Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazartesi, Aralık 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeFelsefe (Genel)Sanatın doğuşu,büyü,din ve estetik kaygı

Sanatın doğuşu,büyü,din ve estetik kaygı

Sanat kut törenlerinin, tapınma törenlerinin bağrından doğmuştur. Bu önermeyi önemsiz sayıp görmezden gelenler olabilir. Çünkü sanat tıpkı büyü gibi, yeryüzünde büyük bir güçtür   ya da böyle bir güç olabilir ve bu yüzden uysal, evcil tutulmak istenebilir. Oysa ki gerçekte, sanatın kökenlerinin incelenmesini küçümsemekle onun ne olduğunu anlama ve böylece tadına varma olanağından yoksun kalırız. Biz böylesi bir durumla karşılaşmamak amacıyla kısa yazımızda “gittikçe çoğalan kanıtların zenginliğine bakarak, sanatın başlangıçta büyü olduğu, gerçek ama bilinmeyen bir dünyaya egemen olmaya yarayan tılsımlı bir araç olduğu sonucuna varan görüşü anlatmaya çalışacağız.

Ayakta durabilen ve ön ayaklarını kullanabilen yüksek memeliler daha baştan aşağı omurgalılardan ayrılırlar. Bedendeki devingen organların sürekli incelmesi anlamına gelen bu gelişme, çevredeki özel koşulların bir sonucu olarak ortaya çıkar. Ormanda yaşayan bu hayvanlar görme ve dokunma duyuları arasında yakın bir işbirliği ve incelmiş kas düzenine sahiptirler. Ellerin gelişmesi beyin için yeni sorunlar, yeni olanaklar ortaya çıkardığı için daha başlangıçta el ile beyin arasında bütünsel bir bağ kurulmuş olur.

İnsan, yüksek memelilerin bir sonraki aşaması olan insansı memelilerden, ayakta durabildiği ve bunun sonucunda elleri ile ayakları arasındaki işbölümünü tamamladığından dolayı ayrılır. Ayak parmakları kavrama özelliğini yitirir, el parmakları ise maymunlarda olmayan bir beceriklilik kazanarak artık araç yapabilir. Bu belirleyici adım yepyeni bir yaşama yolu açar insana. Doğayı denetimi altına alabilmek amacıyla kullandığı araçları ile geçimi için gerekli olan şeyleri aramaktan kurtulup, onları üretmeye başlar. Doğayı denetimi altına almaya çalışırken, onun insan isteminin dışında kendi yasalarına göre yönetildiğini anlar.

Çevresinde olup bitenlerin nasıl olduğunu öğrenerek, bu olayları gerçekleştirmek için ne yapması gerektiğini kavrar ve bu nesnel gerekliliği tanıdıkça kendi amaçları doğrultusunda kullanma gücü elde eder. “Öte yandan doğa yasalarını anlayamadığı sürece, çevresindeki dünyayı salt kendi istemini öne sürerek değiştirebileceğini sanır. Büyünün temeli de budur.”

Bu açıklama ışığında, tavanı damlayan dar geçitlerden onca eziyetle geçtikten sonra insanlardan uzak zifiri karanlık bir mağaranın duvarına meşale ışığı ile yapılan alabildiğine canlı bizon resimlerini çizen avcı-ressamı yalnız ressam değil, bir büyücü olduğunu çok rahat anlarız. Bu resimler “imgelerin etkisine ilişkin evrensel inanışın, en eski örnekleridir. Başka bir deyişle bu ilkel avcılar, oklarını ve taş baltalarını kullanarak elde ettikleri avların yalnızca resmini yapmakla, gerçek hayvanların da kendi güçlerine boyun eğeceğine inanır.” Böyle bir büyü, etkisini avcıya cesaret vererek gösterir.

Aynı şey bir toplu çalışma ortamında,beraber söylenen ritmik şiir için de geçerlidir. Başlangıçta üretilen madde -örneğin ekin- çalışırken çıkan sesin nedeni olarak düşünülür. Ürünü artırmak amacıyla ses taklit edilir ve bu sesin oluşturduğu yeni ritme uygun olarak çalışma sürdürülür. Bu şekilde sağlanan düzen de yapılan işin artmasını sağlar ve ürün bakımından verim de yükselir. Verimin artmasına neden olarak, düzeni sağlayan ritmik sesi bir şekilde çıkaran büyücünün yaptığı büyü görülür. Örneklerinin çeşitli kaynaklarda sıkça görebileceğimiz bu gibi büyüsel inanışlar günümüz ilkel kabilelerinde halen sürmektedir. Bazı bayramlarda kabile üyeleri hayvan kılığına girerek, hayvansal davranışlarla kutsal oyunlar oynamaktadır.

Onlar da bir bakıma av hayvanlarına karşı güç sağlamış olduklarını düşüneceklerdir. Bunun dışında bazı hayvanlarla akraba olduğunu düşünen inanışlar vardır. Orta Asya’dan göç eden Türkler’e bir dişi kurdun yol gösterdiğine inanılır. İlkel erginleme törenlerinde gencin yeniden doğduğunu, bir kişilik kazandığını simgelemek için kızların cinsel organlarından kan gelmesini sağlamak amacıyla başlayan sünnet olayı, günümüzde bekaretin önem kazandığı ataerkil toplumda erkeğin sünnet olması ile devam etmektedir.

“Bu inanışların sanatla ilişkisinin az olduğunu düşünmek yanlıştır. Çünkü gerçekte sanatı çeşitli biçimlerde etkileyen bu inanışlardır. Bir çok sanat yapıtının anlamı bu acayip geleneklerde bir önemi olmasından ileri geliyor. Dolayısıyla önemli olan, bir heykelin veya bir resim yapıtının bizim ölçümüze göre güzelliği değil, onun etkililiği başka bir deyişle, istenilen büyüsel etkiyi sağlama olanağıdır.”

Bu düşünceden yola çıkarak taşa bir şekil vererek ilk aracı yapan, mağara duvarına resim yapan veya ritmik bir ezgi ile çalışma sürecini düzenleyen, böylece toplu işgücünü artıran ilk örgütleyici için sanatçı ifadesini kullanmamız yanlış olmayacaktır. İlkel toplumdan, daha karmaşık yapılı toplumlara yani sınıflı toplumlara geçildikçe büyü ayrışmaya başlar. Büyücünün görevi sanatçı ve rahip daha sonra da hekim, bilgin ve düşünür arasında paylaşılır. Böylelikle sanat, kendi içerisinde önemli bir ilerleme sağlar ve daha belirgin olarak ortaya çıkmaya başlar. Sanatçı önemli bir yükü üzerinden atarak, kendi yaratıcı kişiliğini hissettirmeye başlar ama günümüz de dahil mevcut olana yeniden şekil verme veya yansılama gibi düşünceler sanatçının kafasından ve ürününden çıkmaz. Yani büyü gücünü sürdürür…
ilkel dönemlerde mağaraya yapılan resimlerde çizilen hayvan figürlerinin devasa büyüklükte olması hayvan aynı ebatlarda olmsı taklit etmektir.büyü ihitiyyac ve kendini doğaya karşı kabul ettirmek için sanat çıkmıştır.sanatın ilk çıkışınsa estekik kaygı varmıydı.

Sanat ve Din

İnsanların dışındaki nesneleri ya da zihin dünyasında yorumladığı şeyleri, çeşitli birimlerde ifade etmelerinden ötürü sanat ya da sanatlar doğmuştur. Başka bir tabirle sanat, insanların ve sosyal gruplar ile milletlerin dünyayı yorumlayış tarzlarıdır. Bu yorumlardaki benzerlikleri, farklılıkları ya da aynilikleri ise insanların içinde bulundukları sosyo-kültürel yapı ile özel yetenek ve becerileri belirler.

Sanat eserlerinde ki bazı ortaklıklar tesadüflerle izah edilemezler. Öyle izah etmeğe kalkılırsa, o zaman tarih, mitoloji, sosyoloji, antropoloji, edebiyat gibi sosyal bilimlerin sonuçlarını da birer tesadüf eserleri olarak ifade etmek zorunda kalınır ki, sonuçta sosyo-kültürel hayat bir tesadüfler zincirinden ibaretmiş gibi algılanır. Oysa sosyo-kültürel hayat bir tesadüfler yumağı olmayıp, sosyal gerçekliğin kendisidir. Sosyal gerçeklik ise, sosyal grupların tarihlerinden getirdikleri ve yeni eklemelerle devam ettirdikleri gelenekli bir süreçtir. Bu süreçteki didişmelerden yani “insanın sonu gelmeyen özlemleriyle sınırlı imkanları arasındaki çelişkiden sanat doğmuştur”. Bu nedenle “sanat duygu ve düşüncelerin kaynaştırılarak ahenkli bir tertip halinde ifadesidir”.

Sosyo-kültürel hayattaki bir çok unsur gibi, sanat da birtakım dini inançlarla yakından ilgilidir. Belki bundan olacak ki Fischer, “başlangıçdaki büyü zamanla dine, bilime ve sanata dönüştü” der. Fischer esrinin bir başka yerinde de “ta başlangıçtan beri insan büyücüdür” diyerek, büyünün sosyo-kültürel yapıdaki önemine dikkatimizi çekerek, son zamanlarda çoğalan belgelerin zenginliği sanatın başlangıçta bir “büyü” olduğunu ortaya koyuyor der.

İnsanla ilgili rituallerin önemli bir kısmında din ile büyünün etkili rol oynadığını alan çalışmalarına dayalı sosyolojik ve antropolojik verilerde sıkça görmek mümkündür. Mesela yasaksız bir sosyal grubun olmadığı bilinmektedir. Yasakların kaynağının ise din ya da dine benzer inançlar olduğu genelde kabul görmektedir. O halde din ile sanat arasındaki yakın ilginin, fazla garip olmaması gerek. Bu sebeple ilerde ayrıntılı bahsedeceğimiz ve fotoğraflarda da göreceğimiz üzere “koçbaşı” damgalarının da birtakım dini kimlik taşıması gayet doğaldır.

Din ile sanat arasındaki ilişkiye dikkat çeken sanat tarihçilerinden biri olan Read da “geçmişe baktığımızda tarih öncesinin belirsiz kaynaklarından sanat ve dinin el ele çıktıklarını görüyoruz…. Eserlerini yaratırken dini inanıştan hareket etmemiş gibi görünen sanatçıların bile hayatları daha yakından incelenince dini duyarlık diyebileceğimiz bir tarafta karşılaşırız. Van Gogh’un hayatı buna iyi bir örnektir… Dinin rahipleri ile büyücüleri, yaratıcı sanatçılarla aynıdır, ve sanatın işi sadece tapınma veya yatıştırmadır”, diyerek sanat ile din arasındaki yakın ilgiyi gözler önüne serer. Read bir başka eserinde de “büyü, dinin olduğu kadar bilimin de çıkış noktası olarak bilinir” der. Sanat ile din arasındaki yakın ilgiye bir başka eserde “Bizans sanatı dinsel bir sanattır. Başlangıçta hıristiyanlığın ilk yayılma özü içinde Yunan-Roma geleneğini devam ettirmiştir” denmektedir. Bu satırların yazarının uzmanlık alanı sosyoloji olduğu için yukarıdaki iddia hakkında söyleyeceği fazla sözü yoktur. Ancak sanat ile din arasındaki yakın ilgiden dolayı yukarıdaki görüşe katılmamak mümkün değildir. Dolayısıyla Doğu sanatıyla Batı sanatı arasında her şeyden önce, dinden veya dini anlayıştan kaynaklanan temel bir farklılığın olması gerekir.

Öyleyse genelde Doğu, özelde Türk sanatının, Batı sanatından farklı ele alınıp incelenmesi gerekmez mi? Batı’da sanat dendiğinde ilk akla gelen resim, heykel ve bale’dir. Bununla birlikte güzellik kavramı sanatla o kadar iç içe kullanılmıştır ki sanat “estetik” kavramıyla izah edilmiş, hatta sanat yerine estetik kavramı kullanılmıştır. Türk sanatında ise resim, heykel çok az kullanılırken, neredeyse bale günümüzde bile halka mal olmuş değildir. Oysa sanat her şeyden önce, geleneksel uğraş alanı olarak halkın yakın ilgi alanıdır. Dolayısıyla bir halkın sanat hakkındaki bilgileri ve eylemleri onun sosyo-kültürel tarihinden hareketle ele alınmalıdır. Ancak sanatı Batı mantığıyla algıladığımızdan dolayı bizim kültürümüzde çok önemli yeri olan at kuşamları, kurganlar, balballar, mezarlıklar, kadınlarımızın el işleri (halı, kilim, keçe dahil) ile yurt (keçeden yapılan, Türklere has yuvarlak çadır)’lar. Türk sanat tarihçileri tarafından, genelde bir problem alanı olarak görülmediği gibi, tarihi kökleri yüzlerce yıla dayanan, bu ata yadigarı sanat eserleri, bilinçsizce çürümeye ya da teknolojiye terk edilmiştirler. Mesela Ahlat’da gördüğümüz mezar taşları ile Bitlis merkezindeki mezar taşları, kaderleriyle başbaşa bırakılmışlardır. Özellikle birer sanat eseri olan Ahlat mezar taşları kısa zamanda korumaya alınmazsa yüzlerce yıllık tarih yok olmayla karşı karşıyadır. Korkarım Anadolu’nun bazı merkezlerinde dokunan geleneksel halı kilimler de yakın bir gelecekte kaybolacaklardır. Çünkü bir boyu veya bir tarihi anlatan damgalar modernlik adına değiştirilmege çalışılıyor. Mesela Nusaybin’de gördüğümüz halı dokuyan kızlarımız geleneksel damgalarını değil de, allı güllü neyi anlattığı belli olmayan, çizgilerle halı dokuyorlardı.

Sonuç olarak “Avrupa sanat hiyerarşisinin tepesi figüratif resim ve heykel tarafından tutulmuştur”. Belki bundan olacak ki Batı’da sanat “estetik” anlamında kullanılmıştır. Türk felsefesinde ise sanatta esas olan birinci öncelik ahenk, bir şeyi anlatmak ve onu ifade edebilmektir. Burada bir ifade tarzının ahenkli olması ne kadar önemli ise parçalar veya damgalar arasındaki ahenk de o kadar önemlidir.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments