Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeFelsefe (Genel)Yalnızca yokluk vardı | Günlük - Jiddu Krishnamurti

Yalnızca yokluk vardı | Günlük – Jiddu Krishnamurti

Ay tepelerin üzerinde yeni yeni yükseliyordu, onu olağanüstü bir biçime bürüyen uzun, yılan gibi bir buluta yakalanmıştı. Öylesine büyüktü ki, tepeler, topraklar, yeşil çayırlar yanında cüce gibi kalmıştı; yükseldiği alan daha açıktı, daha az bulut vardı, ama ay kısa sürede koyu renkli yağmur bulutlarının arasında gözden yitti. Yağmur çiselemeye başlamış, toprak ferahlamıştı. Buralarda pek sık yağmur yağmaz, onun için her damla değerlidir. Banyan, demirhindi ve mango ağaçlarının biraz beklemesi gerekirdi, ama küçük bitkiler ve pirinçler azıcık bir yağmurda bile sevinirdi. Ne yazık ki bu birkaç damla da kesildi ve ay berrak gökyüzünde parlamaya başladı. Kıyıda yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyordu, ama burada, yağmura gerek duyulan yerde, yağmur bulutları geçip gitmişti. Güzel bir akşamdı, çevreye kopkoyu gölgeler vuruyordu. Ay son derece parlak, gölgeler son derece hareketsizdi ve yağmurla yıkanan yapraklar parıl parıl parlıyordu. Konuşup yürürken, sözcüklerin ve gecenin güzelliğinin ardında bir yoğunlaşma yaşanıyordu, Büyük bir derinliğe, içten dışa, dıştan içe coşarak yoğunlaşmaya devam ediyor, patlıyor, yayılıyordu. Farkına varılıyordu, işte orada gerçekleşmekteydi; deneyimlenmiyordu, hayır, deneyimlemek sınırlandırmaktır; yalnızca oluyordu. Hiçbir şeyin katılımı söz konusu değildi; düşünce bunu paylaşamazdı, çünkü düşünce son derece boş ve mekanik bir şeydir, duygunun da hiçbir ilgisi olamazdı; düşünce için de, duygu için de rahatsız edici düzeyde etkin bir durumdu bu. Böylesine bilinmez bir derinlikte gerçekleşiyordu, ölçülemez bir derinlikte. Ama çok büyük bir dinginlik vardı. Oldukça şaşırtıcı, ama kesinlikle sıradan değil.

Koyu renkli yapraklar parlıyordu, ay oldukça yükseğe çıkmıştı; batı kıyısının üzerinde odaya doluyordu. Şafağa daha saatler vardı, çevrede hiç ses yoktu, acı acı havlayan köpekler bile sessizdi. Uyanıldığında, tam oradaydı, açık seçik ve kararlı bir biçimde; orada başkalık vardı, uykuya değil, uyanıklığa gereksinim vardı. Son derece açıktı, ne olduğunun farkına varmak, tam bilinçle ne olduğunun farkına varmak gerekiyordu.

Uyuyorsanız bu elbette bir düş, bilincin bir göstergesi, beynin bir oyunu olabilirdi; ama bütünüyle uyanıkken, bu garip ve bilinemeyen başkalık, elle tutulur bir gerçek, bir olguydu, kesinlikle bir yanılsama, bir düş değildi. Deyim yerindeyse, hafiflik ve anlaşılamaz bir güç niteliğine sahipti. Yine de bu sözcüklerin belirli, kesin ve iletilebilir anlamları var, ama başkalık sözcüklere dökülmek zorunda olduğunda, bütün anlamlarını yitiriyor; sözcükler simgedir, ama hiçbir simge gerçekliği yansıtamaz. Orada öylesine bozulmaz bir güçle duruyordu ki, hiçbir şey onu yok edemez, ona yaklaşamazdı. Alışkın olduğunuz bir şeye yaklaşabilirsiniz, iletişim kurabilmek için aynı dilden konuşmalısınız, sözlü ya da sözsüz bir düşünce süreciniz olmalı, her şeyin ötesinde karşılıklı tanışıklık olmalı. Bunların hiçbiri yoktu. Siz, bunun böyle ya da başka türlü bir şey olduğunu, böyle ya da başka nitelikleri olduğunu söyleyebilirsiniz; ama o oluş anında söze gelen hiçbir şey yoktu, çünkü beyin bütünüyle dingindi, hiçbir düşünce hareketi söz konusu değildi. Başkalık hiçbir şeyle ilişkili değildir, bütün düşünce ve oluş bir etki-tepki sürecidir, bu nedenle o anı anlamak ya da ilişkisini anlamak söz konusu değildi. O, yanına yaklaşılamayan bir alevdi, ona yalnızca uzaktan bakabilir, yanına yaklaşamazdınız. Birdenbire uyanınca oradaydı. Onunla birlikte beklenmeyen bir kendinden geçiş, uslamlanamayan bir coşku hali geldi; nedeni yoktu, çünkü hiçbir biçimde aranmamış, hiç peşinden koşulmamıştı. Her zamanki saatte uykudan uyanınca bu kendinden geçme hali yinelendi; oradaydı ve uzunca bir süre devam etti.

***
Pasifik’in mavisi Akdeniz’in o olağanüstü mavisi gibi hoş açık bir mavi, özellikle kıyı şeridi boyunca kuzeye doğru yol alırken, batıdan hafif bir rüzgar estiğinde. Sakin, pırıl pırıl, berrak ve neşeli. Arasıra balinaların kuzeye doğru giderken su püskürttüğünü, ender de olsa o devasa başlarını sudan dışarı çıkarttıklarını görürsünüz. Balinaların hepsi biraraya toplanmış, su püskürtüyordu. Bu hayvanlar çok güçlü olmalı. O gün deniz göl gibiydi, durgun ve tam anlamıyla dingin, tek bir dalga bile yoktu; o berrak, dans eden mavisi de yoktu. Deniz uyumaktaydı, insanda hayranlık uyandırıyordu. Ev denize yukarıdan bakıyordu. [Bu ev, Krishnamurti’nin Malibu’da kaldığı zaman kullandığı ev.] Güzel bir ev, büyük bahçesiyle, çimenlik alanıyla, çiçekleriyle. Kaliforniya’nın güneşiyle aydınlanan çok ferah bir ev. Bu evi tavşanlar da severdi. Sabah erken, gece de geç gelirlerdi; çiçekleri, yeni dikilmiş hercaileri, kadife çiçeklerini ve çiçek açmış küçük bitkileri silip süpürürlerdi. Her tarafta tel örgüler olmasına rağmen, onları tutamazdınız, onları öldürmek de suç olurdu. Ama kedi ve baykuş bahçenin düzenini sağlarlardı; siyah kedi bahçede başıboş gezerdi; baykuş gün ortasında ince okaliptüs dallarından birine tünerdi. Onu hareketsiz, yuvarlak ve büyük gözlerini kapatmış bir halde görebilirdiniz. Tavşanlar gözden kaybolur, bahçe yeşerir ve mavi Pasifik usul usul akardı.

Yalnızca insan evrenin düzenini bozar. İnsan, acımasız ve son derece şiddet yüklüdür. Nerede olursa olsun kendisinde, dünyada sefalete ve karışıklığa neden olur. Yakıp yıkar, yok eder, şefkati yoktur. Kendi içinde düzeni yoktur, dokunduğu şey kirlenir ve karmaşıklaşır. İktidara, hileye dayanan, kişisel ve milliyetçi, grupları birbirine düşüren, çetelere özgü bir politikası vardır. Ekonomisi sınırlıdır, dolayısıyla evrensel değildir. Toplumu özgür de olsa, zulüm altında da olsa ahlaksızdır. İnanmasına, tapınmasına ve bitmek tükenmek bilmeyen anlamsız ritüeller gerçekleştirmesine rağmen dindar değildir. Neden böylesine zalim, sorumsuz ve bütünüyle ben merkezli bir hale gelmiştir? Neden? Bunun yüzlerce açıklaması vardır, kitaplardan ve hayvanlar üzerinde yapılan deneylerden elde edilen bilgilerle kurnazca açıklama yapanlar, beşeri kedere, tutkuya, gurura ve ihtirasa kapılırlar. Tanım tanımlanan değildir; söz şey değildir. Dış nedenler aradığı için mi, çevre insanı biçimlendirdiği için mi, dış dünyada yaşadığı değişimlerin kendi içindeki insanı dönüştüreceğini umduğu için mi? Duygularına bağımlı olduğu, anlık gereksinimlerine yenik düştüğü için mi? Bütünüyle düşünce ve bilgi aktarımı içinde yaşadığı için mi? Yoksa çok romantik, duygusal olduğu için mi idealleri, düşleri, büyüklenmeleri söz konusu olduğunda bu derece zalimleşebilir? Birileri ona sürekli önderlik ettiği için, kendisi bir takipçi olduğu için mi yoksa bir lidere, bir guruya dönüştüğü için mi?

Bu iç ve dış ayrımı, çatışmalarının ve sefilliğinin başlangıcıdır. Bu çelişkiye, bir ezeli gelenek ağına yakalanır. İnsan, bu anlamsız ayrıma yakalanınca, yiter ve başkalarının esiri haline gelir. Dış ve iç, düşüncenin imgelemi ve uydurmasıdır; düşünce bölük pörçük olduğu için düzensizlik ve çatışma yaratır, bu bölünmedir. Düşünce, düzeni, erdemin zahmetsiz bir biçimde akışını sağlayamaz. Erdem bellekteki şeylerin, tapınımın sürekli yinelenmesi değildir. Düşüncenin bilgisi zamanı bağlar. Düşünce doğası ve yapısı gereği yaşamın tüm akışını tam bir hareket olarak yakalayamaz. Düşüncenin bilgisinin bu bütünlük karşısında içgörüsü yoktur; algılayan konumunda, dışarıdan içeri bakan konumunda olduğu sürece, seçim yapmadan bu bütünlüğün farkında olamaz. Düşüncenin bilgisinin algılamada bir yeri yoktur. Düşünen düşüncedir; algılayan algılanandır. Ancak böyle olduğunda günlük yaşamımızda çabasız bir hareket söz konusu olabilir.

***
Hava kapanmıştı, bütün tepelerin üzeri her yönde kümelenen bulutlarla kaplıydı. Yağmur çiseliyordu, en küçük bir gökyüzü parçası görmek bile olanaksızdı; güneş batmıştı, ağaçlar uzakta dimdik yükseliyordu. Kararan gökyüzüne doğru uzanan yaşlı bir palmiye ağacı, bütün ışığı tutuyordu. Irmak kenarı sessiz, kızıl kumları nemliydi, ama kuşlar ötmüyordu, hepsi susmuş, sık yapraklar arasında gizlenmişlerdi. Kuzeydoğudan hafif bir rüzgâr esiyordu, rüzgâr, daha çok yağmur bulutu ve çisenti getirdi, yağmur tam anlamıyla yağmıyordu; ama biraz sonra boşalacaktı. Öndeki yol hoştu, kırmızı, kaba ve kumluydu, karanlık tepeler bu yolun yanından göğe yükseliyordu. Arada sırada bir iki arabanın ve öküz arabalarıyla bir köyden ötekine giden köylülerin geçtiği hoş bir yoldu bu. Köylüler giydikleri paçavraların içinde oldukça pislerdi, iskeletleri sayılıyordu, mideleri içeri çökmüştü, ama hepsi de dimdik ve dayanıklıydı; yüzyıllardır böyle yaşıyorlardı, hiçbir hükümet onları bir gecede değiştiremezdi elbette. Gözleri ne denli bitkin olsa da, bu insanların yüzünde gülümseme eksik olmuyordu. Zorlu bir iş gününden sonra dans edebilirlerdi, içleri kaynıyordu, bu yıl ise, kendilerine daha çok yiyecek, çelimsiz hayvanlarına yem sağlayacak şanslı bir yıl olabilirdi. Yol uzayıp gidiyor, vadinin ağzında birkaç otobüsün ve arabanın geçtiği büyük bir yolla birleşiyordu. Bu yolun üstünde, uzaklarda bir yerde pislik, sanayi, zengin evleri, tapınaklar ve körelmiş zihinlerle dolu şehirler vardı. Ama burada, bu uzayıp giden yolda, yalnızlık, yaşlı ve kayıtsız tepeler vardı.

Bu yolda yürürken beyin bütünüyle boştu; zihin, bütün deneyimlerden, binlerce dün yaşanmışsa da, düne ilişkin bilgilerden özgürdü. Düşüncenin ürünü olan zaman durmuştu; sözün tam anlamıyla, önce ve sonra hiçbir hareket yoktu; hiçbir ileri gidiş, varış ya da öylece duruş söz konusu değildi. Uzaklık bağlamında uzay yoktu; tepeler ve çalılar vardı, ama yüksek ya da alçak değillerdi. Hiçbir şeyle ilişki yoktu, ama köprünün ve üzerinden geçen yolcunun farkına varılıyordu. Düşünce ve duygularıyla beynin yer edindiği zihin bütünüyle boştu; boş olduğu için enerjisi, ölçüye sığmaz bir biçimde derinleşen ve genişleyen bir enerjisi vardı. Bütün karşılaştırmalar, ölçümler düşünceye, dolayısıyla zamana özgüdür. Başkalık zaman kavramı olmayan zihindi; saflığın ve büyüklüğün soluğuydu. Sözcükler gerçeklik değildir; yalnızca iletişim aracıdır, saf ve ölçülemez olan değildir. Yalnızca yokluk vardı.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments