4.BÖLÜM
TARİH VE SAHTE TARİH
SOYKIRIMIN HİÇ OLMADIĞINI KİM SÖYLÜYOR VE BUNU NEDEN SÖYLÜYORLAR?
Tarihçiler, “İnsan, soykırımı nasıl inkâr edebilir?” diye sorduklarında ve inkârcılar, “Biz soykırımı inkar etmiyoruz” diye cevap verdiklerinde iki grubun soykırımı farklı şekillerde tanımladığı açıkça ortaya çıkar. İnkârcıların açıkça reddettiği, soykırımın pek çok tanımında bulunan üç noktadır:
1. Esas olarak ırka dayalı soykırımın kasıtlılığı vardı.
2. Yüksek düzeyde teknik, iyi organize edilmiş gaz odaları ve krematoryumlar kullanan yok etme programı uygulandı.
3. Tahminen beş ila altı milyon Yahudi öldürüldü.
İnkârcılar, Nazi Almanyası’nda anti semitizmin yaygın olduğunu ya da Hitler’in ve birçok Nazi önderinin Yahudiler’den nefret ettiğini inkâr etmezler. Onlar, Yahudiler’in mallarına el konulduğunu, Yahudiler’in toplandığını ve zorla, genel olarak çok kötü davranıldıkları ve aşırı kalabalığın, hastalığın ve zorla çalıştırmanın kurbanları yapıldıkları toplama kamplarına konulduğunu da inkâr etmezler.
Açık Tartışma İçin Bir Dava ilanında özetlendiği gibi inkârcılar şunları söylemektedir:
1. Avrupa Yahudiliği’ni yok etmek için hiçbir Nazi politikası yoktur. “Yahudi sorununa” Son çözüm, Reich’in dışına sürülmekti. Savaştaki erken başarılar yüzünden Reich, sınır dışı edebileceğinden daha fazla Yahudi’yle karşılaşıyordu. Savaştaki daha sonraki başarısızlıklar yüzünden Naziler, Yahudiler’i gettolara ve sonunda kamplara kapattılar.
2. Ölümün başlıca nedenleri, esas olarak savaşın sonunda müttefiklerin Alman destek hatları ve kaynaklarını yok etmesinden kaynaklanan hastalık ve açlıktı. Gaz odaları, sadece elbise ve battaniyelerin bitlerini öldürmekte kullanılıyordu ve krematoryumlar hastalıktan, açlıktan, aşırı çalışmadan, vurulma ya da asılmadan dolayı ölen insanların cesetlerini yok etmek için kullanıldılar.
3. Beş ila altı milyon değil 300.000 ila iki milyon arasında Yahudi gettolarda ve kamplarda öldü ya da öldürüldü.
İnsanlara soykırımdan bahsettiğim zaman, ortak olarak işittiğim şeylerden biri, onların saçmalayan ırkçılar ya da deliliğin eşiğindeki kaçıklar olması gerektiğidir. Soykırımın hiç olmadığını kim söyleyecekti?
Soykırım inkârının, Yahudi gündemine yerleşmiş olarak kuvvetli bir komplo izi vardır. Tarihsel Araştırma Merkezi için yayınlanan “Holocaust” News, ilk sayısında, “’soykırım’ yalanının Siyonist-Yahudi şaşırtıcı propaganda makinesi tarafından, dünyadaki Yahudi olmayan insanların akıllarını Yahudiler konusunda, Siyonistler Filistinliler’in anayurtlarını elden gelen tüm acımasızlıkla çaldıkları zaman hiçbir protestoda bulunmasınlar diye, suçluluk duygularıyla doldurma amacıyla yayıldığını” iddia etmektedir.
Soykırım inkârcıları tezlerini ileri sürdükçe, onlara daha fazla inanmaktadırlar ve Yahudiler ve diğerleri, onlara karşı çıktıkça, soykırım inkârcıları Yahudilerin İsrail için yardım ve sempati, ilgi. Güç v,b, kazanabilmeleri amacıyla soykırımı “yaratmak” için bir çeşit Yahudi komplosu olduğuna daha fazla ikna olmaktadırlar.
Birçok inkârcının inandığı gibi soykırım konusunda hiçbir zaman değiştirilemeyecek sabit bir doğruluk ilkesi yoktur. Soykırım incelemesine girdiğiniz zaman ve özellikle konferanslar ve seminerlere katılmaya ve soykırım tarihçileri arasındaki tartışmaları izlemeye başladığınız zaman, soykırımın esas ve önemsiz noktaları hakkında birçok sürtüşme olduğunu keşfedersiniz.
İnkârcılar eğer soykırımın yapısında ufak bir çatlak bulabilirlerse, tüm büyük yapının yıkılacağını düşünüyormuş gibi görünürler. Bu, onların düşünce biçimlerindeki temel hatadır. Soykırım, tek bir olay değildir. Soykırım, on binlerce yerdeki binlerce olaydır ve tek bir sonuçta birleşen milyonlarca veri parçasıyla kanıtlanmaktadır. Soykırım, onun hiçbir zaman ilk olarak bu yalnız veri parçalarıyla kanıtlanmamış olması basit gerçeğinden dolayı önemsiz hatalar ya da oradaki buradaki tutarsızlıklarla yalanlanamaz.
Kaç Tane Yahudi Öldü?
Soykırım inkârının son esas ekseni, Yahudi kurbanların sayısıdır. Paul Rassinier, “Soykırım Efsanesini Çürütmek: Nazi Toplama Kamplarının İncelenmesi ve Avrupa Yahudiliğinin İddia Edilen Yok Edilmesi” adlı kitabında, “1931 ve 1945 arasında en az 4.419.908 Yahudi’nin Avrupa’dan ayrılmayı başardığını” (1978 s. x) ve bu yüzden altı milyondan çok daha az Yahudi’nin Naziler’in ellerinde öldüğünü iddia ederek bir sonuca varıyordu. Ama pek çok soykırım bilgini Yahudi kurbanların toplam sayısını 5.1 ila 6.3 milyon arasına koymaktadır.
Varsayımlar değişirken bağımsız olarak farklı yöntemler ve farklı kaynak malzemeler kullanan tarihçiler, soykırımın kurbanı olan beş ila altı milyon Yahudi’ye ulaşmaktadırlar.
Son olarak inkârcıya basit bir soru sorulabilir: Eğer soykırımda altı milyon Yahudi ölmediyse onların tümü nereye gitti? İnkârcı, onların Sibirya ve Kalamazoo’da yaşadıklarını söyleyecektir ama milyonlarca Yahudi’nin Rusya, Amerika ya da herhangi bir yerin iç bölgelerinin dışında aniden ortaya çıkması saçmalık olacak kadar olanaksızdır. Soykırımdan kurtulup geri gelen çok nadirdir.
Bugün sınıflandırmacılara bağlı olarak üçten altmış ırka kadar olan herhangi bir yerdedirler. Cavalli-Sforza ve meslektaşları şu sonuca varıyordu: Tek bir insan türü olduğu konusunda kuşku olmamasına rağmen sınıfsal ayrımın herhangi bir özel düzeyinde durmak için açıkça hiçbir somut neden yoktur. Örneğin, Avustralyalı Aborijinler’in, kesinlikle daha benzer göründükleri için güneydoğu Asyalılar’dan daha çok, Afrikalı siyahlarla yakın bağları olduğu düşünülebilir. Ama genetik olarak Avustralyalılar, Afrikalılar’dan en uzak ve Asyalılar’a en yakındır.
İnsanlar, ilk olarak bunu yapmaları on binlerce yıl alarak, Afrika’dan göç ettikleri sonra Orta ve Uzak Doğu’dan Güneydoğu Asya’ya ve Avustralya’ya doğru yol aldıklarından dolayı, kavramsal sezgilerimize ters düşse bile evrimci bir bakış açısından bu anlam taşımaktadır. Neye benzediklerinden bağımsız olarak Avustralyalılar ve Asyalılar, evrimsel olarak daha yakından ilişkili olmalıdırlar ve öyledirler.
Ve örneğin, Avrupalılar’ın, yüzde 65 Asya genleri ve yüzde 35 Afrika genleri taşıyan arada bulunan melez bir nüfus olduğunu kim sezecekti? Ama evrimci bir bakış açısından bu şaşırtıcı değildir.
Bir kere, “Amerikalı” bir ırk değildir; bu yüzden “Asyalı-Amerikalı” ve “Afrikalı-Amerikalı” gibi etiketler halâ bizim kültür ve ırkı karıştırdığımızı göstermektedir.
İkincisi, insan tarihte ne kadar geri gidebilir? Asya ve Amerika arasındaki Bering Boğazı’nı geçtikleri tarihe yirmi ya da otuz bin yıldan fazla önceye gidersiniz. Amerikan Yerlileri gerçekten Asyalı’dır. Ve Asyalılar, birkaç yüz bin yıl önce belki de Afrika’dan çıkmıştı bu yüzden gerçekten “Amerikan Yerlisi’nin” yerine “Afrikalı-Asyalı-Amerikan Yerlisi’ni” koymalıyız.
Son olarak Afrika’dan çıkma teorisi (tek ırksal köken) doğru çıkarsa o zaman tüm modern insanlar Afrikalı’dır (Cavalli-Sforza şimdi bunun yetmiş bin yıl önce olmuş olabileceğini düşünmektedir). Bu teori, Candelabra (çoklu ırksal köken) teorisine yol açsa bile sonuç olarak tüm insanlar Afrika’dan gelmiştir ve bu yüzden Amerika’daki herkes, “Afrikalı-Amerikalı” kutusunu işaretlemelidir.
Anne tarafından büyükannem Alman’dı ve anne tarafından büyükbabam Yunanlı’ydı. Bir dahaki sefere o formlardan birini doldururken “Diğeri” işaretleyip ve ırksal ve kültürel mirasım konusunda doğruyu yazacağım: “Afrikalı-Yunan-Alman-Amerikalı”.
Ve bundan gurur duyacağım.
ÜMİT SONSUZA KADAR SÜRER
Neden ilk doğanlar daha tutucudur ve otoriteden etkilenirler? Neden sonradan doğanlar daha liberal ve ideolojik değişikliğe daha açıktır? Doğum sırası ve kişilik arasındaki ilişki nedir?
İlk doğanlar, ilk oldukları için ebeveynlerinden, daha fazla özgürlük ve daha az ideolojik fikir aşılama ve yetkililere itaat eğilimi gösteren sonradan doğanlardan daha çok ilgi görürler. İlk doğanlar genel olarak daha küçük kardeşlerin bakımı gibi daha büyük sorumluluklar taşırlar ve böylece vekil ebeveynler haline gelirler.
Sonra doğanlar çoğunlukla ebeveyn otoritesinden bir adım uzaktırlar ve böylece daha yüksek bir otoritenin inançlarına uyma ve benimsemeye daha az eğilimlidirler. Sulloway bunu, çocukların sınırlı ebeveyn kaynakları ve onaylaması için rekabet etmeleri gerektiği, Darwinci bir kardeş rekabeti modelini uygulayarak bir adım ileri taşımıştır.
İlk doğanlar daha büyüktür, daha hızlıdır ve daha yaşlıdır ve bu yüzden her şeyin aslan payını alırlar.
Sonra doğanlar, ebeveynlerinden maksimum faydayı sağlamak için yeni alanlara yönelirler. Bu, sonradan doğanlar daha az geleneksel olanları ararken, ilk doğanların neden daha geleneksel kariyerlere yönelme eğiliminde olduklarını açıklar.
Gelişim psikologları olan J. S. Turner ve D. B. Helms şunu belirtiyordu: “Çoğunlukla ilk doğanlar ebeveynlerinin ilgi merkezi haline gelir ve onların zamanlarını tekellerine alırlar. İlk doğanların ebeveynleri, sadece genç ve çocuklarıyla oynamaya istekli değillerdir, aynı zamanda onlarla konuşarak ve faaliyetlerine katılarak çok zaman harcarlar. Bu ikisi arasındaki ilişki bağlarını kuvvetlendirmeye yönelir (1987, s. 175)”.
Oldukça açık bir şekilde bu ilgi, böylece otoriteye itaati ve düşünmek için “doğru yolun” kontrollü kabulünü güçlendirerek, daha çok ödül ve ceza içerecektir. R. Adams, B. Phillips (1972) ve J. S. idwell (1981), ilginin bu yaygınlığının ilk doğanların, onaylanma için sonradan doğanlardan daha fazla mücadele etmesine neden olduğunu bildirmektedirler ve H. Markus (1981), ilk doğanların sonra doğanlardan daha meraklı, bağımlı ve uyumlu olma eğiliminde olduğu sonucunu çıkarıyordu.
Son olarak R. Nisbett (1968), sonra doğanların görece olarak, risk almaya ve böylece “aykırı” düşünmeye bağlı olan tehlikeli sporlara ilk doğanlardan daha fazla katıldıklarını göstermektedir.
Dr. Pangloss gibi Barrow ve Tipler de inanılmaz iddialarını, bazı görünüşte rastlantısal koşullar, olaylar ve belirli bir şekilde olması gereken, aksi halde yaşamın olamayacağı fiziksel sabitlerle ilişkilendirirler.
Barrow ve Tipler, Dirac’ın Büyük Sayılar Hipotezi olarak bilinen bu ilişkinin rastlantı olmadığını varsayarlar. Sabitlerin herhangi birini değiştirin ve evren bildiğimiz şekliyle yaşamın var olamayacağı kadar farklı olacaktır ve evren de olamayacaktır.
Bu tezde iki sorun vardır:
1. Piyango Sorunu. Evrenimiz, her biri biraz farklı fizik yasalarına sahip olan (bütünü bir çoklu evren olan) birçok kabarcık evren içinde sadece bir kabarcık olabilir.
Son günlerde öncülüğünü Lee Smolin (1992) ve Andrei Linde’nin (1991) yaptığı bu tartışmalı teoriye göre, bir kara deliğin her çöküşünde evrenimizin yaratıldığı varlık gibi bir tekliğe doğru çökmektedir. Ama her çöken kara delik, yeni bir bebek evren yarattığında o bebek evren içinde fizik yasalarını biraz değiştirir. Belki de milyarlarca çöken kara delik olduğu için biraz farklı fizik yasaları olan milyarlarca kabarcık vardır. Sadece bizimki gibi fizik yasaları olan o kabarcıklar bizim yaşam biçimlerimize yol açabilirler. Bu kabarcıkların birinde yer alan her kim olursa olsun, kendininkinin tek kabarcık olduğunu ve bu yüzden kendilerinin tek ve özel olarak tasarlandıklarını düşünecekti.
Bu, piyango gibidir – herhangi bir kişinin kazanması hiç olanak dâhilinde değildir ama birisi kazanacaktır!
Caltech bilim adamı Tom Mc Donough ve bilim yazarı David Brin (1992), heyecanla şöyle yazıyorlardı: “Belki de varlığımızı ve fizik yasalarımızın uygun mükemmelliğini, önceki evrenlerin sayısız kuşağının deneme yanılma evrimine ve her biri kara deliklerin yetiştiren derinliklerinde üreyen anne-çocuk evrenler zincirine borçluyuz”.
Copernicus’un zamanından beri evren konusundaki bakış açımız genişlemektedir; güneş sistemi, galaksi, evren, çoklu evren. Kabarcık evren, sonraki mantıksal adımdır ve fizik yasalarının görünürdeki tasarımı için en iyi açıklamadır.
2. Tasarım Sorunu. David Hume’un, tesadüfilik konusundaki “İnsan Anlayışı İle İlgili Bir Sorgulama (1758)” adlı parlak analizinde ileri sürdüğü gibi, her şeyin doğru yerinde olduğu düzenli bir dünya, sadece bizim onunla olan deneyimimiz o şekilde olduğu için o şekilde görünür. Doğayı olduğu gibi algılarız bu yüzden bizim için bu, dünyanın nasıl tasarlanmış olması gerektiğidir.
Frank Tipler, büyük bilinmeyenleri tevazuuyla değil ama sonsuz iyimserlikle karşılamaktadır. Kitabını tek cümleyle özetlemesi istendiğinde Tipler, “Mantıksallık sınırsız olarak artmaktadır; ilerleme sonsuza kadar sürer; yaşam hiçbir zaman ölmez” cümlesini öneriyordu.
Nasıl? Tipler’in karmaşık tezleri üç noktada özetlenebilir:
1. Evrenin uzak geleceğinde, insanlar – Tipler evrendeki tek yaşam demektedir – Samanyolu galaksisi ve en sonunda tüm diğer galaksilerin geri kalanına yerleşerek Dünya’yı terk edecektir. Eğer bunu yapmazsak Güneş, Dünya’yı kapatacak ve onu kor halinde yakacak kadar genişlediğinde kötü sona mahkûm olacağız. Bu yüzden, eğer yapmamız gerekiyorsa yapacağız.
2. Eğer bilim ve teknoloji şimdiki hızıyla ilerlemeye devam ederse (1940 lar’daki oda büyüklüğündeki bilgisayarlardan bugünün diz üstü bilgisayarlarına kadar nereden nereye geldiğimizi düşünün), bir ya da yüz bir sene içinde sadece galaksi ve evrene yerleşmek olanaklı olmayacak ama süper bellekli süper bilgisayarlar ve süper sanal gerçekler esas olarak biyolojik yaşamın yerine geçecektir (yaşam ve kültür, sadece bu süper bilgisayarlarda üretilecek olan bilgi sistemleridir – genler ve belleklerdir).
3. Evren en sonunda çöktüğünde, insanlar ve onların süper bilgisayarları o ana kadar yaşamış olan her insanı yeniden yaratmak için çökme sürecinin enerjisini kullanacaktır. Bu süper bilgisayar tüm niyetler ve amaçlar için her şeyi bilen ve her şeyi yapabilecek güçte olduğu için Tanrı gibidir ve “Tanrı” hepimizi kendi sanal gerçeği içinde yeniden yaratacağından, biz tüm niyetler ve amaçlar için ölümsüzüz.
İNSANLAR NEDEN SAÇMA ŞEYLERE İNANIR?
Saçma şeyler pornografi gibidir – tanımlaması zordur ama onu gördüğünüz zaman anlarsınız. Her iddia, olay ya da kişi bireysel olarak incelenmelidir. Bir kişi için saçma olan diğeri için sevilen bir inanç olabilir. Bunu kim söyleyebilir ki?
Tony Robbins, çıplak ayakla, ayaklarını yakmadan sıcak kömürler üzerinde yürüyebilir mi? Kesinlikle yürüyebilir. Ben de öyle. Siz de öyle. Ama siz ve ben bunu, meditasyon yapmadan, ilahi söylemeden ya da bir seminer için yüzlerce dolar ödemeden yapabiliriz çünkü ateşte yürümenin zihin gücüyle hiç ilgisi yoktur. İlgisi olduğuna dair inanç, benim saçma dediğim şeydir.
Ateşte yürüyenler, medyumlar, UFOloglar, uzaylılarca kaçırılanlar, cryonicistler, ölümsüzlükçüler, Objektivistler, yaratılışçılar, soykırım inkârcıları, aşırı uçta Afro merkezciler, ırksal teorisyenler ve bilimin Tanrı’yı kanıtladığına inanan kozmologlar – birçok saçma şeye inanan birçok insanla karşılaştık. Ve sizi temin edebilirim ki, böyle insanları ve inançları yirmi yıl izledikten sonra bu kitapta sadece yüzeyi kurcaladım. Bunları ne yapacağız?
Kültürümüzde ve düşüncemizde, böyle inançlara yol açan neler oluyor? Kuşkucular ve bilim adamları tarafından önerilen teoriler çoktur: hiç eğitim olmaması, yanlış eğitim, eleştirel düşünce yokluğu, dinin yükselişi, dinin çöküşü, geleneksel dinin yerini mezheplerin alması, bilim korkusu, Yeni Çağ, Karanlık Çağlar’ın yenilenmesi, çok fazla televizyon, yeterli okuma olmaması, yanlış kitapları okuma, yoksul ebeveynler, kötü öğretmenler, basit eski cahillik ve aptallık.
Kanada, Ontario’dan bir gazeteci bana, “karşı olduğunuz şeyin en aşağılık somutlaşması” dediği bir şeyi gönderdi. Bu, yerel kitapçısından aldığı, üzerine, YENİ ÇAĞ BÖLÜMÜ BİLİM BÖLÜMÜNE TAŞINMIŞTIR yazılmış olan parlak turuncu renkli bir karton işaretti.
“Toplumun kolayca, sorgulama ve eleştirel incelemenin yerine büyü ve batıl inancı koymasından gerçekten korkuyorum” diye yazıyordu. Bir kültür olarak bilimi sahte bilimden, tarihi sahte tarihten ve duyguyu saçmalıktan ayırmakta sorunumuz var gibi görünmektedir. Ama sorunun bundan daha derinde yattığını düşünüyorum. Bunu anlamak için kültürün ve toplumun katmanlarını bireysel insanın aklı ve kalbine kadar kazmalıyız. İnsanların neden saçma şeylere inandığı sorusuna verilecek tek bir cevap yoktur ama altta yatan, hepsi birbirine bağlı olan bazı güdüleri, bu kitapta tartışmış olduğum ayrı örneklerden toparlayabiliriz:
Teselli İnancı. İnsanların saçma şeylere inanmalarının nedeni, diğer herhangi bir şeyden daha fazla inanmak istemeleridir. İyi hissettirir. Rahatlatıcıdır. Teselli edicidir. 1996’da yapılan bir Gallup anketine göre, yetişkin Amerikalılar’ın yüzde 96’sı Tanrı’ya, yüzde 90’ı cennete, yüzde 79’u mucizelere ve yüzde 72’si meleklere inanmaktadır.
Kuşkucular ve bilim adamları dokunulmaz değildir. Modern kuşkucu hareketin kurucularından ve tüm saçma inanç biçimlerini yok edenlerden biri olan Martin Gardner, kendini, Tanrı’ya inanan bir filozof ya da daha geniş bir kavramla bir fideist olarak sınıflandırmaktadır. Gardner şöyle açıklamaktadır:
Fideizm, bir şeyi inanca ya da akli nedenlerden daha çok duygusal nedenlere dayanarak inanmaya gönderme yapmaktadır. Bir fideist olarak Tanrı’nın varlığını ya da ruhun ölümsüzlüğünü kanıtlayan herhangi bir delil olduğunu düşünüyorum. Dahası, daha iyi kanıtların ateistlerden tarafa olduğunu düşünüyorum. Eğer metafizik inanç için kuvvetli duygusal nedenlere sahipseniz ve bu, bilim ve mantıksal akıl yürütmeyle keskin bir şekilde çelişmiyorsa ve eğer bu yeterli tatmini sağlıyorsa bir inanç atılımı yapmaya hakkınız vardır (1996).
Benzer şekilde sık sık sorulan “ölümden sonra yaşam konusunda tutumunuz nedir?” sorusuna verdiğim stardart yanıt, “Kuşkusuz ondan yanayım” demektir. Ölümden sonraki yaşamdan yana olmam gerçeği onu elde edeceğim anlamına gelmez. Ama onu kim istemez?
Ani memnuniyet. Birçok saçma şey, ani memnuniyet önerir. 900’lü numarası olan psişik yardım hattı klasik bir örnektir. Sihirbaz/mentalist olan bir arkadaşım böyle bir yardım hattı işletmektedir. Arayanlar yanlışları unutur ve doğruları hatırlar ve en önemlisi onlar medyumun haklı olmasını isterler.
Kuşkucular, medyum yardım hatlarında dakikada 3.95 dolar harcamazlar, inananlar harcarlar. Konuşacak birisine en çok gerek duyarak, gece ve hafta sonları ararlar. Geleneksel psikoterapi resmîdir, pahalıdır ve zaman alıcıdır. Derin anlayış ve gelişme, aylar ya da yıllar alabilir. Memnuniyetin gecikmesi ilkedir, çabuk tatmin istisnadır. Tersine medyum, sadece bir telefon uzaklığındadır (Arkadaşım da dâhil olmak üzere birçok 900’lü numarası olan medyum bunu, ‘zavallı insanlara öğüt vermek” olarak haklı çıkarmaktadır.)
Basitlik. Bir insanın inançlarının ani memnuniyeti, çoğunlukla karmaşık ve belirsiz nedenlere dayanan bir dünya için basit açıklamalarla daha kolaylaştırılır. İyi ve kötü şeyler, görünüşte rasgele bir şekilde hem iyi hem kötü insanlara olmaktadır. Bilimsel açıklamalar çoğunlukla karmaşıktır ve eğitim ile birlikte çalışma çabası gerektirmektedir. Batıl inanç, kadere inanmak ve doğaüstü, yaşamın karmaşık labirentinde daha basit bir yol sağlar.
Ahlak ve Anlam. Şu anda, ahlak ve anlamın bilimsel ve seküler sistemlerinin pek çok insan için göreceli olarak tatmin edici olmadığı kanıtlanmıştır. İnsanlar, daha yüksek bir güce inanç olmadan neden ahlak olacağını sormaktadırlar. Etiğin temeli nedir? Yaşamın nihai amacı nedir? En önemli olan nedir? Bilim adamlarının ve seküler hümanistlerin bu güzel sorulara güzel cevapları vardır ama birçok nedenden dolayı bu cevaplar büyük ölçüde halka ulaşmamıştır. Pek çok insan için bilim, sonsuz, umursamaz ve amaçsız bir evreni gösterirken sadece soğuk ve zalim bir mantık öneriyor gibi görünmektedir. Sahte bilim, batıl inanç, efsane. Büyü ve din, basit, ılımlı ve teselli edici ahlak ve anlam yasaları önerir.
Ümit Sonsuza Kadar Sürer. Tüm bu nedenleri bir araya getirmek, bu kitabın son bölümünün başlığıdır. Bu, benim insanların doğal olarak her zaman daha büyük mutluluk ve tatmin olma düzeyleri arayarak ileriye bakan bir tür olduğu konusundaki kanaatimi ifade etmektedir.
Ne yazık ki, bunun doğal sonucu, insanların hepsinin daha iyi bir yaşam için gerçekçi olmayan beklentilere sarılmaya ya da daha iyi bir yaşamın sadece diğerlerinin yaşamlarını azaltarak, hoşgörüsüzlük ve cehalete tutunarak elde edilebileceğine inanmaya çok istekli olmalarıdır. Ve bazen, bir yaşamın olmasına yoğunlaşınca bu yaşamda sahip olduklarımızı kaçırırız. Bu, farklı bir ümit kaynağıdır ama ne olursa olsun ümittir: İnsan zekâsının merhametle birleşerek sayısız sorunumuzu çözebileceği ve her yaşamın kalitesini arttırabileceği konusunda ümittir; tarihsel ilerlemenin tüm insanlar için daha büyük özgürlükler ve kabul edişe doğru yürüyüşüne devam ettiği konusunda ümittir ve aşk ile empati kadar, mantık ve bilimin de bize evrenimizi, dünyamızı ve kendimizi anlamamıza yardım edebileceği konusunda ümittir.
Akıllı İnsanlar Neden Saçma Şeylere İnanır?
Daha etkileyici olan, Lehigh Üniversitesi biyokimya profesörü ve “Akıllı Tasarım” hareketinin kutsal kitabı hâline gelen 1996 yılında yazılan “Darwin’in Kara Kutusu” adlı kitabın yazarı olan Michael Behe’dir. Ve ikisi de, William F. Buckley tarafından evrim ve yaratılış konusunda PBS televizyonundaki bir tartışmada takımına katılmaları için davet edildikleri zaman tutucu aydınlar zümresinin nihai kabulünü elde ettiler.
Ama bahse girerim ki, Saçma bir şeye inanan akıllı bir insanın en mükemmel örneği, Tulane Üniversitesi’nde teorik matematik profesörü ve dünyanın önde gelen kozmologlarından ve global genel relativistlerinden biri olan Frank Tipler’dır. Tipler, Stephen Hawking, Roger Penrose ve Kip Thorne gibi tanınmış kişilerle yakın arkadaş olmaktan hoşlanmaktadır. Önde gelen fizik dergilerinde yüzlerce teknik makale yayınlamıştır ve geleneksel fizik yaptığı dönemde meslektaşları arasında düşünceleri saygı görüyordu. Yine de Tipler, aynı zamanda 1996 yılında, Tanrı’nın var olduğunu, sonraki yaşamın gerçekliğini ve hepimizin evrenin uzak geleceğinde kendimizden sanal olarak ayırt edilebilir bir gerçekliği yeniden yaratmaya yetecek büyüklükte bir belleği olan süper bir bilgisayar yoluyla diriltileceğimizi kanıtladığını ileri sürdüğü “Ölümsüzlüğün Fiziği: Modern Kozmoloji, Tanrı ve Ölülerin Diriltilmesi” adlı kitabı yazmıştı. Bu, Uzay Yolu dizisinin holodeck’inin[1] büyük iradesidir.
Bu inancı, Tipler’ın çok yüksek zekâsıyla nasıl uzlaştırabiliriz? Bu soruyu onun bazı meslektaşlarına yönelttim. Bir UCLA kozmoloğu, Tipler’ın paraya gereksinmesi olmuş olması gerektiğini yoksa neden böyle bir saçmalık yazılacağını düşündüğünü söyledi. Diğerleri, daha az yazılabilir değerlendirmelerde bulundular. Hatta (şimdi ayıplanan ses üreten aletiyle) şunu söyleyen Stephen Hawking’e bile sordum: “Benim düşüncem hakaret içerecektir.”
Ona, Hawking’in değerlendirmesini anlattığım zaman Tipler, “fizik yasalarına hakaret edemezsiniz” diye yanıtladı. Ama burada amacım, bu iddiaların geçerliliğini değerlendirmek değildir (Dembski ile Tipler’ı tanıyorum ve onları arkadaş olarak görüyorum, yine de Dembski’nin düşüncelerini “Nasıl İnanıyoruz” adlı kitabımda eleştiriyorum ve Tipler’ın teorisini bu kitabın sondan bir önceki bölümü yapıyorum). Amacım daha çok, zekâ ve inançlar arasındaki ilişkileri incelemektir.
Saçma Şeyler, Akıllı İnsanlar
Skeptic dergisinin genel yayın yönetmeni, Kuşkucu Derneği’nin yetkili müdürü ve Scientific American’ın “Kuşkucu” köşe yazarı olarak görevim sırasında, belirsiz bir şekilde “saçma şeyler” diye bahsettiğimiz şeylerin analiz ve açıklaması günlük, rutin bir iş olmaktadır. Ne yazık ki saçma bir şeyin, pek çok insanın üzerinde anlaştığı resmî bir tanımı yoktur çünkü o, onu çevreleyen bilgi üssü ve onu duyuran birey ya da topluluk bağlamında yapılmakta olan özel iddiaya çok fazla bağımlıdır. Bir insanın saçma inancı, diğerinin normal teorisi olabilir ve belli bir zamandaki saçma bir inanç sonunda normal hale gelebilir. Gökten düşen taşlar, bir zamanlar birkaç kaçık İngiliz’in inancıydı; bugün kabul edilmiş bir meteor teorisine sahibiz.
Büyük ölçüde “saçma bir şeyle” kastettiğim şudur:
Özel çalışma alanında pek çok insan tarafından kabul edilmeyen bir iddia,
Ya mantıksal olarak olanaksız olan ya da yüksek derecede olanaklı olmayan bir iddia ve/veya
Kanıtın büyük ölçüde anekdotları dayandığı ya da doğrulanmadığı bir iddiadır. Başka bir örnek vermek gerekirse, soğuk füzyon neredeyse tüm fizikçiler ve kimyacılar tarafından kabul edilmedi, yüksek derecede olanaklı değildi ve olumlu sonuçlar doğrulanmamıştı. Yine de soğuk füzyonun geleceği için ümidini yitirmeyen bir avuç akıllı insan vardı (Arthur C. Clarke en dikkate değer olandır).
Saçmalıkları çürütme ve açıklanmayan açıklama işinde olan bizler için bu, Zor Soru dediğim şeydir: Akıllı insanlar neden saçma şeylere inanır? Benim Kolay Cevabım ilk önce biraz paradoksal görünecektir: Akıllı insanlar saçma şeylere inanır çünkü onlar akıllı olmayan nedenlerden dolayı ulaştıkları inançları savunmada yeteneklidirler.
Yani, pek çok zaman pek çoğumuz deneysel kanıtlarla ve mantıksal akıl yürütmeyle çok az ilgili olan, çeşitli nedenlerle inançlarımıza sahip oluruz. Nadiren herhangi birimiz bir masa dolusu gerçeğin önüne otururuz, artı ve eksilerini değerlendiririz ve daha önce inandığımız şeyden bağımsız olarak en mantıklı ve akla uygun olan inancı seçeriz. Bunun yerine, dünyanın gerçekleri bize, yaşamımız boyunca biriktirmiş olduğumuz teorilerin, hipotezlerin, önsezilerin, ön yargıların ve peşin hükümlerin renkli filtresi içinde gelir. Sonra bilgi kütlesini sıralarız ve zaten inandığımız şeyleri en çok onaylayanları seçeriz ve onaylamayanları görmezden gelir ya da bahane buluruz.
Kuşkusuz bunu hepimiz yaparız ama akıllı insanlar hem yetenekli hem eğitimli olduğu için bunda daha iyidirler.
İnancın Psikolojisi
İnanç psikolojisinin, Zor Soruya Verdiğim Cevabın yapısının özüne giden, bazı ilkeleri vardır.
1. Zekâ ve İnanç
Zeki insanların bazı batıl ve doğaüstü inançlara inanmasının daha az olası olduğu konusunda bazı kanıtlar olmasına rağmen, genel sonuçlar kuşkulu ve sınırlıdır. Örneğin, 1974’te Georgia’da lise son sınıf öğrencileriyle yapılan bir çalışma, bir IQ testinde daha yüksek puan alanların düşük IQ puanı alan öğrencilerden önemli ölçüde daha az batıl inançlı olduklarını gösterdi.
Birçok durumda, zekâ, inanca dikey ya da ondan bağımsızdır. Geometride dikey, “bir şeye dik açı yapan” demektir; psikolojide dikey, “istatistiksel olarak bağımsızdır. Deneysel bir tasarımı vardır, öyle ki inceleme altındaki değişkenlere istatistiksel olarak bağımsız davranılabilir” demektir, örneğin, yüksek zekâ düzeylerinde, yaratıcılık ve zekânın göreceli olarak dikey olması (yani istatistiksel olarak ilgisiz olması) kavramı gibi (OED).
Sezgisel olarak, daha zeki olan insanlar daha yaratıcı olacaklar gibi görünmektedir. Aslında neredeyse önemli ölçüde zekâ tarafından etkilenen herhangi bir meslekte (ör. Bilim, tıp, yaratıcı sanatlar) uygulamacı nüfusun arasında belirli bir düzeye geldiğinizde (ve bu düzey 125 puanlık bir IQ derecesi olarak ortaya çıkar) o meslekteki en başarılı olan ve ortalama arasında, zekâ olarak hiçbir fark yoktur. O noktada yaratıcılık ya da başarı motivasyonu ve başarıya yönelmek gibi diğer değişkenler zekâdan bağımsız olarak yönetimi ele alır. (bkz. Hudson 1966; Getzels ve Jackson 1962).
İki kere Nobel alan ve bilimsel bir deha olan Linus Pauling’in gözlemlediği gibi insan, “birçok düşünceye sahip olmalı ve kötü olanları fırlatıp atmalı… Birçok düşünceye ve bir çeşit seçme ilkesine sahip olmazsanız iyi düşüncelere sahip olmazsınız.” Örneğin bilimde, Nobel ödülünü almanın bir numaralı belirleyicisi, kısmen bir insanın üretkenliğinin ölçüsü olan dergilerde alıntı yapılma oranıdır.
Simonto’nun belirttiği gibi, Shakespeare sadece iyi olduğu için değil ama “belki de İngilizce konuşulan evlerde sadece İncil’in Shakespeare’in tüm eserlerini içeren bir ciltten daha fazla bulunması olası olduğu” için de bir edebiyat dehasıdır. Aslında modern zamanlarda icra edilen tüm klasik müziğin neredeyse beşte biri, sadece üç besteci tarafından yazılmıştır: Bach, Mozart ve Beethoven.” Başka deyişle, bu yaratıcı dehalar çok fazla akıllı değildir ama onlar üretken ve seçicidir (Aynı zamanda bkz. Sulloway, 1996).
Böylece zekâ, aynı zamanda bir insanın inançlarını biçimlendiren değişkenlere de dikeydir…
2. Cins ve İnanç
Aslında bazı çalışmalar, kadınların batıl inançlara daha fazla sahip olduğunu ve erkeklerden daha çok doğaüstü olayları gerçek olarak kabul ettiklerini bulmuştur. Örneğin, New York Şehri’nde 132 erkek ve kadınla yapılan bir çalışmada, bilim adamları, erkeklerden daha fazla kadının tahtaya vurmaya ya da merdivenin altından geçmenin kötü şans getireceğine inandığını buldu.
Başka bir araştırma, erkeklerden daha fazla kolejli kadının önceden bilmeye inandığını açıkça söylediğini göstermekteydi.
Böyle çalışmalardan çıkan genel sonuç zorlayıcı görünse de bu yanlıştır. Burada sorun, sınırlı örneklemedir. Örneğin, yaratılışçıların, soykırım “revizyonistlerinin” ya da UFOlogların herhangi bir toplantısına katılırsanız, neredeyse hiç kadın görmezsiniz. Konu ve akıl yürütme şekliyle ilgili çeşitli nedenler dolayısıyla yaratılışçılık, revizyonizm ve UFOloji erkek inançlarıdır. Geleceği görmek kadınların işidir, hayalî canavarları izlemek erkeklerin işidir. Erkekler ve kadınlar arasında inanç gücü açısından hiçbir fark yoktur, sadece inanmayı seçtikleri şey farklıdır.
3. Yaş ve İnanç
Otuz yaşın altındaki insanların, daha yaşlı gruplardan daha batıl inançlı olduğunu gösteren 1990 yılındaki bir Gallup araştırması gibi çalışmalar, daha yaşlı insanların daha genç insanlardan daha kuşkucu olduklarını göstermektedir. Başka bir çalışma (dolunay sırasında suç oranlarının daha yüksek olduğunu ileri süren) daha genç polis memurlarının, dolunay etkisine daha yaşlı polis memurlarından daha fazla inandıklarını gösteriyordu. Son olarak , Frank Sulloway ve ben, dindarlık ve Tanrı’ya inancın yaşla birlikte tekrar eskisi gibi yükselmeye başladığı yetmiş beşe kadar düzenli olarak azaldığını bulduk.
4. Eğitim ve İnanç
Psikolog S. H. ve L. H. Blum (1974), eğitim ve batıl inanç arasında olumsuz bir bağıntı buldu (eğitim arttıkça batıl inançlar azalıyordu).
Başka bir çalışma (Pasachoff ve diğerleri 1971), şaşırtıcı olmayacak şekilde, doğa ve sosyal bilimcilerin sanat ve insani alanlardaki diğer meslektaşlarından daha kuşkucu olduklarını buldu; çok uygun olarak bu bağlamda psikologlar hepsinin (belki de inancın psikolojisini ve kandırılmanın ne kadar kolay olduğunu en iyi anladıkları için) en kuşkucusuydular.
Son olarak, Richard Walker, Steven Hoekstra ve Rodney Vogl (2001), üç farklı kolejdeki üç bilim öğrenci grubu arasında, bilim eğitimiyle doğaüstüne inanma arasında hiçbir ilişki olmadığını keşfettiler. Yani, “kuvvetli bir bilimsel bilgi temeline sahip olmak bir kişinin mantıksız inançlara karşı izole edilmesi için yeterli değildir.
5. Kişilik ve İnanç
Açıkçası, insan düşüncesi ve davranışı karmaşıktır ve böylece yukarıda bildirilen çalışmalar nadiren basit ve tutarlı bulguları gösterir. Örneğin, mistik deneyimlerin nedenleri ve etkileri karışık bulguları gösterir.
Ama zekâ, cinsiyet, yaş ya da eğitim tarafından belirlenen herhangi bir grup içinde, saçma şeylere inanma ya da inanmamayla ilgili herhangi bir kişilik özelliği var mıdır? İlk önce kişiliğin, en iyi özelliklerle ya da göreceli olarak kararlı olan eğilimlerle tanımlandığını belirtelim. Frank Sulloway ve benim yönettiğimdin ve inanç konusundaki çalışmada, deneyime açıklığın dindarlığın ve Tanrı’ya inancın daha düşük düzeyleriyle ilgili olarak daha yüksek açıklık düzeyleriyle birlikte en önemli gösterge olduğunu bulduk.
6. Kontrol Yeri ve İnanç
İnanç psikolojisi konusundaki en ilginç araştırma alanlarından biri, psikologların kontrol yeri dedikleri alandır. Dış kontrol yeri konusunda yüksek puan alan insanlar, koşulların kontrollerinin ötesinde olduğuna ve olayların sadece onların başına geldiğine inanma eğilimindedirler. İç kontrol yeri, bir kimseyi yargılarında daha güvenli olmaya, yetki konusunda kuşkucu olmaya ve dış etkilere daha az itaatkâr ve uyumlu olmaya iterken, dış kontrol yeri, dünya konusunda daha büyük kaygıya yol açar. İnançlarla ilgili olarak çalışmalar, inananlar dış kontrol yerinde yüksek puan alırken, kuşkucuların iç kontrol yerinde yüksek puan aldığını göstermektedir.
İnanç konusunda kontrol yeri etkisi aynı zamanda, çevrenin belirsizliği ve batıl inanç düzeyi arasında bir ilişkinin olduğu çevre tarafından azaltılmaktadır (belirsizlik arttıkça batıl inançlarda artmaktadır). Beyzbol oyuncularının batıl inançlarını düşünün. Bir beyzbol topuna vurmak son derece zordur, sopayla yapılan her on vuruşta, güç bela üç tanesine vurmak en iyi başarıdır. Ve vurucuların onlara iyi şans getireceğine inandıkları törenlere ve batıl inançlara çok güvendikleri bilinir. Ama aynı batıl inançlı oyuncular sahaya çıktıkları zaman, pek çoğu yüzde 90 oranında topu yakalamayı başardıkları için batıl inançları bırakırlar. Böylece inancı biçimlendirmeye gelen kendileri, zekâya dikey olan diğer değişkenlerde olduğu gibi insanın bağlamı ve inanç sistemi önemlidir.
7. Etki ve İnanç
Mezhepleri inceleyen bilginler, “Kim mezheplere katılır?” sorusuna verilecek hiçbir basit cevap olmadığını açıklamaktadırlar. Araştırma, mezhep üyelerinin üçte ikisinin normal işlevleri olan ailelerden geldiklerini ve mezhebe katıldıkları zaman hiçbir psikolojik anormallik göstermediklerini ortaya koymaktadır (Singer, 1995). Akıllı insanlar da akıllı olmayan insanlar da mezheplere katılırlar ve kadınların, J. Z. Knight’ın “Ramtha’ya” dayanan mezhebi gibi gruplara katılması daha olasıyken erkeklerin, milislere ve diğer hükümet karşıtı gruplara katılmaları daha olasıdır.
Saçma Şeyleri Savunmada Akıllı Ön Yargılar
Sulloway ve ben deneklerimize, neden Tanrı’ya inandıklarını ve neden diğer insanların Tanrı’ya inandıklarını düşündüklerini sorduğumuz (ve onların yazılı cevaplar vermelerini sağladığımız) zaman, düşünceli ve uzun tezlere boğulduk ve onların değerli bir veri kaynağı olabileceklerini keşfettik. Cevapları kategorilere ayırdığımızda verilen başlıca nedenler şunlar oldu:
İNSANLAR NEDEN TANRI’YA İNANIR?
1. Dünyanın ya da evrenin iyi tasarımı / doğal güzelliği / mükemmelliği / karmaşıklığı konusuna dayanan tezler. (% 28.6)
2. Günlük yaşamda Tanrı deneyimi / Tanrı’nın içimizde olduğu duygusu. (% 20.6)
3. Tanrı’ya inanmak rahatlatıcıdır, sıkıntıyı hafifleticidir, teselli edicidir ve yaşama anlam ve amaç verir. (% 10.3)
4. İncil öyle söylemektedir. (% 9.8)
5. Sadece öyle olduğu için / iman / ya da bir şeye inanma gereksinmesi. (% 8.2)
NEDEN İNSANLAR DİĞER İNSANLARIN TANRI’YA İNANDIĞINI DÜŞÜNÜR?
1. Tanrı’ya inanmak rahatlatıcıdır, sıkıntıyı hafifleticidir, teselli edicidir ve yaşama anlam ve amaç verir. (% 26.3)
2. Dindar insanlar Tanrı’ya inanmak için yetiştirilmiştir. (% 22.4)
3. Günlük yaşamda Tanrı deneyimi / Tanrı’nın içimizde olduğu duygusu. (% 16.2)
4. Sadece öyle olduğu için / iman / ya da bir şeye inanma gereksinmesi. (% 13.0)
5. İnsanlar inanmaktadırlar çünkü ölümden ve bilinmeyenden korkarlar. (% 9.1)
6. Dünyanın ya da evrenin iyi tasarımı / doğal güzelliği / mükemmelliği / karmaşıklığı konusuna dayanan tezler. (% 6.0)
Avukatlar, (davayı kazanmanın, iddianın doğru ya da yanlış olmasının önüne geçtiği yerde) kasıtlı olarak müvekkillerine en iyi uyan kanıtları seçerek ve karşıt kanıtları göz ardı ederek, mahkemede kullanılan, karşı karşıya gelen mantık yürütme stili içinde bir çeşit onaylama ön yargısını kasıtlı olarak kullansalar da, psikologlar aslında, genellikle bilinçsiz olarak hepimizin bunu yaptığımıza inanırlar.
Onaylama ön yargısı, sadece yaygın olmakla kalmaz ama onun etkileri, insanların yaşamları üzerinde güçlü bir şekilde etkili olabilir. 1983’teki bir çalışmada, John Darley ve Paul Gross, deneklere sınava giren bir çocuğun videosunu gösterdi. Diğer gruba, çocuğun düşük bir sosyoekonomik sınıftan olduğu anlatılırken bir gruba, çocuğun yüksek sosyoekonomik sınıftan olduğu anlatıldı.
Sonra deneklere, sınavın sonuçlarına dayanarak çocuğun akademik yeteneklerini değerlendirmeleri istendi. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, çocuğun düşük sosyoekonomik sınıftan olduğu anlatılan grup çocuğun yeteneklerini not düzeyinin altında değerlendirirken, yüksek sosyoekonomik sınıftan olduğu söylenen grup, çocuğun yeteneklerini not düzeyinin üzerinde değerlendirdi.
Onaylama ön yargısı, insanın duygusal durumlarını ve ön yargılarını etkileyebilir. Normal insanlar basitçe, böyle rasgele bedensel işaretleri göz ardı ederken, hastalık hastaları her küçük acı ve ağrıyı bir sonraki büyük hastalık felaketinin belirtisi olarak yorumlarlar. Paranoya, başka bir onaylama ön yargısı biçimidir. Eğer kuvvetli bir şekilde “onların” sizi yakalamak için geldiklerine inanırsanız, yaşamdaki geniş anormallik ve rastlantı çeşitliliğini, bu paranoyak hipotezi destekleyen kanıtlar olarak yorumlarsınız. Aynı şekilde ön yargı, bir çeşit onaylama ön yargısına dayanır. Bir grubun özelliklerinin ön yargılı beklentileri insanı, o grubun üyesi olan bir bireyi o beklentiler adına değerlendirmeye yönlendirir.
Son olarak ve buradaki amaçlarımız için en önemlisi, onaylama ön yargısı, saçma inançları onaylamak ve haklı çıkarmak için çalışır. Örneğin, medyumlar, falcılar, avuç okuyanlar ve astrologların tümü, müşterilerine gelecekte ne bekleyeceklerini (bazıları buna “işaretler” der) anlatırken, onaylama ön yargısının gücüne dayanır. Onlara (birden fazla sonucun olanaklı olduğu iki yönlü olaylar yerine) tek yönlü olayları sunarak, olayın olmayışı görülmezken, olayın oluşu görülür.
Şöyle söylersek, akıllı insanlar inançlarını mantıklı argümanlarla mantıklı hale getirmekte daha iyidirler ama sonuç olarak onlar, diğer durumları düşünmeye daha az açıktırlar. Böylece zekâ inandığınız şeyi etkilemese bile, akıllı olmayan nedenlerle inançlar elde edildikten sonra, inançların nasıl haklı çıkarıldığını, mantıklı hale getirildiğini ve savunulduğunu gerçekten etkiler.
Notlar:
[1] Uzay Yolu dizisinde yapay holografik görüntüler oluşturan oda.