Mevlânâ sırlara inanırdı ama sırlardan önce insana inanırdı. Çünkü varlığın sırrı insandaydı. Eğer insan kendi sırrını anlayabilirse, varlığın da sırrına erecekti
Bazı insanların yaşamları söylencelerle, mitoslarla örülüdür. Bu söylenceler o kadar etkilidir ki, bu insanların bir tarihi kişilikleri bir de söylencelerden, kaynaklanan mistik, efsanevi kişilikleri olur. İsa peygamber böyledir. Bir tarihsel İsa vardır, bir de mistik İsa.
Tarihsel İsa, bir marangozun oğludur, hepimiz gibi etten kemikten oluşmuştur. Mistik İsa ise gizemlerle dolu bir yaşama sahiptir. İşin tuhafı her zaman bu mistik kişilikler daha çok ilgi çeker. Bu da doğaldır; efsaneler, söylenceler, mitoslar insanları her zaman gerçeklerden çok daha fazla etkiler. Bu kişiliklerinden biri de bu yıl 800. doğum yıldönümünü kutladığımız büyük ozan ve düşünür Mevlânâ Celaleddin’dir.
İsa Peygamber’den daha yakın bir dönemde yaşamış olmasına, hatta kendini ve düşüncelerini açıklayan metinler, şiirler yazmış olmasına rağmen Mevlânâ da, adı ve yaşamı çevresinde bir efsane ve gizem yaratılmasına engel olamamıştır. Engel olamamıştır diyorum, çünkü Mevlânâ, Fihi Ma’Fih adlı yaptında bu tür mucizelere değer vermediğini şu sözlerle açıklar: “Birisi, buradan bir günde Kâbe’ye gitse, bu o kadar şaşılacak bir şey olmadığı gibi keramet de değildir. Çünkü sam yeli de bir günde Kâbe’ye gidebilir. Asıl keramet senin ikilikten kurtulman, kötülükten iyiliğe dönmendir.”
Batılıların Rumi dedikleri, yapıtlarıyla Hegel ve Goethe’yi de etkileyen Mevlânâ’nın, 30 Eylül 1207’de Belh’te doğduğu söylenir. Mevlânâ’nın babası dönemin en önemli dini bilginlerinden biri olan Muhammed Bahaeddin Veled’dir. Bahaeddin Veled o kadar önemli bir dini kişliktir ki, ona ‘Sultan-al-ulema’ yani bilginler sultanı denmiştir. Ama dönem karışıklıklar dönemidir, kıskançlıklar dönemi. Ve bilginlerin sultanı, Bahaeddin Veled, ülkenin sultanıyla anlaşmazlığa düşünce Belh’ten ayrılmak zorunda kalır. Uzun bir yolculuğun ardından yerleşmeye karar verdiği Konya’ya geldikten iki yıl sonra da yaşama gözlerini kapar.
Şems’le Mevlânâ’nın ‘aşkı’
Celaleddin’in ilk öğretmeni olan babası Bahaeddin Veled, oğluna yalnızca dini bilgileri değil, aynı zamanda dönemin bilimsel bilgilerini; matematik, astronomi de öğretmiştir. Babasının ölümünden sonra Mevlânâ, Seyyit Burhanettin Muhakkak adlı bir şeyhin yönlendiriciliğinde eğitimine dokuz yıl daha devam etmiştir. Bu süre içerisinde Halep’te Halaviye Medresesi’nde kalmış, Şam’da Makdisiyye Medresesi’nde öğrenim görmüş, önemli bilginlerle, sufilerle tanışmış, onlardan etkilenmiş, onları etkilemiştir. Arap, Fars edebiyatını büyük bir ilgiyle takip etmiş, Yunanca öğrenmiştir. Yunan şiirini, Antik Yunan Felsefecilerini kendi dilinden okumuştur. Ama onun düşüncelerindeki büyük sıçrama ve yaşamındaki devrim Tebrizli Şemseddin Muhammed’le tanıştıktan sonra meydana gelmiştir.
Tebrizli Şems’in yaşamı, Mevlânâ’nınkine göre daha pusludur, kesin bilgiler yoktur.
Çok gezen, gittiği yerlerde medrese, tekke gibi dini mekânlarda değil kervansaraylarda, hanlarda kalan bir gezgindir Şems. Gittiği yerlerde uzun süre kalmayışından dolayı ona ‘Şems-i Perende’ (Uçan Şems) adı verilmiştir. Şems, bildik inanç gereklerine uymayan, alışıldık ibadetleri uygulamayan, sufiler gibi giyinmeyen aykırı bir derviştir. Onun Melameti ya da Kalenderi meşrebine sahip olduğu söylenmektedir. Bu tahmin doğruya oldukça yakındır. Çünkü Kalenderiler şeriatın sığ, sekter, yaşamdışı emirlerine uymazlardı. Tek bir doğrunun olduğuna da inanmazlardı. Bilgi onlar için ellerini kollarını bağlayan kalın bir halat değil, farklı bahçelerin kapısını açan bir anahtardı. Tebrizli Şems bu adamlardan biridir. Kişiliğinde de isyancı, eleştirel, ele avuca sığmaz bir yan vardır. En önemli İslam felsefecilerinden biri olan Muhiyiddin İbn-i Arabi’nin görüşlerini bile tartışmakta, kendi doğrularını söylemekten çekinmemektedir.
Şems’in Mevlânâ’dan yaşça biraz daha büyük olduğu söylenir. Konya’daki ilk karşılaşmalarından önce, bu karşılaşmayı hazırlayan şöyle bir olaydan söz edilir. Mevlânâ henüz Şam’da eğitim görürken, Şems siyah elbiseler içinde ona görünmüş, “Ey manalar aleminin sarrafı beni bul,” demiş ve kaybolmuştur. 23 Ekim 1244’te Konya’daki ilk karşılaşmalarında ise Şems, Mevlânâ’ya doğrudan şu soruyu yöneltmiştir:
“Hazreti Muhammed mi büyüktür, yoksa Beyazıt Bestami mi?” Mevlânâ şaşkınlıkla bakınmış. “Bu nasıl soru, kuşkusuz Hazreti Muhammed büyüktür” demiştir. Bunun üzerine Şems, “Ama Hazreti Muhammed, ‘Ey Allahım biz seni tam olarak bilemedik’ derken, Beyazıt Bestami, ‘ben sultanların sultanıyım, her türlü bilgiye ulaştım,’ diyor.” Mevlânâ bunun üzerine şöyle demiştir. “Beyazıt Bestami’nin susuzluğu bir yudumla dinecek kadar küçüktür. Hazreti Muhammed’e gelince, onun susuzluğu derindir, geniştir, sonsuzdur.”
Şems’in sorusunu çerçeveleyen dinsel olaylar çıkarılırsa, şu anlam ortaya çıkar: Gerçeklik bilinebilir mi? Mevlânâ’nın yanıtı ise şöyledir. Bilinebilir ama mutlak olarak değil, göreceli olarak. Çünkü gerçeklik derindir, sonsuzdur, değişkendir. Bu karşılaşmanın ardından iki adamın içlerinden biri öldürülünceye kadar sürecek olan büyük dostluğu, sevgisi, arkadaşlığı başlamış olur.
Diyalektik felsefe
Şems’le tanışmadan önce Mevlânâ, medresede ders okutan, camide vaaz veren, eli öpülüp, duası alınan bir din bilginidir. Şems’le tanışmasının ardından medreseyi, vaazı, duayı bırakmış, sema dönmeye ve müziğe başlamıştır. Eskiden beri uğraştığı şiir sanatına kendini vermiş, üstelik yazdığı şiirlerde dinin yerini artık aşk almıştır. “… dinim aşktır benim, senin yüzünü gördüm göreli.” Bu durum Konya’daki tutucuların tepkisini çekmekte gecikmemiş, kentin dar sokaklarında adi dedikodular, öfkeli fısıltılar dolaşmaya başlamıştır. Tebrizli Şems, onların bilge şeyhini ellerinden almıştır. Olayların büyümesinden korkan Şems, çareyi Konya’dan kaçmakta bulacaktır. Ancak Mevlânâ onun peşini bırakmayacak, büyük oğlu Bahaeddin’i Şam’a yollayarak Şems’i yeniden Konya’ya getirtecektir. İki dostun ikinci buluşması, trajik bir olayla sonuçlanacak, kentin yobazları, Mevlânâ’nın küçük oğlu Alaeddin’i de bu komploya karıştırarak, Şems’i öldürtecektir. Onlar Şems’i ortadan kaldırırlarsa Mevlânâ’nın duayla, namazla, vaazla ilgilenen o eski Mevlânâ olacağına inanmaktadırlar.
Oysa Mevlânâ’nın dönüşümünde Şems, sadece bardağı taşıran bir damla olmuştur ya da patlamak üzere olan bir bombayı tetikleyen ateş. Celaleddin Rumi’yi Mevlânâ yapacak olan koşullar Şems’ten çok önce oluşmuştur. Bu koşulların ilki Celaleddin’in aldığı eğitimdir, ikincisi yaşadığı çevre. 13. yüzyılda Anadolu çok kültürlü bir yapıya sahiptir. Hristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler, Şamanlar birlikte yaşamaktadır. Kimse, kimsenin kültürüne, dinine karışmaz. Bu kültürel iklim içinde, Celaleddin’in babasından sonraki ilk hocası olan Melameti şeyhi Seyyit Burhanettin Muhakkak’tan aldığı eğitimin özel bir yeri vardır.
Kökleri Eski Mısır’a kadar uzanan, Batılıların Ezoterik dediği, İslam dünyasında Batıni bilgi olarak geçen, dünyayı akılla değil, sezgilerle anlama yöntemini benimseyen Seyyit Burhanettin Muhakkak, Mevlânâ’yı da aynı yöntemle eğitmiştir. Yıllar sonra karşılaşacağı Şems ise bu etkiyi derinleştirmiş, Mevlânâ’da gerçek bir düşünsel devrimin oluşmasına yol açmıştır. Böylece Mevlânâ inancın alışıldık kalıplarını darmadağın ederek, dinin yerine aşkı koymuştur. Bu aşkı yalnızca cinsel eksenli aşk olarak almak konuya oldukça sığ bakmak olur. Mevlânâ için aşk, varlığa duyulan aşktır. Bir çiçeğe, bir ota, bir hayvana, denize, güneşe, erkek ya da kadın fark etmez insana duyulan aşktır. Mevlânâ’da aşk bir dünya görüşüdür, hoşgörünün merkezde olduğu bir anlayıştır. O kendini asla bir dinin emirleriyle bağlamaz. Mevlânâ’nın inancı, dünya görüşü bütün dinlerin, bütün bilgilerin üzerindedir. Aşağıdaki dizeler onun inanç konusundaki görüşlerini oldukça açık bir şekilde dile getirmektedir:
“Müslümanlığın, kafirliğin dışında bir ova/Uçsuz bucaksız ovada sevdamız uzar gider/Anlayan vardı mı usulca başını kor/Ne Müslümanlığa yer var, ne kafirliğe yer”
Her ne kadar Şems felsefeden nefret etse de, Mevlânâ yaşamı algılamaktan, insanları ve doğayı sevmeye kadar uzanan bir felsefi sistem oluşturmuştur. Bu felsefenin yöntemi diyalektiktir. Birlik içindeki çokluğa dikkat çekiyordu büyük ozan, aynı zamanda çokluğun içindeki birliğe. Mevlânâ sırlara inanırdı ama sırlardan önce insana inanırdı. Çünkü varlığın sırrı insandaydı. Eğer insan kendi sırrını anlayabilirse, yaşamın aynasında kendi ruhunu görebilirse, varlığın da sırrına erecekti. Tasavvuf deyimiyle söyleyecek olursak varlığın birliğine ulaşacak, varlığın bilinci, yani İnsan-ı Kâmil olacaktı. İşte sır buydu, zirve buydu: “İnsan-ı Kâmil” olmak.
Mevlânâ yaşamı boyunca İnsan-ı Kâmil olmak için uğraştı ve herkesi İnsan-ı Kâmil olmaya çağırdı. Divan-ı Kebir’de, mektuplarında ve vaazlarında, 6 ciltlik Mesnevi’sinde ve görüşlerini ayrıntılarıyla açıkladığı Fihi Ma’Fih’de Mevlânâ son derece yalın bir halk Farsçasıyla bu öğretisini açıklamaya ve yaymaya çalıştı. Çevresindekiler ne kadar İnsan-ı Kâmil oldu bilemeyiz ama aradan yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen Mevlânâ’nın yaşama ve varlığa dair görüşleri hâlâ okunduğuna göre, onun bu amaca ulaştığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Nice nice yüz yıllara Mevlânâ… Nice nice bin yıllara büyük usta…