Sanatlar, düşünce ve felsefe bakışırlar; «ne oluyoruz?» üzerinde temellenen eleştirel bir bakışımdır bu. Ülkemizde, «biz iyiyiz?», «siz nasılsınız?»a dayanan bir durum sürüp gidiyor. Geniş anlaşmaların ve sıradan işlerin at koşturduğu bir yerde de sanatlar, düşünce ve felsefe arasında bir konuşma başlamalı; olağanüstü koşullardan, nasıl oluyor da bu kadar sıradan işler çıkıyor? diye sorulmalıdır herhalde. Önemli olan, kimin ne yapması gerektiği değil (bir ham hayaldir bu), ne yapabileceği ne olabileceğidir. Örneğin, genel olarak günümüz Türkiyesinde ne yapılabilir; ve özel olarak felsefe ne yapabilir? diye sorulabilir. Felsefenin ne yapabileceği, ne olacağı sorusuna cevap vermek benim işim değil. Ben ancak, dışardan bakarak sorular sorabilir; sanatların ve felsefenin karşılıklı olarak ülkemizde neler yapabileceği konusunda bazı sözler söyleyebilirim. Akla ilk gelen, düşünce ve sanat alanlarında olduğu gibi, felsefenin de kendi alanında, Batı’da yapılanları fazla kazaya ugratmaksızın alıp buraya getirmesidir; biraz değiştirerek, ruhumuza göre biraz yoğurarak… Böyle yapılınca da, şaşı ve mutlu bakışımlar ortaya çıkar.
Öteki uçta, felsefi sistemlerin, felsefi çığırların oluşması var. Geniş yollar açan bir felsefe sisteminin, genel olarak insan kafasında kendiliğinden doğmayacağını; çeşitli alanlardaki önemli bilimsel buluşlara, çözümlemelere bağlı olduğunu; onlardan sonra gelerek doğa ve insanoğlu açısından onların ne gibi bir anlam taşıdığını açıklayıp evrensel diyebileceğimiz sonuçlara vardıklarını sanıyorum. Bu tür bir felsefe ve onda içerilmiş olan eylem, yeni yollar açar insanoğluna… Bugün ülkemizde, bu tür bir felsefe anlayışına dayanaklık edecek nitelikte bilimsel buluşlar ve çözümlemeler var mı? Ya da yoksa (ki olduğunu söylemek güç), bu «bulunmayışsın bilinci üzerinde temellenen ve başka yerdeki buluşları özümleyerek kendi varlığını kurmaya çalışan bir felsefe çabası, yaratıcı olmaya çalışan bir didinme var mı?
Bir ressam olarak konuştuğumu (siz de ben de) hatırlayarak devam edelim.
Tarihi, çeşitli boyutları, özgüllükleri bakımından Batı dışındaki en önemli ülkelerden biri olan Türkiye’de, yaratıcı düşünce vardır diyeceğim. Ama kapsayıcı bir felsefe sistemi, görüşü, çığırıyaratmasa bile, özgün sanat ve düşünce biçimleri türeyebilir mi bundan?
Bir yandan toplumumuzun özgül yanlan, geçirdiği hızlı değişim; öte yandan, Batı’yi taklit etme ve etmeme arasındaki iki yüzyıllık boğuşma, ilginç sonuçlar vermiştir ve daha da ilginç sonuçlar verecektir, diyorum. Bugünün çaresiz, eksik ve fakir gözükeni, yarın için bir umut alanıdır aslında. Her yerde rastlanmayan eşsiz delilerimiz vardır bizim. Eleştirel zekâmızın, işte tam burada ortaya çıkması, işlevini yerine getirmesi gerekmez mi? Ortaya çıktığında da, sanatlar, düşünce ve felsefe birbirine bakışırlar… Ama buna karşın, günümüzde, sanat ve düşünce dünyasının bir kesimi, kurumlar, kuruluşlar çevresinde yerini tutmuş, yerine yerleşmiştir. Bunların ürettiği sanatsal ya da düşünsel ideoloji,yapay ama bir bakıma zorunluk taşıyan ciddiyetiyle, ülkenin gerçek eleştirel zekâsını adeta kaçınılmaz bir biçimde örtmektedir. Bu tür ideolojiler, yerli ruhla yoğrulmuştur kuşkusuz; aracılık, yerel bir olaydır; ama çoğunlukla aktarmadır bunlar, geçerlikten yoksundur ve en kötüsü de sıradandır. Herkes bu ideolojileri paylaşıyor ya da hiç kimse bunlara karşı çıkmıyor demek istemiyorum. Ama bilgiçleriyle, böbürlenenleriyle, kendilerini ne bahasına olursa olsun beğendirmek isteyenleriyle, kurnazlarıyla, saflarıyla, inanılmaz ölçüde ince duyarlıklılarıyla mutlu çoğunluk büyük bir kalabalık oluşturmakta; herkesin ve her şeyin birbirine karışarak büyüyen bir çığ gibi devinmesine yol açmaktadır. Hemen kavranılması, beğenilmesi, «yaratıcılarına», seyircilerine ve tüketicilerine mutluluk; bir «kültürlü çevreye bağlı olma» duygusu, «adı, şurada ya da burada geçme doyumu» veren estetikten ya da düşünceden söz ediyorum. Ama gaddar sanat tarihi, bu patoslu, mitoslu, şık ve hoş ve bundan ötürü de sıradan estetiği, eninde sonunda her zaman geri çevirmemiş midir?
Sıradan estetik, resmi de, bir tat alma sorununa, yalınkat bir beğeni konusuna dönüştürür. Resme uyumdan, hoşluktan, sığ ve kişiliksiz beğeniden daha uzak ne var! Yaratıcı resim, resmi beğeni (sağbeğeni diyebiliriz) ve donmuş ustalık sorunu olarak ele alan akademizmden olduğu gibi bunun tam karşıtından, yani resim olmayan işaretler toplamından da aynı uzaklıktadır; dışındadır bunların. Çocukların, sinir hastalarının, ressam olmayanların yaptığı resimler; duvarlara, kaldırımlara, kapılara, sırasında kağıt parçalarına ya da tuvallere çizilenler ilginçtir kimi zaman; sığ bir eğitimle bozulmamış duyarlığı iletirler bize. Bunu, mutlaka baş köşeye yerleşmeye çalışan küçük akademizme yeğ tutarım kuşkusuz. Öldürülmemiş, donmamış bir renk, biçim, dize ve ezgide, bizi yakalayan, bilinmeyeni hatırlatan, belli belirsiz duyuran bir şeyler vardır; bir gizil sanat vardır diyebiliriz.
Ne var ki resim tarihinde, çocuk ressam, deli ressam, daha doğrusu bilinçsiz ressam ve bilinçsiz deli ressam yoktur. Sanat tarihi zamanla kendini düzeltir. Bundan ötürü sanat tarihinde «akademizmi benimsemiş» bir ressam da yoktur. Çocuk ya da deli resmi nasıl pedagoji ya da marazı ruhbilim konusuysa, akademik resim de âdetler, eşyalar, kostümler, kullanılan ve tekrarlanan biçimler tarihinin konusudur. Sanırım öteki sanatlar için de geçerlidir bu. Günümüzde anlamlı gözüken ve sonra yavaş yavaş ya da hızla anlamsızlaşan şiirler, öyküler, romanlar, filimler, toplumların geçirdikleri dönemler için yalnızca belge niteliğindedirler.
Yaratıcı sanat, bilinmeye yönelen, buluşu içinde taşıyan sanattır. Tıpkı gerçek felsefenin, en genel ve sonda yer alan sorunlarının içerdiği bilinmeyeni irdeleyip durması; sürekli olarak inceltip derinleştirdiği kavramlarında «buluş» lar ortaya koyması; göz kamaştırıcı aydınlıklar getirmesi gibi.
Mısır, Yunan, Rönesans, Uzak Doğu, Afrika, Orta Doğu, Osmanlı sanatları, bilinmeyenin, özel araçlarla yakalandığı, avlandığı alanlardır.-Bilinenlerin toplamı ile bilinmeyenlerin toplamı arasındaki bu alanda dönenir sanatçı ve buluşunu göz önüne serer; bilinmeyenin bir yerini aydınlatır, bilineni çoğaltır. Dünyada oluşunu, oluş nedenini bulmuştur sanki.
Yaratıcı sanatçıyı, hep bu tutum içinde görüyoruz. Ama gerçek sanatın ortaya çıkış süreci, tarihsel – toplumsal koşullara bağlı olarak değişiyor kuşkusuz. Afrika sanatının büyük örneklerinde bile sanatçının bir birey olarak ortaya çıkmaması; yörelerin, dönemlerin daha ağır basması ile Batı’daki birey, sanatçı birey olgusu arasında, sanatın ortaya konuş süreci bakımından farklar vardır ve günümüzde bu, belki de çok daha karmaşıklaşmıştır.
Son yüzyıl, Batı için de, Batı dışındaki ülkeler için de, bizim için de büyük değişmeler çağı oldu. Bu değişmelerin insan için taşıdığı anlamın ne olduğu sorusuna cevap vermek de, bunun haberini iletmek de sanatın bir başka görevi. Picasso, yaratıcı ressamın her alışılmadık ve yeni alana, her tür resme girebileceğini; ama her zaman bir haber vermek, bir öngörü getirmek zorunda olduğunu gösterdi. Gerçek sanat didinmesinin tehlikesi, heyecanı buradan geliyor; gerçek estetik te bu yönelişten kaynaklanıyor. Ve gerçek estetik, kurumsallaşmaktan, akademizmden, yüzeysel ve sıradan beğeniden uzak durmayı gerektiriyor; sanatçıya, dünya ile tehlikesiz bir ilişki kurmamak bir sözde denge içinde bulunmamak görevini yüklüyor; onu, olanı irdeleyip aşarakolacak olana, en genel anlamıyla eleştiriye (sanat alanındaki köklü eleştiriye) yöneltiyor. Felsefenin, çağdaş ve canlı felsefenin de böyle bir yönelişi olduğunu sanıyorum.
Buluşun, yaratışın, ortaya çıktığı zaman, onu gerçekleştiren kişiye ilintisi sorunu var bir de. Söylenen söz, ileri sürülen düşünce, yapılan resim (özgün oldukları varsayılınca), kaçınılmaz mıydı? diye sorabiliriz. Belli bir sanatçı bir resmi yapmasaydı, bir başka sanatçı o resmi yapacak mıydı? Bilimde, elmanın yere düşüşünün açıklanması kaçınılmazdı. Newton olmasa, bir başkası ortaya koyacaktı bu buluşu. Resimde, Cézanne’m doğayı yapısal yönde soyutlaması; «küpleri, küreleri, konileri» de kaçınılmazdı sanırım. Kuşkusuz, Cezanne’ın resmi, tüm olarak ve bildiğimiz somut varlığı içinde başka birisi tarafından gerçekleştirilemezdi. Bilimle sanat arasındaki farklardan biri de bu olmalı.
Cézanne’in kendi resminde genelleştirdiği tikelin izleri, yalnızca Cezanne’ın kişiliğine ait olan, benzersiz ve tekrarlanmaz olan bir yan. Resim adeta, Cézanne’ın tikel duyarlığında dayanağını bularak gerçekleşip genelleşiyor ve daha önce biçimlenmemiş, çizgileri belirsiz, gizli haldeyken, yani çağm duyarlığında «asıltı» halindeyken, genelken, Cezanne’ın kişiliğinde, bakış ve yaratışında tekillik kazanıyor diyebiliriz. Bilinmeyenle-bilinenin, anlatılamayanla-anlatılanın, henüz insansallaşmamışla-insansallaşanın, gizille-edimselin, özgürlük olmayanla-özgürlüğün diyalektiği bu. Bireysel ve tekil-olan içre işleyen bir diyalektik; tıpkı felsefede (ki filozof ya da düşünürün tekilliğinde gerçekleşmesi bakımından bilimden ayrılır) olduğu gibi. Yani burda da bir bakışım söz konusu…
Bilimin büyük atılım çağlarında tikel görüş ve yaratışta, tekillikte bir azalma olduğu; genelin ve kapsayıcının ağır bastığı söylenebilir. İzlenimciler, doğadaki renkler ve ışık konusunda bilimsel olmaya varacak kadar genelleştiklerinde, aralarındaki kişisel üslup farklarının azalmasından, adeta silinmesinden kaçınamadılar. Bir anlamda kaçınılmazdı da bu. Picasso ve Braque da, bir dönemde, buluş adına, yakınlaşmaktan, benzeşmekten, genelleşmekten kaçmamamışlardı.
Sanatlarla bilimler arasındaki ilişki; temeldeki ekonomik ve toplumsal değişmelerle bunların ilişkisi, uzmanların irdelemesine kalmış bir iş. Ben, bilimsel buluşlar, tarih boyunca birbirlerini düzelttikleri halde, büyük sanatın, düzeltilmez, aşılmaz ve indirgenmez olduğunu söylemekle yetineceğim. Eski Mısır bilimleri ve teknolojisi çoktan aşıldığı halde, Mısır sanatının büyük örnekleri aşılmamıştır; bütün öteki büyük örnekler gibi. Mısır kedi heykeli, bir gece sanatı ürünü; ölüm ve esirlikle sonuna kadar özdeşleşen bir kültürün ürünü olarak özgündür, indirgenemez; kendi yalnızlığı, açılmazlığı, korkutuculuğu ve gecesi içinde kendi ölümsüzlüğünü taşır.
Büyük sanatın, toplumların gerçekçiliğini de, imgelemini de, duygusallığını da ve en önemlisi buluş güçlerini ve özgünlüklerini de gösterdiği besbelli. Son yüzyılda Batı sanatı, arka arkaya buluşlar yaparak tarihte görülmedik bir canlılık, yayılmacılık ve saldırganlık gösterdi. Resmin büyük «misyonerleri», her yere, her yöne dağıldı. Gauguin’in resimlerine düşen gölge, uzak denizlerin gölgesidir; dünyanın genişlemesi, coğrafyanın resme girişi, yeni insan biçimlerinin çizilişidir. Van Gogh’un Japon sanatına, Matisse ve Klee’nin İslam sanatına, Picasso’nun Afrika sanatına sevgileri, ilgileri, bakışları, bilinen şeyler. Sınırsız bir zenginlik ve canlılıkla, figürün giderek soyutlanması, ortadan kalkması, figürsüzün ve soyutun ortaya çıkması; ama figürün yine de sürmesi, soyutun yeni yönleri, kavramların, «mizansen»lerin ortaya çıkması gerçeğiyle karşı karşıyayız burada. Batı sanatının, başlarda bir tür resmin başka bir tür resmi izlemesi, bir çizgisellik olarak görünen gelişmesi, her tür sanatın yapıldığı, yanyana yaşadığı çok canlı bir dünyaya ulaşmıştır sonunda.
Bütün bunlar hayran bırakıyor bizi, ama bir köşeye de sıkıştırıyor. Her konuda olduğu gibi, bunların arasına girmek, kalabalığa karışmak istiyoruz. Akademizm, yeni akademizm, çalışıp duruyor; Batıda her yapılanı belli zaman farklarıyla (bu farklar da giderek azalmakta) bizde tekrarlıyor. Öteki sanat dallarında da böyle. Hangi kılığa bürünürse burunsun, bu «çok gelişmiş» tekrarcılığın gerçek yerellikle bir ilgisi yok; gerçek evrensellikle de yok bundan ötürü. Bir şeye benziyor, ama aslı değil; o sanıyorsunuz, o değil. Sıradan ve kalp bir şey var karşınızda o kadar; bir sorun-yokluğu var yalnızca. Yani çağdaş felsefenin etkileyici bir biçimde üzerinde durduğu «haslık» ve «sorun» yok ama taklidi var. Oysa önemli olan her şeyden önce haslığa yönelen bir sorun olmak.