Toni Negri’nin Hegelci değil Spinozacı olduğunu biliyoruz. Oysa İmparatorluk Hegel’in ciddi izlerini taşıyor,tabii ki yadsıma olarak… Bu izler “gücümüzü aşan” bir tarih gibi işliyorlar. Hegel’in tarih mefhumunu ortaya atması romantik bir meseleydi, ama çok ciddi nedenleri vardı: nasıl Kantçı “Yüce” mefhumu hafsalanın alamadığı, hayalgücümüzün ve kavramlarımızın yetmediği bir olgu karşısında düşünme kudretimizin yediği bir şok ise, Hegel de tarihe baktığında bir şok yemiş olmalı. Jena’da ders verdiği sıralarda Napoléon orduları kenti kuşatıyorlar ve top ateşi başlıyor… Penceresinden ürkerek baktığında aşağıda marangozların top ateşini hiç iplemeden çalışmalarına devam ettiklerini görüyor… Ve sanırım bir anda bir şey hissediyor: “bütün bunların bir amacı olmalı…” Tarih sadece bir anlamsız olaylar, savaşlar, entrikalar, katliamlar yığını olarak görünüyor gözümüze… Peki ama buna nasıl katlanılır?
Kant, Hegel’den önce şu soruyu sormuştu bile: “ilerleme” düşüncesi, yani Tarihe güven nasıl mümkündür? Bunun için bazı işaretler olmalı: Kant’a göre bu işaretlerden ilki “signum rememorativum” idi (Fakültelerin Çatışması adlı çok ilginç kitabından: “Signatum actuale, vel present est, tunc signum dicitur demonstrativum; vel praeteritum, tunc signum dicitur mnemonicum, vel futurum, tunc dicitur prognosticon.) yani insanlar, tarihte her zaman, hep başarısız olsalar da, gelecekteki daha iyi bir hayat için mücadele etmeye hazırdılar… Şu anda, yani Aydınlanma Çağının ortasında ve Devrimin göbeğinde, anlaşılıyor ki buna hala hazırlar: Kant, Fransız Devrimini selamlarken onun “gesticulatio”sunu (siyasi cinayet ve terör serileri, savaş ve katliamlar) önemsememişti… Onun için önemli olan şey, açıkçası herkes için çok büyük fedakarlıklar gerektiren bu devrimin yine de halklar için bir coşku nesnesi nasıl olduğuydu. Coşku, Enthusiasmus, burada anahtar terim olmalı…
Kant için coşkuyu uyandırabilecek güç ne bilgi ne de ahlak olarak görünüyor… bu güç daha çok Yüce ve Güzel ile ilgili daha güzel bir hayat, daha “yüce” bir Varoluş. O bunu fakültelerin, yani yetilerin çatışmasının bir ürünü olarak gördü: ilerleme zaten bu demekti. Ama Kant son büyük kitabı olan “Yargıgücünün Eleştirisi”nde (Kritik der Urteilskraft) “yüceliği” Doğaya aklın atfedebildiği bir amaç (telos) olarak görmüştü: ne zaman ki zihin Doğanın kudretine, güzelliğine ve muhteşem işleyişine hayran kalır ve aynı zamanda ondan korkar (saygı) o zaman “yüce” duygusu hakim olur. Kant için bu Heidegger’in söylediği gibi bir Noo-şok, beyne inen bir şoktu. Ama olumluydu, çünkü fikirlerin düşünülmesine yol açıyordu… Biz genellikle böyle şoklar yemeden fikirlerimizi pek düşünüyor değiliz -onlar bizde varlar, ama bu, Heidegger’in Kant’ı yorumlarken söylediği gibi, “onları düşünmeye muktedir olduğumuz” manasına gelmiyor…
O halde Kant için amacını bilemediğimiz, asla bilemeyeceğimiz Doğaya -ya da varolmanın bütününe- bir “amaç” atfettiğimizde Yüce ile karşılaşıyoruz ,mesela onu bir Tanrının yaratmış olduğunu düşünmemiz en kolay çözüm. Newton bunu yapıyordu mesela. Ama Kant’ın bu “yüce” ve “Doğanın amaçlılığı” meselesinde çok daha derin bir sorgulaması var: Onda aslında Aklın kendisi, kendisini sonsuzca aşan, hayal edemediği, kavrayamadığı bir Doğaya “bir amacı var” diyebildiği ölçüde kendi kendine hayran oluyor, kendi yüceliğini hissetmeye başlıyor.
İşte bu Doğa’nın yerini Hegel’de –benim hissedebildiğim kadarıyla– Tarih alıyor. Tarih’in amacını bilemeyiz. Doğa ise hiç değişmez. o İde’nin yabancılaştığı yerdir yalnızca. yabancılaştırır çünkü “ağır çeker” –çünkü maddeden ve meşakkatten oluşmuştur. Bu tam anlamıyla Sartre’ın o cehennemi “pratico-inerte”idir. Hegel bunu o kadar olumsuzlamaz. ne de olsa romantiktir ve henüz hayat ile uyum içindedir. Ama benzeri bir “yabancılaşma” mefhumu günümüzde, savaşların, aldatmacaların, kapitalizmin yerden göğe kurumlaştıkları bir dünyada muhakkak ki Sartre gibi birine (belki Heidegger ve epeyce diğerlerine de) onmaz bir kötümserlik yaşatacaktır. Ve Hegel için Tarih ilk bakışta bir “kötülükler yığını” olarak görünür. Bu bakış açısı zorunlu olarak Walter Benjamin’in Tarih Üstüne Dokuz Tezi’nde de var:
“Klee’nin Angelus Novus (Yeni Melek) adlı bir tablosu sanki gözlerini dikmiş hep pür dikkat seyredegeldiği bir şeyden uzaklaşıyor gibi olan bir meleği resmeder. Gözleri bakmaktadır, ağzı açık. kanatları yayılmış. İşte bu Tarih’in meleğinin resmidir. Yüzü, öyle, geçmişe dönük. Nerede bir olaylar zinciri farkedersek o orada, ayaklarının dibinde tek ve topyekün bir felaketi görür. Yığılmış acılar, felaketler, yakarış ve haykırışlar. Melek durabilmek ister –ölenleri canlandırmak ve mahvedilmiş bütünlüğü yeniden kurmak ister. Ama öyle bir fırtına vardır ki Cennetten gelen; ona kapılmıştır artık –ve kanatları bu rüzgara o kadar büyük bir şiddetle boyun eğiyordur ki artık onları kapatıp yere inemiyordur bile. Fırtına onu direnemeyeceği kadar büyük bir güçle o arkasını döndüğü geleceğe doğru itmektedir. ve önündeki çöp ve felaketler yığını büyüyüp durmaktadır her an. İşte bu fırtına bizim ilerleme dediğimiz şeydir.” (Walter Benjamin, Tarih Üstüne Dokuzuncu Tez)
Ben hiçbir yazıda bu kadar dinamik bir anlatıyla karşılaşmış değilim (naçizane ben çevirmek zorunda kaldım, çünkü Türkçe tercümesi yanımda yoktu –ama Pasajlar’da esas çevirisini bulabilirsiniz). Wim Wenders’in Berlin Üstünde Gökyüzü’nde değindiği “düşünceleri okuyan” ama “hayata müdahale edemeyen” melek de böyle bir şey olmalı. Ama her durumda Tarih bizim için bir “öfkedir”. Tıpkı Nietzsche’nin hatırlattığı gibi: “tarih bize onbinyılların tekne kazıntısı olduğumuzu öğretir sadece”. Ama bu öğrenme olmadıkça tekne kazıntısı olarak da kalacağız demektir. Hegelci “Tarih” kavrayışı, bildiğimiz gibi, kısmen de olsa Marx’ı da sarıp sarmalamıştı.
Horkheimer, yine Hegelci bir eleştirel çizgide düşünürken, materyalizmin karşıtının idealizmden çok “muhafazakarlık” olduğunu farkedenlerden biriydi: yoldaşı Karl Mannheim’ın gösterdiği gibi “muhafazakar” öyle geçmişe bağlı ve onu yaşatmaya çalışan bir “idealist” değildir. tam anlamıyla yüzü geleceğe dönüktür (Benjamin’in Meleğinin tersine) ve o, kendi çoluğu çocuğu da dahil olmak üzere, onun bildiği, istediği gibi yaşasınlar ister. Muhafazakarın tek motifi geleceğin kendini aşmamasıdır ve o bunu Nietzsche’nin bahsettiği o korkunç “ressentiment” ile arzulamaktadır… Sanki Sartre’a atfedebileceğimiz bir söz var aklımda –gelecek muazzam bir amorf maddeler birikimidir ve biz bütün muhafazakar ideolojimizle, bilimimizle, sanatımızla, o madde yığınına bir form vermekle uğraşıp duruyoruz.
İşte bu anlamda Hegel Tarih’in “aşkın” olduğunu düşünebildi ve onu Kant’ın Doğa’sının yerine koymaya karar verdi. Bütün bu felaketlerin bir manası, bir amacı, bir hedefi olmalı ve bu hedef de “iyi” olmalı diye düşünmeye çalıştı… Belki sonuçta Marx’ın kıyasıya eleştirdiği o tuhaf felsefi sistemi kurdu ama bence sorusu yüzyıllar sonra Tarkovsky’nin Andrey Rublev’de sormuş olduğu sorudan pek farklı değil: hayatın gerçek güçleri neler ve onları nasıl anlar, kullanabiliriz?
İşte bu soru bizi yeniden Spinoza’nın o son derecede güçlü arayışlarına yeniden taşıyabilir. Yoksa Spinoza da, Hegel de –hatta Marx ve Negri de– hiçbir işimize yaramaz. Spinozacı açıdan, bu yüzden. bir dizi “tarih tezi” de ben önermek istiyorum bu yüzden:
1.
Tarih gecikmedir… Bir sanat tarihimiz var, çünkü Doğanın yaptığı türden şeyleri dinsel ve ayinsel (ritüel) pratiklerimizden oldukça geç kurtarmış varlıklarız biz… Yaklaşık yüzyıldır bu sanatın tarihini yazabiliyoruz, çünkü, Godard’ın hatırlattığı gibi, ilk resimler yapıldıktan ondokuz bin yıl sonra fotoğraf icat edildi. Nerede bir gecikme varsa orada “tarih” vardır… Gecikmeyenlerin tarihi olmaz… çünkü hafızaları salt operasyoneldir –yani hayvanlar gibi…
2.
Tarih hep bizimledir –bize sürekli olarak “geciktiğimizi” hatırlatmak için… Geçmiş hatırlayabildiğimiz, ya da keşfedebildiğimiz tek şeydir. Bazan “modernleşme” projelerinde olduğu gibi, geleceğe dair bir imajımız olabilir… Ama bu yalnızca bir imajdır… Onu yakalamak, ona erişmek isteriz tabii. ama onu yakaladığımız anda imajın kaynağı da değişmiş olacaktır tabii ki. Bu yalnızca Üçüncü Dünyalı için geçerli değildir: ilk gelen bile gecikmiştir zaten…
3.
Tarih bizi yorar… Deleuze’ün söylediği gibi “tarihçilikte hep bir köylülük vardır”. Buna yazılabilmiş en güzel tarih eserlerinin Annales Ekolünün Ortaçağ köylülüğü üstüne yazdıkları olduğunu eklemek gerekir mi bilmem. “Yorulma” da köylü hayatındadır –kent hayatı belki yorar ama bunu hissetmemek zorundasınız. Yoksa yokolursunuz…
4.
Tarihten bahsedilemez aslında… Çünkü Deleuze’ün söylediği gibi, “zamandan bahsetmek için vakit her zaman artık çok geçtir”… Bu en az Hegel’in “Minerva’nın baykuşu karanlık çöktükten sonra uçar” sözüyle eşdeğerdir.
Bu dört tezin ışığında The Empire’da -onu okurken- Tarih’te artık kendimizi görmek zorunda olmadığımız, mutlak bir şimdiliğin gereklerini hissediyoruz… Defalarca “devrim” oldu ve biz hala buradayız… Ama bu “devrimcilik” adını verdiğimiz ruh ve beden halini ortadan kaldırmaz. İnsanlar çok büyük sayıda “başarısız” devrim yaşamışlar –1643 İngiliz Devrimi bize Cromwell diktatörlüğünü vermiş, 1789 Fransız Devrimi ise Napoléon imparatorluğunu. Hannah Arendt’in pek sevdiği Amerikan Devrimi ise bize bugünkü ABD’yi verdi… Rus Devrimini ise hiç sormayın —sonuçta Stalin geldi. otuz yıl geçtikten sonra ise herşey yıkıldı ve havada…
Bütün bu yazıyı Sartre’ın “pratico-inerte”inden neler alabiliriz diye yazdım… Tabii ki benim tezim maddeyi onun gibi lanetlemek değil, onunla ne yapabileceğimiz gibi “pratik” nitelikli bir soru sormak… Sartre bile o cehennemi kavramını icat ederken bu tür sorular soruyordu herhalde… O insan pratiğinin (praxis) ölümcül bir maddeyle –tarihle, dille, kurumlarla ve üretimle– sürekli bir mücadele içinde olduğunu söylüyordu… Başka bir deyişle The Empire ile bir devrim yaşıyor değiliz…
The Empire’ın önemi onun bir “praxis” kitabı olması. sadece entellektüellere ve akademisyenlere hitap etmiyor. hepimizi öznellik taslakları halinde, işin içine katıyor. ve bu işi yapacağız.