‘Toplumsal Varoluş’. -Bu kavramı, hiçbir ön temellendirme yapmaksızın kullanmaya izinli olmayı dilerim. Yazının sonuna gelindiğinde de başkaca bir temellendirmenin istenmesine gerek kalmıyacağını umarım. Yine de ondan neyi anladığım ısrarla sorulacak olursa, tatmin edici olmamakla birlikte, bir iki söz edecek durumda olduğumu bildirmek isterim: Canlıların, özellikle insanların sürekli bir arada bulunuşuna, bilindiği gibi ‘toplum’ adı verilir. (Bizi burada yalnızca insan toplumu ilgilendiriyor) Bu bir arada oluştan meydana gelen maddesel ve tinsel tüm kurumlar, tüm fenomenler de aynı ‘toplum’ kavramı içinde yer alırlar.Böylece ‘toplum’ insan tekinden bağımsız, özerk bir yapı karakterinde ortaya çıkar. Bu yapı son derece karmaşıktır ve âdeta iç içe geçmiş bir ağ gibi örülüdür. Onun bu karmaşık özerk yapısallığı, bazan ondan sanki isteyen, belirleyen, buyuran, etken bir özne olarak söz edilmesine bile izin verir. Tüm örgenleriyle toplumun bu özerkliği, onun belli bir yapılışa, oluşuma, varoluşuna sahip olduğu düşüncesini bize esinlemiş oldu. Böylece biz de bir ‘toplumsal varoluş’ kavramından söz etmeyi uygun bulduk.
Toplumsal varoluşun sınırları, tıpkı bir bahçeyi çepeçevre sarmış çit gibidir. Çitin üstünden ya da parmaklık aralarından geçilir, ama o yine çit olarak kalır. Ayrıca kurallı geçişler için çitin kapıları vardır. Çit iğretilemesiyle somutlaştırdığımız toplumsal varoluş sınırları, coğrafi ve kültürel diye iki gurupta toplıyabileceğimiz tüm fiziksel-tinsel nedenlerin belli-belirsiz bir miktarı tarafınca çizilmiş olup, zaman içinde gerek coğrafi-niceliksel, gerek kültürel niteliksel değişikliklere uğrar. Bazan da toplumla birlikte sınırın da oradan kalktığı olur.
Dünyadaki tüm toplum sınırlan, toplumun kalması koşuluyla, her iki bakımdan bile ortadan kalktığında -insanlık ütopyası- toplumsal varoluş sınırları, yok olmaz. Bu kez sınır, tek bir toplum olmuş olan dünyanın çevresini çevreler. Çünkü sınır, daima, yalnızca içine aldığını dışındakinden ayırıcı bir işleve değil, aynı zamanda içine aldığını kuşatarak, içinde bir arada tutucu bir işleve de sahiptir. Böylece toplumsal varoluş kaldığı sürece, onun sınırlan da daim kalıcı olur.
Toplumsal varoluşun varlığını biz, onun bize yaptığı imalardan sezeriz. Örneğin o, “yükümlülük”, “sorumluluk”, “ödev”, “töre ve ahlâk”, “yasallık” gibi kendisinin var olması için gerekli bu ve benzeri şeyleri, bize sunar. (Oysa tüm bunlar olmaksızın, varoluşumuzu sürdürmemiz kuramsal olarak olanaklıdır; hayvan topluluklarında olduğu gibi.) Ve biz, hep bu şeylerden anne, baba, öğretmen vb. ağızları yoluyla gelen sesi duya duya yaşarız, zaman zaman sonuca ulaşmayan bazı karşı çıkışlarımıza rağmen. Öyle ki, bu sesler artık bizim kendi varoluşumuzun gerçekten yapıcı öğeleri olurlar. Hatta içimizden bazıları, neredeyse her konuştuğunda, toplumsal varoluş adına konuşuyor gibidir. Toplumsal varoluş, sınırları içindeki insanların içlerine dek işlemiştir; ama o “işte!” diye gösterilemez. Fakat onun sesi duyulur, yaptırıcı gücü somut olarak algılanır, özellikle de ona karşı çıkıldığında. Bu karşı çıkış, genellikle iki biçimde görünür. Birini silahlı-eylemli ya da silahsız-eylemli (burada “silah” sözcüğü yalnızca gerçek anlamda kullanılmıştır.) anarşist (“Terörist’i bunun dışında tutuyorum.), diğerini marjinal insan temsil eder. Birincisi toplumsal varoluşun kendisini hedef alır, diğeri ise onun yalnızca sesine karşı çıkar, daha doğrusu sırt çevirir. Bu sonuncusu, esasında, toplumun kenarında, marjında olmakla, orada kendine ayrılan yere toplum tecavüz etmedikçe, toplumla uyum içindedir. Marjinal insan tipi belki sanılacağı gibi yeni bir olgu değildir. Her toplumda adına “marjinal” denmese de kenar insanları olmuştur. Esasında bunlar üzerinde uzun boylu durmanın bir önemi de yoktur. Bizi asıl ilgilendiren anarşisttir, daha doğrusu silahsız-eylemli anarşist.
Yunanca bir sözcük olan anarşi (“anarkhia”), sözlük anlamıyla “yöneticisizlik” demektir. Bir toplum yaşamı kuramı olan anarşizm, tek kişi istencini biricik yetkili olarak tanır, hiçbir toplumsal hukuk düzeninin, devlet düzenini, yönetim kurumlarını reddeder. Ama kaba kuvvetin geçerlikte olduğu vahşi hayat tarzı dışında, böyle bir toplum, tek kişi istençlerinin bir uy umuyla ancak olanaklı olurdu. Bunun ütopik olması bir yana, o olsaydı bile, orada tek kişi istençlerinin uyumu demek olan bir ortak istencin, ortak aklın varlığını kaçınılmaz olacaktı. Bu da bizim “toplumsal varoluş” dediğimiz şeyden farksız olurdu. Ve bu ortak istenç ya da akıl, yeniden bireylere hükmedecekti; böylece birey istenci tek yetkili olmaktan çıkacaktı. Bu ise anarşizmin, kendi karşıtına, yönetim düzenine tekrar dönüşmesi demektir. Böylelikle anarşizm, kuramsal olarak kendi içinde çelişkili bir görünüm sunar.
Toplumsal anarşizmin bu çeleşkili yapısı, anarşistin kişiliğinde “trajik olan” olarak ortaya çıkar. “Trajik olan”, iki yüksek değerin insan tekinde bir çatışma, zıtlık, gerginlik durumunda olması demektir. Silahsız-eylemli anarşist, eylemini sanat, felsefe ve hatta bilim gibi kültür öğeleriyle, onları araç yaparak gerçekleştirir. (Bu nedenle ona bundan böyle kültür anarşisti ya da aylnızca anarşist diyeceğiz.)
Anarşist bir ikilem içinde olduğunu bilir. O, toplumsal varoluşa, bunun her tür görünüşüne, yine aynı toplumsal varoluşun kendisine sunduğu maddesel-tinsel olanaklarla karşı çıkışının kesin bir zaferle sonuçlanmıyacağının ayrımındadır. Sonunda yitireceğini(?) bile bile, yine de gönülden isteyerek savaş açması bakımından anarşist, bize Don Kişot tipiyle görünür. Aslında onun için önemli olan kesin zafer değil, bu savaşta cephe kazanımıdır. O, kendine şunu söyliyemez: “Sonunda savaşı yitirecek olduktan sonra, ele geçirdiğim cephelerin ne önemi var!” Daha düşünceyi kafasından siler ve o böylece yoluna devam eder. O bilir ki, kılı kırk yarıcı düşünmenin, yaşamını güdük ve kötürüm kılması için insan dünyaya gelmemiştir. Öte yandan anarşistin savaşı sonunda yitirdiği düşüncesi de bir anlamda doğru değildir. Gerçi hedef bakımından savaş yitirilir, anarşist hiçbir zaman hedefe varamaz.
Bunun çelişkili olacağı yukarıda söylenmişti. Ama böyle bir savaş veren, adı örneğin Nietzsche ya da Sade olan belli bir kişi olarak anarşist, sonunda amacına, yıkmak istediği kültürün bir yapıcı öğesi olarak ulaşmış olur.
Anarşist, başka yolu olmadığı için toplumsal varoluşa, onun kendisine sunduğu olanakları kullanarak karşı çıkarken, bu olanakların sunulmuş olduğu biçimlerini olabildiğince değiştirir; hatta bazan onları tanınmaz ya da zor tanınır hale sokar. Böylece anarşist, toplumsal varoluşla bir anlaşmaya girmeksizin, o araçları adeta kaçak kulanır. Bu araçların başlıcası dildir ya da dile dönüştürülebilen her şey.
Kuşkusuz dil de öteki kültür görünümleri gibi toplumsal varoluşun düzenlediği biçimli yapıdadır. Öyle ki bu durum, öreğin çağımızda C.Levi-Strauss gibi bilim adamlarını toplumsal sistemleri iletişim sistemi gibi görmeye dek vardırmıştır. Toplumsal varoluşa karşı savaşımından anarşistin izlediği yollar arasında bizi burada asıl ilgilendiren dilin bu biçimlenişini bozma eylemidir. Anarşist, ne söylerse söylesin, dilin toplumsal varoluşça kurulu belirlenimini bozmadıkça, dilde kodlanmış olan ideolojiyi yansıtmak ve yine toplumsal varoluşun sesi olmak durumunda kalacağını bilir. Ne var ki bu noktada da o, yine bir ikilem içindedir. Anarşist, dilin toplumsal varoluşça biçimlenişini ne denli bozarsa, onun sunduğu anlaşmayı da o denli bozabilecek ve amaca doğru ancak böylece gidebilecektir. Ama amaca giden bu yolda, bir yerden sonra, dil iletişim aracı olmaktan çıkar, silah geri tepmeye başlar. Sonunda toplumsal varoluşun ona verdiği izin kadar ancak o, dili bozabilir. Savaş yine yitirilmiştir. Fakat yukarıda da söylediğimiz gibi önemli olan, kesin son değildi; tersine savaşın içinde, cephede olmaktı. Öyleyse, tıpkı iki ucu bağlı gergin bir ok yayı gibi olan bu yolda, anarşistin denge ve dengesizliğini kendince belirliyeceği gidiş gelişlerle, sanki bir ip cambazı gibi -ama değneksiz ve ağsız olarak- gücü yetene dek kalmak, anarşistin payına düşen budur. Bu hiç de az şey değildir. Ne denli doğrudur bilinmez ama eski Yunanlıların yay ve yaşam için aynı “bios” sözcüğünü kullandıkları söylenir, yaşamın gerginliğini ima etsin diye. Bu benzetme, doğrusu en çok anarşist için uygun olurdu.
Dilin kaçak kullanımı biçimi, anarşistinden anarşistine ayrı görünümlerde ortaya çıkar. Kuşkusuz her anarşist kendi kullanacağı tarzı yine kendi oluşturur. Bu ona önceden söylenmez, hatta bir ‘meslekdaşı’ tarafından bile olsa. Ancak daha önce verilmiş örnekleri gözönüne alarak, bu biçimlerin bazı özelliklerine değinmek istiyoruz.
Dil kesin olmasa da belli kurallılıkta kendini gösterir. Bu kesin olmayış, anarşistin işinin olanağını sağlar. Böylece o. cümle düzenini bozabilir. Ancak bu bozmanın da bir sının vardır, ilkin o sınır, cümlenin anlamını tümden yok etmeye bir kaladır. ikincisi, bozuk cümlenin verdiği imge, eğer aynı(?) düşünceyi dile getiren düzgün bir cümle ile verilemiyorsa, ancak o zaman bozuk cümleye izin vardır. Aksi halde yapılan şey, boş ve gereksiz bir çaba ya da sadece “artistik” bir çalım olurdu. Cümle-altı koşullara gelince: Demiştik ki. toplumsal varoluş ideolojisini dilde kodlamıştır. Bu kodlama, gerçi cümle düzeyinde cümle-altı yapıda olduğundan hiç de az değildir, ama soyuttur, biçimseldir; oysa cümle-altı yapıda, yani deyimlerde, sözcüklerde, her tür dilsel işarette somut olarak kendini gösterir. Sanının, anti-feminist birkaç örnek, burada ne demek istediğimizi açık kılacaktır: “Kan kılıklı”, “hayat kadını”, “erkek sözü”, “adam olmak” ve daha pek çoğu Türkçe’nin dil varlığında -kuşkusuz, başka dillerde de onların kendi yapılanna uygun olarak- bulunabilecek bu soy deyişlerde erkek ad işaretleri yerine kadın ad işaretleri konulamaz ve tersi. Bu deyimler, ne amaçla olursa olsun kullanıldığında -buna şu anda bu satırların yazan da maalesef dahildir-, dilde açıkça yerleştirilmiş antifeminist ideolojisinin yansıtıcısı olunur. Ama yerleştirilen şey, her zaman bu denli açık görülmez. Ve dilde yerleşik ideoloji ve kuşkusuz anti-feminizmle sınırlı değildir. Çok çarpıcı olduğu için biz, yalnızca bu örneği verdik. Cümle düzlemindeki bozmalar, cümlede biçimsel, sentaktik değiştirmelerle yapılar. Sentaktik bozuluş, anlamsal, semantik bozuluşu doğurur. Bu değiştirmeler, zaman zaman dilbilgisi kurallarını yok saymaya dek varır. Örneğin, Almanca’da bu tarz anarşinin tipik bir temsilcisi Adorno’dur. Adorno’nun elinde cümle, sık sık, olağan düzeni, biçimi, sentaksi bozularak, yeni bir tarzda
biçimlenmiştir. Doğrusu bu tavır, söylenileni iyiden iyiye anlaşılmaz yapar. (Geniş bilgi için “Müziksel Dünya Ütopyasında Adorno ile Bir Yolculuk” adlı kitabımıza bakılabilir.)
Cümle-altı düzlemdeki dil deformasyonları, daha çok alışılmadık, hatta henüz duyulmadık mecazlarla olur. Örneğin, marangozluk uğraşına ilişkin belli bir terim, az çok bir paralellik ya da terslik kurularak, söz gelimi psikolojik bir terimmiş gibi kullanılabilir. Bu tarz deformasyonda anlaşılmazlık tehlikesi pek yoktur. (En azından, okuyucu anladığını sanır.) Dil çarpıcıdır, vurucudur, çok renklidir. Bu tarzın yine Almanca’daki en ünlü temsilcisi, sanırım Nietzsche’dir. (Türkiye’de bu tür örnekler, gerek cümle gerek cümle-altı düzlemde, daha çok şiirde görülür.)
Her toplumsal varoluş, kendi kaldırabileceği kadar anarşisti bünyesinde barındırır. Onun ‘güvenlik sistemi’nin kaldıramıyacağı anarşisti o dışlar. Hristiyanlığın ve Alman lığın amansız düşmanı Nietzsche’yi Hıristiyan-Alman toplumsal varoluşu. 19. yüzyılda kendi içinde tutabilmiş, bununla da kalmayıp, örneğin 1931 tarihli baskılı önemli bir felsefe sözlüğünde (H. Schmidt. Philoposhisches Worterbuch) yaptığı gibi, ona Platon, Descartes, Kant da dahil tüm filozoflardan daha çok yer ayırmıştır da 20. yüzyılda Türk toplumsal varoluşuna, kendi anarşisti Nazım Hikmet’i barındırmak ağır gelmiştir. (Gerçi N. Hikmet, dil tutumu bakımından, yukarıdaki örneklerimize benzemez. Ama o. toplumsal varoluşa bir kültür öğesi olan dille kökten karşı çıktığı ve bu yola baş koyduğu için. yine de “anarşist” sayılabilir.
Kuşkusuz N. Hikmet, günümüzde yaşasaydı, toplumsal varoluşumuz için hiç de bir ‘sorun’ olmazdı. Çünkü günümüzde ondan daha “saldırgan” anarşistlerin başına bile doğrusu pek fazla (?) bir belâ gelmiyor. Toplumsal varoluşumuz, bu tür saldırılara karşı şimdi daha bir kendine güvenli olmuştur da ondan. Demek ki güçlü anarşistler için bile, sağlam ‘güvenlik sistemleri’ne gerek vardır. Yazımızın başından beri kendini gösteren ve bu son sözümüzde de ortaya çıkan ikilem, bir kısır döngü olarak anlaşılmamalıdır. Toplumsal varoluşla kültür anarşisti arasındaki her çatışma, birincisinin yengisiyle sonuçlanır görünse de o, her çatışma sonunda bir önceki kendisi değildir; tersine değişmiş, yenilenmiş, güçlenmiştir. Ve bu da bir ölçüde düşmanı anarşist sayesinde olmuştur.
Bu bağlamda önemli saydığım son bir nokta da şu: Söz konusu çatışmada iki yandan yalnızca biri, yani toplumsal varoluş örgütlüdür. Bir kültür anarşisti asla örgütlü olamaz; o daima tek kişidir. Çünkü o, yalnızca tek kişinin yetkili olduğunu savunur. O, kendi savunusuna kendisi ters düşemez. Anarşist, ayaklanışını iki kişi olarak bile yapmaya kalksa, kendi varoluşuyla çelişmiş olur. Onun trajikliği ve kahramanlığı biraz da bu yalnızlığındadır.