, onun ‘insan psikolojisi’ndeki güdülerden biri olarak yorumlanmasına engel koyarken, Kaufmann ya da benzeri yorumcuların iddialarının aksine güç istencinin aslen Nietzsche için tüm varolanların essentia’si rolünü oynadığını açığa çıkarır. Bu noktada, Varlık, güç istenci ile özdeşleşmekte, değerler ise güç istencinin kendisine koyduğu koşullar olarak işlev görmektedirler. Bu noktada, Richardson’in Nietzsche yorumuna değinmek gerek : Ortada belirgin bir transandantal özne bulunmamasına karşın, farklı arzular, oluş içerisinde daha fazla güç elde etmek için çabalamakta, birbirlerini iktidarları altına almaya çalışmaktadırlar. Fakat burada güç istenci, belirli bir nesneye yönelik değil, güç istencinin kendisine yöneliktir. Bu nedenledir ki “Nietzsche, güç isteminin korunması için güç isteminde temellendirilene, sağlama bağlanana, üzerinde fazla durmadan Varlık ya da varolan ya da hakikat adi verirken metafiziğe yönelik tüm altüst etmelerine, bütün yeniden değerlendirmelerine karşın, metafizik geleneğin kopmayan çizgisinde kalmayı sürdürmektedir” (Nietzsche’nin.. 38). Bu ise, tüm Bati metafiziğinin temelinde yatan soruna, yani Varlığın ne olduğu sorununa bir cevap getirmemekte, aksine durumu daha da kötüye götürmektedir : “Buna karşılık değer Varlığı Varlığın kendisi olmaya bırakmıyorsa, Varlığın kendisini neyse o olmaya bırakmıyorsa varsayılan bu alt etme, en basta Hiççiliğin bütünlenmesidir, çünkü simdi metafizik yalnızca Varlığın kendisini düşünmemekle kalmaz, Varlığı en yüceltilmiş tarzda düşünüyormuş gibi bir kılığa bürünür” (Nietzsche’nin… 54).
Varolanların değerlere dönüştürülmesi, hesaplayıcı aklın Varlığın yazgıdüzenindeki yolculuğunun son basamağıdır : Heidegger’in Ge-stell, yani çerçeveleme olarak tabir ettiği durumda, tüm varolanlar nesneye dönüştürülmekte, varolanlarla ilişki varolanın Varlığı aracılığıyla değil, onun bir rezerv olarak görüldüğü temelde gerçekleşmektedir. Varolanın nesneleştirilmesi ise, insanin özneleştirilmesi ile ayni surece tekabül eder. Descartes’in özne metafiziği ile birlikte, insan subiectum, ya da diğer bir deyişle hypokeimenon, yani her şeyi kendinde toplayana, dönüştürülmüş varolanın varlığı insanin bilincinden yola çıkılarak kesinleştirilmiştir. Bu süreçte “varolan, ilk kez göz önüne getiren, ortaya koyan insan tarafından koyulduğu ölçüde varolan olur…Varolanın varlığı göz önüne getirilmiş olmasında aranır, bulunur da” (Nietzsche.. 78). Antik Yunan’da Varlık bulunma, hakikat ise açıklıkla tanımlanırken, modern teknik ile birlikte hakikat kendisini kesinlikte bulmaktadır. Antik Yunan’da Varlık gizini aletheia yoluyla acarken, modern teknikte gizini açma poiesis anlamında bir öne çıkma, öne çıkarma (her-vor-bringen) olarak değil, bir tur meydan okuma (her-aus-fordern) olarak meydana gelmektedir (Tekniğe…55). Bu saldırı, tüm varolanları el-altında-bulunan (Bestand) olarak kodlarken, insanı da çerçevelemekte, ona karşı da meydan okumaktadır. Artik insan, insan kaynaklarındaki bir birim olmaktan öteye gidememekte, hesaplayıcı akıl, kendisini de bir hesaplanana indirgeyerek onu kendi özünden alıkoymakta, Varlığın unutulmasına katkıda bulunmaktadır.
Peki ya Varlığın unutulması, yalnızca modern çağa özgü bir ‘hastalık’, bu çağın asılmasıyla geride bırakılabilecek bir rahatsızlık mıdır? Heidegger’e göre, modern çağın öncesinde de Varlık unutulmuştu : “Varlığın tarihi, zorunlu olarak, Varlığın unutulmasıyla başlar” (Nietzsche’nin… 58). Fakat Varlığın tarihinin başlangıcı, asla onun kaynağı değildir. Varlık, Dasein’a en yakın olandır, fakat en yakın olan Dasein’a en uzak olandır da. Tüm Bati metafiziği tarihi, Varlığın unutuluşunun tarihidir, çünkü Batı metafiziği, sahici düşünmeye uzak düşmüş, Varlık sorusunu asla doğru biçimde soramamıştır. Heidegger’in tüm Bati düşüncesini Varlığı unutmakla itham edişi, özellikle kendisinin de Humanizm Uzerine Mektup’ta sözünü ettiği, Varlık ve Zaman’dan Zaman ve Varlık’a dönüşünde (Kehre) belirginleşir. Kendisini irrasyonalizm, ahlakdışılık, insan-düşmanlığı ve benzeri yaftalarla suçlayan ‘teknik düşünce’nin savunucularını eleştirdiği bu yazısında, mantığın ikili kutuplarına karsı bir savaşa girişerek, başka bir yol, Varlığa kulak verilmesine olanak tanıyacak bir yol önerir. Varlığı hatırlamayı kavramlar, önermeler ve araştırmalar ile sağlamayı önerebilecek bilimselci düşünmenin yerine, şiir ile benzerlik taşıyan bir sahici düşünme, felsefenin ötesinde bir düşünme girişimini savunduğu, ve düşüncenin bilimi olarak sunulagelmiş mantığın ötesinde bir düşünmenin olanaklarını aradığı “Was Heisst Denken?” isimli dersleri, kuskusuz “Varlığı hatırlamak nasıl mümkün olabilir?” sorusuna bir cevap bulabilmek için bakılacak en doğru yerdir. Derslerin temel savı sudur : “Düşünce uyandıran çağımızda en fazla düşünce uyandıran şey, hala düşünmüyor oluşumuzdur” (What… 6). Fakat bu noktada düşünemiyor oluşumuz, yeteneksizliğimizden, ya da bizde eksik ve tamamlanabilecek olan bir şeyden değil, düşünülmesi gereken şeyin sürekli olarak geri çekilmesinden kendisini gizlemesindendir. Varlık, Dasein’dan kendisini gizlemekte, kendisini ona açmamaktadır.
Kuşkusuz bunda, düşünceden logos’u, mantığı ve onun önermelerini anlayan, düşünceyi özne ile nesne arasındaki ilişkiye dayalı kavramsal bir temsiliyet üzerinden kavrayarak hakikati düşüncelerle nesneler arasındaki doğruluğa indirgeyen Batı metafiziğinin de rolü büyüktür. Bati metafiziğinin Varlığın unutuluşundaki rolünü irdelemek için Heidegger bir kez daha Bati’nin son metafizik düşünürü Nietzsche’yi ve onun ebedi dönüş doktrinini ele alır. Ona göre Nietzsche’nin zaman anlayışı, Aristoteles’ten beri Bati metafiziğini ele geçirmiş bulunan zaman anlayışıdır : Bir varolan olarak ele alınan zaman, sadece şimdi’nin mevcut olduğu, geçmiş olanın ve gelecek olanın ise henüz varolmadığı, geçip gitme zorunluluğunda olan, geçici olan bir şey olarak tasarlanmıştır. Oysa bu zaman anlayışı, “Varlık nedir?” sorusuna verilen oldukça spesifik bir cevap temelinde, Varlığın mevcudiyet olduğu anlayışında biçimlenmektedir.Geçip gitmekte olan şey, yani zaman ise ebedi olanın temeli olmaktan fazlasıyla uzaktır. Zamanın bu biçimde kavranışı ise, Nietzsche’nin ebedi dönüş fikrini açıklamaktadır. Varlığın yalnızca mevcut olandan yola çıkarak anlaşıldığı bir metafizikte geçmiş olan ve gelecek olana, yani henüz mevcut olmayanlara dair temsili idelerin oluşturulamaması gerçeği, iradenin bu geçip-gitme durumu karşısında hınç duymasına, kendi yok olusunu istemesine neden olmakta, insanin Varlığa karşı konumlanışı, sorunlu bir düzleme oturmaktadır : “Hınç duygusu, insanin su ana dek kendisini olana göre konumlandırdığı hali belirler” (What…97). Güç istencini tüm varolanların essentia’si olarak düşünme yanlışına düşen Nietzsche’nin metafiziğinde, istencin kendisini istememesi hiçlikle sonuçlanacağından, insanin bu hınçtan kurtulması için gerekli olan doktrini koyutlamak kaçınılmaz bir duruma gelmektedir : Bundan böyle, tüm varolanların existentia’si, iradenin gelecek olanı olduğu kadar geçmiş olanı da isteyebileceği ebedi dönüştür.
Oysa görülebileceği gibi Heidegger, modern insani nihilizme sürükleyen sureci Nietzsche gibi güç istenci ve ebedi dönüş gibi iki metafizik düşünceye bağlayarak anlamaya çalışmaksızın, Nietzsche’nin kendisini dahi sorunu ayni Bati metafiziği geleneği içerisinde ortaya koymasına neden olan ve sorgulanmadan varlığını sürdüren önkabullerin eleştirisini yaparak anlamaya çalışmaktadır. Ona göre sorun, Varlığın unutulmuşluğu, Varlık sorununun, temsiliyete dayalı gelenek tarafından asla doğru olarak düşünülmemişliğidir. Varlık sorunu düşünülmedikçe, Dasein kendisini şimdi’de ve mevcudiyette kaybetmekte, varolanlarla meşgul olduğu ölçüde Varlıkla özgün bir ilişki içerisine giremeyerek Das Man’in anonimliğine esir düşmektedir. Tekrar sormak gerekir : Düşünmek neye denir? Bizi düşünmeye çağıran nedir? Eğer Varlığın unutulmuşluğu bizi esir alıyorsa, onu nasıl hatırlayabiliriz? Varlığı hatırlamak, anlaşılabileceği üzere temsiliyete dayalı bir metafizik ve dil düşüncesi ile mümkün değildir. Dilin insani konuştuğu, kullanılan her kelime ile birlikte kelimenin tarihinin de bizi esir aldığı, varolanların kendilerini ancak Varlık’ta dil dolayımı ile açtığı düşünüldüğünde, “Varlık nedir?” sorusu kuskusuz büyük bir öneme kavuşmakta, “Ne yapmalı?” sorusu, dilin bizim üzerimizdeki hükmünü de göz önüne alarak “Nasıl düşünmeli?” sorusuna dönüşmektedir. Varlık, kendi evi olan dilde, dil üzerinden anlaşılabilir.
Varlığı hatırlamak nasıl mümkün olabilir? Heidegger’e göre “düşünce, hafızaya, düşüncenin toplanmasına ihtiyaç duyar” (What… 138).Burada sözü edilen hafızadan ise, geçmişte olup biteni temsili bir ide olarak zihne getirmeyi sağlayan, psikolojik olarak analiz edilebilir olan bir yetenek anlaşılmamalıdır. Bu nedenledir ki Varlığı hatırlamak, psikolojik yetersizliklerimizden ötürü unuttuğumuz birşeyi tekrar zihnimizde canlandırmamız ile başarılabilecek birşey değildir. Hafıza, yani Mnemosyne,kaynağa doğru, düşüncenin kaynağına ve düşünceye doğru akan şiir sanatının ardındaki güçtür. Hafızayı anlamak için ise, iki kelimeyi, thencan (düşünmek) ve thancian (teşekkür etmek) fiillerini göz önünde bulundurmamız gerekir. Buna göre, “saf teşekkür, bizim basitçe düşünmemizdir – gerçekten ve yalnızca verilmiş olanı, düşünülmek için olanı düşünmek” (What 143). Hafıza, böyle bir geriye-düşünüşün toplanması olmaklığında, düşüncenin dindarlığı, ya da başka bir deyişle bir nevi kendini adamadır. Eğer “ilksel teşekkür Varlık için edilen teşekkür” ise, hafıza, kendini Varlığa adamışlık, Varlığı düşünmedeki dindarlıktır. Varlık sorusunu usanmadan soran ve yanıt arayan hafıza, Varlığı düşünmemiz için gereklidir. Öyleyse, “Varlık Varlıktır”, bir önerme, ya da bir cevap değildir. Varlığın Varlık oluşu, sürekli olarak yeniden “Varlık nedir?” sorusuna bizi yönelttikçe, düşüncemizin dindarlığı tüm metafizik ve temsili düşüncelerin ve dilin ötesinden, bizi Varlığı hatırlamaya çağırıyor.
Mert Bahadır Reisoğlu
KAYNAKÇA
Heidegger, Martin. Introduction to Metaphysics. Cev. Ralph Manheim. Fredericksburg : Yale University Press, 1959.
Heidegger, Martin. Nietzsche’nin Tanrı Öldü Sözü ve Dunya Resimleri Cagi.Cev. Levent Ozsar. Bursa : Asa Yayınları, 2001.
Heidegger, Martin Tekniğe Iliskin Sorusturma. Cev. Doğan Ozlem. Istanbul : Paradigma, 1998.
Heidegger, Martin. What is Called Thinking? Cev. J.Glenn Gray. New York : Perennial, 1976.
Not: Bu yazı, Monokl’un 2007 Şubat’ında çıkan 2. sayısında yayımlanmıştır.