Geleceği görüyorum. İşte orada, sokakta. Şimdiden daha silikçe. Daha ne bekliyor gerçekleşmek için sanki? Gelecek, bu ihtiyar kadına daha fazla ne sağlayabilir ki? İhtiyar kadın topallayarak uzaklaşıyor. Aniden duruyor. Başörtüsünden sarkan aklaşmış bir tutam saçı yana doğru itiyor. Yeniden yürümeye koyuluyor. Demin oradaydı, simdi ise burada… Hiç anlayamıyorum içinde bulunduğum durumu: Hareketlerini gerçekten görebiliyor muyum, yoksa onları tahmin mi ediyorum?
Şimdiyi gelecekten hiç ayırt etmiyorum artık. Çünkü, sürüp gidiyor bu, yavaş da olsa gerçekleşiyor; ihtiyar, koskocaman erkek ayakkabılarını sürüye sürüye ilerliyor ıssız sokakta. Budur işte zaman, hem de çırılçıplak zaman, yavaşça var oluyor. Kendini beklettirir ve geldiğinde de tiksinti verir. Çünkü zaten, uzun süredir onunla birlikte bulunulduğunun farkına varılır. İhtiyar, sokağın köşesine yaklaşıyor. Ufacık kara bir kumaş yığınından başka bir şey değildir artık o. Evet, doğru, bu, yeni bir şey. Demin orada değildi. Ama bu, insanı şaşırtmayan tatsız ve silik bir yenilik. Sokağın köşesini dönmek üzere ihtiyar kadın, dönüyor işte… Bitmek bilmeyen bir süreden beri.
Pencereden söküp atıyorum kendimi. Sallana sallana odada başlıyorum dolaşmaya; birdenbire aynaya yapışıp kalıyorum, kendime söyle bir bakıyorum, tiksiniyorum kendimden: Hala bitmez tükenmez bir süre daha. Sonunda, bu görüntümden kurtulup yatağın üzerine yığılıyorum. Tavana bakıyorum, bir uyuyabilsem.
Sakinlik, sessizlik…
*******
Bizden rahatsız olan bir varolanlar yığını, ne birilerinin, ne ötekilerinin; hiçbirimizin burada olmak için en ufak hakkımız yok. Karışık ve belirsizce tedirgin olan her varolan diğerlerine göre kendini fazla hissetmektedir. Fazlalık, bu ağaçlar, bu kafesler, bu çakıllar arasında kurabileceğim tek ilişkidir.
Boşuna kestane ağaçlarını saymaya, onların yerlerini belirlemeye, yüksekliklerini çınarlarınkiyle karşılaştırmaya çalıştım: onların herbiri, içine sokmaya çalıştığım bu ilişkilerden kaçıyor, yalnızlaşıyor ve taşıyordu.
Bu ilişkilerin (dünyanın yıkılışını geciktirmek için korumaya inat ettiğim ölçülerin, niceliklerin, yönlerin ilişkileri) keyfiliğini hissediyordum; artık şeyleri aşmıyorlardı. Şurada, karşımda, biraz solda olan kestane ağaçları fazlaydılar.
(…)
Ve ben, gevşek, edepsiz, iç karartıcı düşünceleri sindiren, sallayan ben de fazlaydım. Bitkiler arasındaki, bu çakıllar
üzerindeki cesedim, kanım fazlaydı.
(…)
Ve çürümüş beden onu içine alan toprak için fazlaydı ve nihayet yıkanmış, derisi yüzülmüş, dişler gibi temiz olan kemiklerim de
fazlaydılar: ebediyete kadar fazlaydım.
Bulantı (La Nausee)