Olumluluk değerleri bugün kimse tarafından yadsınamayacak iki temel mefhum, ‘hukuk devleti’ ve ‘insan haklan’ bu yazıda önereceğim bakış açısından görüldüklerinde ‘zayıf düşünce’ler gibi belirecekler. Felsefede, toplumsal bilimlerde ve sol eleştiri geleneklerinde bu mefhumlar son zamanlarda oldukça değerli kılındılar, hatta bir ara, özellikle 12 Eylül’ün yıkımıyla sarsılan Türkiye’de, düşünce insanlarının, aydınların ve sol-sosyalist fikirlerin temel meşgalesi haline gelebildiler. Yeni yeşermekte olan ve ‘evrensel’ değer sistemleriyle dolaylı da olsa yüz yüze kalmayı sonunda kabul eden ‘yerli’, muhafazakar veya ‘İslamcı’ düşünce insanları da kendi üsluplarıyla bu zayıf düşünce mefhumlarının etki ve medyatik direnç kazanmasına yardımcı olmaktan geri kalmadılar. Önünde sonunda sokaklarında ‘aktivist’ polislerin ‘kahrolsun insan hakları’ sloganlarıyla kendi çaplarında nümayiş yaptıkları tuhaf bir ülkeydik. ‘Demokrasi’, ‘hukuk devleti’, ‘insan hakları’ mefhumlarına öncelikle bel bağlamak gerekiyordu öyleyse. İktidarlar ‘hakların ülkemiz halkına bol geldiğini’ söylemeye kadar ileri vardırabiliyorlardı işi. Demek ki 12 Eylül rejimine karşı ‘gerçekçi’ bir direnç gösterilecekse, karşı taraf nezdinde (belki de Batı dünyasının baskısı yüzünden) kritik bir sorun yaratan bu mefhumları terennüm ederek başlamak en iyi yol olmalıydı.
Oysa, bu ‘zorunlu’, şimdiye dek kısmen de ‘verimli’ olduğu söylenebilecek ‘insan hakları’ ve ‘demokrasi’ mücadelesinin belli bir noktada kollektif özgürleşme duygularını gemleyebildiğini, ‘hakların’ gerçekten ‘bol gelmeye’ başladıklarını gözlemlememek de zordur. Her şeyden önce, yalnızca 12 Eylül kurumlarının kıyıcı vasıtaları yüzünden değil, gittikçe esnekleşen ve inceltilen, yakın bir gelecekte şimdiye nazaran çok daha belirgin bir biçimde yüzleşmek zorunda kalacağımız tahakküm ve denetim biçimlerinin karşısındayız artık. Hukuk dışı/hukuksal ayrımlarıyla kavranamayacak toplumsal iktidar biçimleri ile yüzyüze kalmak kaçınılmaz hale gelecektir. Bunlar karşısında yeni mücadele ve direnç biçimlerine ihtiyaç olduğunu, bunları geçmişimizden öğrenme ya da miras alma konusunda da pek talihli olmayabileceğimizi söylerken kötümser olmadığımı da hemen belirtmeliyim. Sorun bir ‘iyimserlik/kötümserlik’ sorunu değil, bireysel-kollektif mücadele ve direnç araçlarının üretilmesi sorusudur.
Sendikal, dar siyasal-parlamenter yapılar dahilinde yürütülen mücadele tarzlarının bu yeni ihtiyaçlara ‘bol’ geldikleri artık kendisinden yeterli dersler çıkarılabilmiş bir deney olmalıydı. Toplumsal güçler, bütün örgütsüzlükleri ve kör arzulara terkedilmiş iradeleri çerçevesinde işliyor olsalar bile, ‘insan hakları’ ya da ‘demokrasi’ vaadlerinden (ülkemizde klasik bir sosyal-demokrat hipotezini oluşturan unsurlar olarak) artık bunalmış olan bizler, alışılageldik kavramlarımızı deşmeyi ve parçalamayı göze almak zorundayız. ‘İnsan hakları ihlalleri’ denen şeyin bu kadar sıklıkla gerçekleştiği bir ülkede yaşıyor olmamız yapmaya çalışacağım eleştiri faaliyetlerini bir lüks aline getirmek şöyle dursun, tam aksine, siyasi bir sorumluluk haline sokmaktadır. Batı’da ‘felsefede’ yapılabilecek bir şeyi ülkemizde siyasi bir eleştiri içinde gerçekleştirmek neden daha kötü bir durum olsun. Her şeye rağmen, toplumsal vicdanı rahatsız edebilecek bazı yanlış anlamalardan kaçınabilmek amacıyla, öncelikle ‘insan hakları’ ve ‘demokrasi’ mücadelesini karşımıza almanın imkan dahilinde olmadığını söylemekle başlayayım. Bunun nedeni, zaten insanlann özelliklerinin bu kavram malzemesine kendiliğinden sahip olması, bu yüzden biz ne dersek diyelim, insanların, tarih boyunca.özgürlükleri uğruna gerçekten mücadele ettikleri anların yanında, ne yazık ki, genellikle, özgürlük, vatanseverlik, özveri duygularıyla kölelikleri ve sömürülmeleri uğruna da mücadele ettiklerini gözlemlememek pek elde değil. Günümüzde bir ara sol, şimdilerdeyse tuhaf bir şekilde İslamcı düşünce akımına son derece çekici gelen ‘insan hakları’ fikriyatının eleştirisinin çıkış noktası öyleyse bu şaşılası durum olmalı. Gerisi arkadan gelecektir…
Hukuki Modelin Eleştirisi
Herhangi bir solcu parti toplantısına gözlemci ya da üye olarak katılan birinin çok geçmeden kendini hukuki bir meselenin çözümlenmesine şahit olan bir kişi olarak algılaması kaçınılmaz olur. Bitip tükenmek bilmez bir ‘hukuksal’ tartışma üslubu, partilerin, sendikaların ve bu türden bütün kurumların, örgütlenmenin ‘hukuksal’ ve ‘yasal’ yanlarına fiili amaçlardan çok daha fazla önem verildiği hissini uyandırmakta geç kalmaz. Karar alma ve kararlara müdahele etme mekanizmaları, ne için karar almak gerektiği konusunda yapılabilecek en küçük bir mülahazadan önce emniyetle oluşturulmalı ve yürürlüğe konmalıdır. Siyasete soyunan her kişi gibi, bir sosyalist de siyasetin de siyasetin ‘yasallık’ ve ‘adalet’ mefhumlarını içselleştirmiş, benimsemiş olmalıdır vesaire… Bütün bu ‘olumlu’ meselelerin neyi gözlerden sakladığına bir göz atalım şimdi de. Düşünsel ve eleştirel üretimin (bunlar kendi içlerinde ‘direnç’tirler daha şimdiden) en zayıf olduğu durumlar hukuk fikrini model olarak aldıkları anlardır: Toplumsal yaşamın olasılığını bir ‘sözleşme’ye bağlayan, ya da tüm çağların idealist fikirler tortusunu Hegelci bir ‘hukuk felsefesi’nin içine boca eden düşüncelerden bahsediyorum. Bunun başka modellerini ‘Tanrı Yasası’nı terennüm eden dinsel-siyasal sistemlerde, modern hukuki aygıtların biçimlenmesine eşlik eden Devlet Hikmeti doktrinlerinde, kamu ve idare bilimlerinde ve kamu oyu fikrinde bulabilirsiniz. Her durumda bunların hepsinde ortak olan şey, ‘hukuki bir model’ sunuyor olmalarıdır. Sol kültürün de bu modeli benimseyebildiğini hatta oldukça yoksul ve cılız olduğu dönemlerde baştacı etmekten geri kalmadığını biliyoruz. Geçenlerde solcu öğrencilerin türbanlı öğrencilerle birlikte.direnişe geçmelerine sinirlendiklerinde 68’liler Derneği adı verilen kurum resmi bir açıklama yaparak ‘biz böyle bir miras bırakmadık’ gibisinden lafları medyaya yansıtmıştı. Hukuki dil ‘miras’ sözcüğü kadar talihsiz bir mefhumu işin içine sokabilecek kadar işin içine nüfuz etmiş görünüyor. Böylece 68’lilerin artık yaşamadıklarını, herşeyin geçmişte kaldığını, geriye yalnızca ‘harfiyen uyulması gereken’ bir mirastan başka bir şey bırakmadıklarını en yetkili ağızlardan kendilerinden öğreniyoruz.
Hukuki model üretken eleştirel düşünce için gerçekten bir baş belasıdır. Her şeyden önce, ‘iktidar’ ve ‘kudret’ sorunlarını adam gibi algılamamızın önüne engeller dikmektedir. Çünkü iktidarın ‘temsili’ bir otoriteden ibaret olduğunu, zor araçlarını ‘temsilen’ ele geçirecek bir gücün yönetime sahip olduğunu, öğretir. Oysa hukuki temsilin, parlamenter biçimlerin ve otorite adı verilen ideolojik boyun eğiş terkibinin gerçek anlamında iktidarla pek bir ilişkisi yoktur. Hiç değilse Micheal Foucault’nun bize gösterdiği buydu. Neo-liberalizmin en yoğun ve esnek saldırılarıyla karşı karşıya kaldığımız günümüzde kim çıkıp da bu ‘temsilin’ şu ya da bu evrensellik adına iş görebileceğini samimiyetle iddia edebilir? Bunun en belirgin sonucu, aynı şekilde bugün kimsenin çıkıp ‘evrensel insan hakları’nın ‘doğal hukuk’tan kaynaklanması gerektiğini söyleyemeyeceğidir. İnsanlar bu tür sözleri dillerinden düşürmeseler de, bütün bu sohbetin herhangi bir gerçek içerik taşımadığının pekala farkındadırlar ve yalnızca işin diplomatik kurallarına riayet etmekle yetiniyorlar. İktidarı ‘hukuki model’ altında görmek demek, onu ya bir ‘sahibe’ (monark, burjuvazi, soyluluk, vs.) ya da bir ‘özelliğe’ bağlamak demektir. İktidar bir egemenin (sınıf ya da toplumsal zümre, belki de bir despot) ya malıdır ya da bir özelliği, niteliği… Bundan sonra herkes emindir ki, despotun malını elinden alır gibi iktidarı ‘ele geçirirsiniz’, devrim olur, olur biter. Hiç de karikatürleştirmeden, ikinci bir ‘hukuki’ yanılgıya geçelim: Buna göre güç ve iktidar araçları belli ellerde yoğunlaşabildiği gibi, belli bir yerde lokalize edilebilirler: Devlette… Geriye kalan her yer ‘iktidardan masumdur’ ve yönetilmektedirler vs.vs. Demek ki iktidarın bulunmadığı bu geniş arazinin ne kadar büyük bir kısmı Devlette temsil edilirse, işler o kadar iyidir, insanların özgürlük derecesi o kadar geniş ve yüksektir.
Bütün bunların karşısına çıkarılabilecek ilk hatırlatma, iktidar ile güç veya kudret arasında derin bir fark bulunduğudur. Eğer iktidarın egemenlik hakkını, insan hakkı terimleriyle tanımlamaya kalkarsanız, bunun fiilen, aktüelleşmiş bir ‘kudret’ getirmeyeceği aşikardır. Böylece vatandaşlarına bütün hakları tanımış olan bir ülke, onların elinde bu haklardan yararlanabilecekleri araçlar bulunmadığı zaman aslında olumlu hiç bir şey yapmamış demektir. Amerikan tazmin hukuku bu durumun iyi bir örneğidir. Öyle bir ülke düşünün ki, ‘haklarınızı nasıl kullanırsınız’ başlıklı el kitapları bolca yazılıp pazarlanabiliyor. Böylece ‘doğal hukuk’ türünden herhangi bir mefhumun günümüzde artık hiç bir işlev görmediği anlaşılıyor. İktidarın ve gücün ‘hukuki model’ çerçevesinde tanımlanması, onu bir ‘aidiyet’ ve ‘mal’ mertebesinde ele almaya yol açmakla kalmaz, aynı zamanda ‘ona sahip olmayanlar’ın bir ‘yoksunluk’ özelliğiyle tanımlanmasına kadar işi vardırabilir. Buna göre iktidarın aritmetiğinde ‘ya hep ya hiç’ ilkesi geçerli kılınır iktidara sahip olmayan yönetilmektedir, yani pasiftir. Sahip olan ise, ister yönetici sınıf olsun isterse devlet gücünü elinde bulunduran bir kişi veya grup, yönetmektedir, yani aktiftir. Bu kadar yalın ve basit bir kavrayışın aslında kuramsal ve pratik açılardan bir felaket olduğunu görmek pek zor değildir: hiç değilse, La Boetie’nin ‘Gönüllü Kulluk Üstüne Konuşma’sından başlayan bir dizi eser insanların ‘yönetilmek’ ve ‘kullaşmak’ için ne kadar büyük güçler harcadıklarını, boyun eğmenin bir ‘hiçlik’ten, ‘yoksunluk’tan ibaret olmayıp, tarih boyunca insanların en çok uğraştıkları mesele olduğunu gösteriyor. O andan itibaren, yönetenin bir özelliği olarak güç ve iktidar fikrinden yöneten yönetilen arasındaki ilişkilerin payandası olarak çok daha karmaşık bir iktidar fikrine varmamız gerekiyor. Foucault ‘iktidar etkileri’ adını verdiği tarihsel-toplumsal süreçlerden bütünsel bir iktidar tematiğine varmakta biraz acele etmiş olabilir. Ama bu onun ‘kullaşma pratiği’nin yerini Napolyoncu kurumların yaygınlaşmasıyla almaya başlayan ve ‘disipliner toplum’ adını verdiği ‘iktidar pratikleri’nin nasıl eliştiğini gösterebilen biricik düşünür olmasını engellemiyor. Bugünkü sorunumuz daha çok, ‘disipliner toplum’ yapılarının, fabrika, hastahane, hapishane, kışla gibi ‘kuşatıcı’, ‘gözetleyici’ ve ‘hizaya getirici’ kurumların en az yüz yıllık yoğun bir eleştiriyle aşınmaya ve meşruiyetlerinin sorun haline gelmesine başladıkları bilindiğine göre, onların yerini nelerin alacağı konusunda toplumsal bir ayıklığa nasıl kavuşabileceğidir. Bunun önündeki en önemli engellerden birisinin ‘hukuki düşünme modeli’ olduğunu yadsıyamayız.
Hukuki modelin eleştirisini ikinci adımda çağdaş düşünce sistemleri ve felsefe üzerinde yoğunlaştırmamız gerekiyor. Çağdaş siyaset düşünceleri içinde en etkili ve en çok tartışılanlar Hannah Arendt ya da Carl Schmitt gibi ‘hukuk ve siyaset’ felsefecilerinki olduysa, bunun nedeni ‘burjuva ideolojisinin’ son demlerinde bir ‘meşruiyet bunalımı’ içine girmesi olmalı. Burjuvazi, Napolyoncu kurumlarla siyasal rejimlerini oluşturup yaygınlaştırmakla kalmadı, çok geçmeden bir dizi devrim ile karşılaştı ve onları ‘yeniden evcilleştirmek’ uğruna bir ‘ödün’ ve ‘disiplin’ hukuksallığı oluşturma faliyetlerine girişti. Bu faaliyetin kılıfı bir ‘moral’e ve siyasi yapıların ‘yerine yerleştirilmesine’ tekabül ediyordu. Elinizde disipliner bir aygıt olarak toplumsal-kollektif insan emek-gücünün yakalanmasına elverişli bir düzenek olarak fabrika sisteminin bulunduğunu düşünün. Ama bu fabrika içinde çalışanları belli ki asla memnun etmiyor, isyan ve sabotaj risklerinin ardı arkası kesilmiyor. O zaman ‘hukuki bir yapı’ içinde, çıkarı karın maksimizasyonu, ücretlerin minimizasyonu olan fabrika sahibiyle, ücretlerini ve çalışma koşullarını iyileştirmek gibi ‘doğal hak’ duygusuyla hareketlenen işçileri tek bir ‘hukuki beden’ içinde toplayan bir düzenek üretirsiniz olur biter. Modern sendikal yapıların bu düzenekten başka bir şey olmadıkları besbellidir. Belki de Althusser gibi birinin en haklı olduğu yer, bizim amaçladığımızdan farklı bir anlamda da olsa, sendikaları da ‘ideolojik devlet aygıtları’ arasında göstermeye cesaret etmiş olmasıdır.
Hakkın Çağrısı
Dinler insanı ‘hakka’ çağırırlar. Hz. İbrahim bir gün şöyle bir ses duyar: “Oğlun İshak ölecek, bu benim yasamdır…” Bu sesi üçüncü bir kişi işitmemiştir ve Hz. İbrahim’in belki de ‘iç dürtüsünden’, ‘paranoyasından’ gelen bu ses konusunda henüz herhangi bir yargı verecek konumda değiliz demektir bu. Ve Hz. İbrahim bu buyruğa boyun eğer. Nedir bütün bu olup bitenler? Yorumcular bunun Tanrının bir sınaması olduğunu söylerler. Peki acaba bir sınamadan daha derin, adaletle, iman problemiyle ilgili bir konu da söz konusu değil midir? İbrahim bir ses duyar ve bunun Tanrının sesi olduğuna dolaysızca inanır. ‘Tanrının yasası’ndan başka bir şey değildir.
Şimdi bir adım daha derine inelim: Hz. İbrahim’in sorunu bir ‘boyun eğiş’ ya da ‘direniş’ meselesi değildir. Kafasının içinde duyduğu sesi boyun eğilecek ya da reddedilecek bir buyruk olarak alması gerekir. Ama bunun için de önceden bu sesi ‘alması’, boş bir söz kalıbı, bir ‘çağrı’ olarak alması gerekir. Hz. İbrahim öyleyse önce sesi bir ‘çağrı’ olarak almaya ‘mecburdur’, çünkü o Tanrıya aittir, kulluğu yapacaklarından önce gelir. İşte ‘hukuksal düşünce’ modeli dediğim şeyin kaynağı bu durumdur: kendisine çağrıda bulunulan kişinin hali. Ama bu, hukuki modelin bütünüyle bir ‘iman’ sorununa indirgenebileceği anlamına gelmez. Tanrının Yasası dendiğinde neyin anlaşılması gerekir? Filozoflar, bu arada Spinoza, bu yasanın ‘dünyada olup biten herşeyi çekip çeviren kudretin toplamının ifadesi’ olduğunu söyleyerek ateist ilan edildiler. Oysa inananlar açısından bu yasa, bir kanun, bir yasaklamadır. Yani Tanrı, herşeyin kaynağı olduğu ölçüde, izin vermediği sürece yasaklamış demektir (Adem’in cennetteki meyveyi yemesi gibi). ‘Meyveyi yemeyeceksin’ demiştir Tanrı. Bu, eğer Tanrının bir yasasıysa Adem’in meyveyi yemesine ‘imkan olmadığı’ndan başka bir anlama gelmemektedir. Oysa Adem meyveyi yiyebileceği düşüncesini de edinir bu cümleyi işittiğinde. Yasa ile yasanın çiğnenebileceği fikri aynı ‘çağrıyla’ doğarlar. Tanrının ‘meyveyi asla yiyemeyeceği’ doğrultusundaki sözleri bir bakış açısından bir ‘çağrı’ olarak değil bir ‘bilgi’ alarak düşünülebilir: Meyveyi yemesi Adem için kötüdür yerse düşecektir. Ama eğer Adem bilgisizse, kendi bedeniyle elmanın bedeninin karşılaşmasının yok edici, kendisine zarar verici bir durum yaratacağını bilmiyorsa, o bütün bu işe Tanrının bir buyruğu gözüyle bakacaktır. Her durumda Adem içinde uyanan bir isteğe uyarak elmayı yer ve ‘zehirlenir’ yani dünyaya düşer, ‘cennetten kovulur’. Ama bu haliyle o, Tanrının yasasını çiğnediğine, yani ‘günah işlediğine’ bu yüzden Tanrının onu cezalandırdığına inanmaktadır. Öteki bakış açısından Tanrı hiç kimseyi cezalandırmış falan değildir.Adem meyveyi yemesinin kendisi için ne sonuçlar yaratacağını tastamam biliyor olsaydı içinde elmayı yemeye yönelik bir arzu uyanmaz, elma ona zaten tiksindirici gelirdi. Her durumda, ‘yasa biçimi’ ile ‘gerçekliğin biçimi’ birbirinden ayrılmaktadırlar. Önümüzde aynı olayın birbirine paralel iki anlatısı bulunuyor. Adem’in bakış açısından ve Tanrı’nın, yani gerçekliğin bakış açısından iki defa anlatılıyorlar. Tanrı açısından bakıldığında her şey kudret ve ‘karşılaşmalar’ tarzında ifade edilecektir. Geçmişteki, şimdideki ve gelecekteki karşılaşmalar. Bunlar onun gözünde mutlak bir determinizm halinde birbirlerine bağlanmışlardır. İnsanoğlunun gözünde ise böyle değildirler. Böylece, bu evrensel, değişmez, yerinden oynatılamaz determinizm insanlara (bu arada Adem’e) hukuki bir yasama olarak görünür. Öyleyse o Tanrısına bir dizi ‘yüklem’ atfedecektir: Tanrı ‘yargılar’, ‘hüküm verir’, ‘kararlar alır’ ‘cezalandırır’, ‘intikam alır’ vesaire. Onun ‘adil olduğuna’ herkes emindir elbette, ancak hikmetinden sual olunmaz. Geleceği görebildikleri ölçüde melekler Tanrıya Hagar’a gelecekte İsrailoğullarına bela getirecek oğluna su içirebileceği vahanın yerini gösterdiği için çıkışırlar. Durum tuhaftır, çünkü Tanrının cevabı, ‘ben insanları gelecekleriyle değil, şimdi ne olduklarıyla değerlendiririm’ olmuştur. Her durumda Tanrı için ‘bilgi’den başka bir şey yokken, insan için önce ‘inanç’ ardından ‘bilgi’ gelmektedir.