Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeFelsefe (Genel)Mutlu olup olmadığımızı rüzgarın sesinden anlayabiliriz | Minima Moralia - Theodor W....

Mutlu olup olmadığımızı rüzgarın sesinden anlayabiliriz | Minima Moralia – Theodor W. Adorno

Amerikan manzarasının kusuru, romantik yanılsamanın öne sürdüğü gibi tarihsel anıların eksikliği değil, insan elinin hiçbir izi taşımamasıdır. Sadece ekilebilir toprağın yetersizliğiyle, çoğu zaman bodur çalılardan yüksek olmayan işlenmemiş ormanlarla da sınırlı değildir bu durum, asıl yollarda belli eder kendini. Manzaranın içine öylece yerleştirilmiş gibidir yollar; düzgünlük ve genişlikleri ne kadar etkiliyse, parıltılı izleri de o yabanıl ve zengin bitkisel çevre karşısında o kadar ilgisiz ve hunhar görünür. İfadesizdirler. Ayak ya da tekerlek izini bilmezler, otlaklıklara ya da ağaçlıklara geçişi sağlayacak patikalar yoktur kenarlarında; demek insan elinin ya da en yakın aletlerinin dokunuşunu hissetmemiş şeylerinin o yumuşamış, yatıştırıcı, batmayan dokusundan da yoksundurlar. Sanki hiç kimse okşamamıştır manzaranın saçlarını. Rahatlatılmamıştır, rahatlamaz. Algılanışı da böyledir. Hızla giden arabanın içinden gördüğü şeyi kaydetmez göz çünkü; silinen manzara da kendi taşıdığından daha fazla iz bırakmaz…

Cüce meyve : Proust nazikti: Kendini yazardan daha zeki sanma mahcubiyetinden kurtarıyordu okuru…

On dokuzuncu yüzyılda Almanlar düşlerinin resmini yaptılar; sonuç her zaman sebzeydi. Fransızlarınsa bir sebze resmi yapmaları bile yetiyordu, ortaya çıkanın bir düş olması için…

Amerikan manzarasının güzelliği : En küçük diliminde bile, ifade olarak, tüm ülkenin uçsuz bucaksızlığı belirir…

Mülteciliğin anılarında, av eti rostolarının belli bir tadı vardır: Hayvan sanki *Freischütz’ün tılsımlı kurşunlarıyla vurulmuş gibi bir tat…

Psikanalizde sadece abartılar doğrudur…

Mutlu olup olmadığımızı rüzgarın sesinden anlayabiliriz. Mutsuz insana evinin korunaksızlığını anımsatır bu ses, onu kuş uykularından, huzursuz düşlerinden uyandırarak. Mutlu adam içinse korunmuşluğunun şarkısıdır. Öfkeli uğultusunda, artık ona karşı etkisiz olduğunu itiraf eden fısıltıyı da işitir…

Düşlerimizden tanıdığımız o sessiz gürültü, uyanık saatlerimizde gazete başlıklarından saldırır bize…

Efsanenin kıyamet habercisi, radyoda yaşıyor bugün. Zorunlu olarak duyurulan önemli olaylar her zaman felaketlerdir. Solemn sözcüğü, İngilezce’de hem törensel, hem de tehlikeli anlamına gelir. Spikerin gerisindeki toplumun gücü, kendiliğinden dinleyicilere yönelmekte, onları hedef almaktadır.

Yakın geçmiş her zaman felaketlerden artakalmış bir yıkıntı olarak görünür bize…

Tarihin eşyada beliren ifadesi, geçmiş azabın dışavurumudur sadece…

Hegel’de öz bilinç, kendi belliğinden emin olmanın hakikatiydi: ‘Hakikatin doğal toprağı’, Fenomenoloji’nin sözcükleriyle. Bunu artık anlayamaz hale geldiklerinde de burjuvalarda hiç değilse servet sahipliğinin gururundan doğan bir öz bilinç vardı. Bugünse öz bilincin tek anlamı, ego üzerinde düşünmenin mahcubiyeti ve iktidarsızlığının fark edilmesidir. Kendinin bir hiç olduğunu bilmek…

‘Ben’ demek, bir çok insan için daha şimdiden bir küstahlık haline gelmiştir…
“para düşüncesi ve peşinden getirdiği bütün çatışmalar, kaçınılmaz biçimde, en şefkatli, en erotik, en yüceltilmiş ilişkilere bile sızar. bu yüzden, kültürel eleştiri de, tutarlılık mantığına ve doğruluk ruhuna bağlı kalmak adına, bütün ilişkilerin açıkça ve amansızca kendi maddi kökenlerine indirgenmesini, tarafların çıkarlarına göre oluşmuş bir maddi bağlantıya eşitlenmesini talep edebilir”
Gözünüzdeki kıymık en iyi büyüteçdir…

En bayağı insan, en yücesinin zaaflarını sezebilir; en aptalı da en zekisinin düşünüşünde ki hataları…

Cinsel ahlakın ilk ve tek ilkesi : Suçlayan her zaman suçludur.Bütün, yanlıştır…**

* Romantik alman besteci Carl Maria von Weber’in operası (1821)
** Tinin Fenomenolojisi’nin (Hegel) önsözündeki cümlenin ters yüz edilmiş biçimi… ‘Doğru bütündür (ya da bütün olandır) … Ama bütün de kendi gelişimi içinde kendini kusursuzlaştıran özden başka bir şey değildir…’

***

Pro domo nostra — Geçen savaşta -ki hepsi gibi o da kendinden sonrakilere kıyasla sakin, huzurlu görünür- çeşitli ülkelerin senfoni orkestralarının şamatacı sesleri susturulduğunda, şokla sakatlanmış seyrek bir oda topluluğu için Askerin Öykusü’nü yazdı Stravinski. En iyi yapıtı olacaktı bu, tek inandırıcı gerçeküstücü manifesto: O düşsel, sarsıntılı, dipten vuran şiddet, müziği bir negatif hakikatin dolaylarına da ulaştırıyordu. Yoksulluktu parçanın önkoşulu: Resmi kültürü paramparça edebilmişti çünkü onun maddi zenginliklerine ulaşması yasaklandığından kültürü hep zehirleyen gösterişçilikten de uzak kalabiliyordu. İkinci savaştan sonraki düşünsel üretim için de bir ders çıkar buradan – bir savaş ki Avrupa’da bıraktığı yıkımın derecesini o müziğin boşlukları bile öngörememiştir. İlerleme ve barbarlık kitle kültüründe öyle iç içedir ki bugün, ancak o kültüre ve teknik araçlardaki ilerlemeye karşı barbarca bir perhiz geri getirebilir barbarlık dışı koşulları. Sahte zenginlikleri ve pahalı üretimi reddetmeyen, renkli fılmleri ve televizyonu, milyoner dergilerini ve Toscanini’yi3 geri çevirmeyen hiçbir sanat yapıtının, hiçbir düşüncenin sağkalma şansı yoktur. Kitlesel üretim için tasarlanmamış olan eski medya yeni bir değer kazanıyor bu koşullarda: Bağışıklığın ve doğaçlamanın değeri. Ancak böyle bir medya aşabilir tröstlerin ve teknolojinin birleşik cephesini. Kitapların çoktandır kitaba benzemekten çıktığı bir dünyada, gerçek kitap da bir kitap olamaz artık. Burjuva çağını başlatan, matbaanın icadıysa eğer, şimdi ona mimeografla, yayının bu tek kibirsiz biçimiyle son vermenin zamanıdır.

***

Baklayı çıkarmak. — Sosyalizmin en onurlu davranış biçimi olan dayanışma da hasta. Eskiden, kardeşlik söylemini gerçeğe dönüştürmekti dayanışmanın amacı: Onu bir ideoloji olduğu genelliğin içinden çıkarmak ve sadece tikele, düşmanca karşıtlıklarla belirlenmiş bir genellik dünyasının içinde dayanışmanın tek temsilcisi olan Parti’ye özgü bir gerçeklik olarak sürdürmek. Kendi yaşamlarını beraberce tehlikeye atan bir grup insan temsil ederdi dayanışmayı; elle tutulur bir imkan karşısında kendi kişisel tasalarını daha önemsiz sayan insanlar, böylece soyut bir düşüncenin buyruğuna girmeden ama kişisel bir umut da beslemeden yaşamlarını birbirleri için feda edebiliyorlardı. Öz-korunumdan böyle feragat edilmesinin önkoşulu, bilgi ve karar verme özgürlüğüydü: Bunlar yoksa, o kör tikel çıkar yeniden ortaya çıkar hemen. Ancak, dayanışma zamanla Parti’nin binlerce gözü olduğu inancına, güçlü olduğu düşünülen işçi müfrezelerine -bunlar da çoktandır üniformalılaşmıştırkaydolmaya, tarihin akıntısına katılmaya dönüşmüştür. Böylece kazanılan herhangi bir geçici güvenliğin bedeli de sürekli korku, dalkavukluk, kıvırtma ve karından konuşmadır Düşmanın zaafını sınamakta kullanılabilecek enerji, kişinin kendi liderinin kaprislerini, olası tepkilerini tahmin etme çabalarında harcanmaktadır; bu lider, eski düşmandan daha çok korku salıyordur yüreklere, çünkü iki tarafın liderlerinin de kendi astlarına hiç danışmadan aralarında anlaşabileceklerini gizliden gizliye sezebilmektedir kişi.

Bunun başka bir yansıması da fark edilebilir insanlar arasındaki ilişkilerde. Gerçek müminleri -bunlar, jestlerinin ve konuşmalarının tanımlanması güç bir özelliğiyle tanırlar birbirlerini, parola yerine geçen bir tür tok sözlü teslimiyetçilikle birleştirdiği görülen o hayali bildiriyi imzalamadığı halde bugün geçerli olan şablonlara göre peşinen ilerici olarak sınıflandırılan kişi hep aynı deneyi yaşayacaktır. Ortodokslar da onlara fazlaca benzeyen sapmalar da bir dayanışma beklentisi içinde yaklaşırlar ona. Açıkça ve gizlice, ilerici antlaşmayı anımsatırlar. Ama aynı dayanışmanın en küçük bir kanıtını onlardan beklediği ya da toplumsal acıdan kendi payına düşen kısma hiç değilse sempatiyle yaklaşmalarını istediği anda, kendisine sırt çevirdiklerini görür: Kilise ulularının eski itibarlarına yeniden kavuştuğu bir çağda maddecilikten ve ateizmden geriye kalan budur. Bu örgüt adamları, dürüst entelektüelin açığa çıkıp onlar için kendini tehlikeye atmasını isterler; ama kendilerinin de açığa çıkabileceğini sezer sezmez onu bir kapitalist, çok güvendikleri ve kullanmayı umdukları o dürüstlüğü de gülünç bir duygusallık ve budalalık olarak görmeye başlarlar. Kutuplaşıyor dayanışma: Bir uçta kaçacak yerleri olmayanların umutsuz sadakati, öbür uçta zindancılardan uzak durmak ama hırsızları da kızdırmak istemeyenlere uygulanan fiili şantaj.

***

Vahşiler daha soylu değildir. — Afrikalı ekonomi politik öğrencilerinde, Oxford’daki Siamlılarda ve daha genel olarak küçük burjuva kökenli çalışkan sanat tarihçi ve müzikologlarda bir eğilim görülür: Yeni malzemenin özümlenişini, yerleşik, kabullenilmiş ve onaylanmış olan her şeye karşı ölçüsüz bir saygıyla birleştirmeye pek heveslidirler. Uzlaşmasız bir kafa, ilkelciliğin, geç kalmışlığın ya da “kapitalist olmayan dünya”nın tam tersidir: Deneyim vardır temelinde, tarihsel bir bellek, titiz bir zeka ve en önemlisi de belli bir doygunluk. Radikal gruplara sonradan katılan o deneysiz gençlerin bir kez geleneğin gücünü hissettikten sonra kamp değiştirdikleri çok görülmüştür. Gelenekten nefret edebilmek için ona sahip olmak gerekir. Avant-garde sanat hareketlerine proleterlerden çok züppelerin yatkın oluşu, siyaset için de anlamlı bir ipucu verebilir bize. Geç kalanların ve yeni gelenlerin ürkütücü bir yatkınlığı vardır pozitivizme – Hindistan’daki Camap müritlerinden Alman-ustalar Matthias Griinewald ve Heinrich Schütz’ün inançlı hayranlarına kadar hepsinde görülür bu.1 Psikolojiden hiç anlamayanların öne sürebileceği bir şeydir, dışta kalmanın sadece nefret ve hınç uyandırdığı; fazla sahiplenici ve hoşgörüsüz bir aşk da doğabilir buradan ve baskıcı kültürün uzakta tuttuğu insanlar kolayca onun en inatçı savunucuları kesilebilirler. Bir Sosyalist olarak “bir şeyler öğrenmek”, kültürel miras denen şeyden pay almak isteyen işçide bile bir yankısı işitilebilir bunun; ve Bebel’lerin2 zevksiz bilirbilmezliği de kültürü anlamamalarından çok, onu görünürdeki değeriyle kabul etmeye, onunla özdeşleşmeye teşne oluşlarında -ve böylece anlamını da çarpıtmalarında belli eder kendini. Sosyalizmin ne böyle bir dönüşüme ne de teorik olarak pozitivizme düşmeye karşı genel bir muafiyeti vardır. Uzakdoğu’da Marx kolaylıkla Driesch ve Rickert’in işgal etmediği yeri alabilir.3 Batı dışı toplumların sanayi toplumunun çatışmalarının içine çekilmesinin -ki çok daha önce yapılması gerekirdiasıl kazançlısının, yaşam standardında beklenebilecek hafıf bir yükselişi bir yana bırakırsak, bağımsızlığına kavuçmuş halkın kendisinden çok, rasyonel olarak geliştirilmiş üretim ve iletişim olmasından korkulur. Daha yaşlı uluslar, kapitalizm öncesi halklardan mucizeler beklemek yerine, onların onaylanmış her şeye ve Batı’nın başarılarına duydukları o kısa görüşlü, üşengeç iştaha karşı uyanık olmalıdırlar.

***

Ateş hattından uzakta. — Hava taarruzlarıyla ilgili haberlerde, uçakları üreten firmaların da adı geçiyor çoğu zaman: Focke-Wulff, Heinkel, Lancaster – şimdi bunlar aldı konuşmalarda bir zamanlar Hussar süvarilerinin, mızraklı birliklerin, zırhlı şövalyelerin tuttuğu yeri. Yaşamı yeniden-üretmenin, ona tahakküm etmenin ve onu yok etmenin mekanizmaları birdir ve bu yüzden sanayi, devlet ve reklamcılık iç içe geçmiçtir. O zaman abartma sayılmıştı, ama “savaş ticarettir” diyen kuşkucu Liberallerin haklı çıktığı görülüyor bugün: Devlet, kar dünyasının tikel çıkarlarından görünüşte bile bağımsız değil artık; aslında her zaman onların hizmetindeydi, şimdi ideolojik olarak da oraya yerleşti. Kentlerin yıkımındaki baş müteahhitin adının her anılışı. her alkış, imar zamanında da en iyi komisyonları almasını sağlayacak itiban kazandınyor ona.

Otuz Yıl Savaşlan’ gibi bu savaş da -bir savaş ki son bulduğunda hiç kimse başlangıcını anımsamayacak- bomboş aralıklarla birbirinden ayrılmış kesintili harekatlardan oluşuyor: Polonya seferi, Norveç harekatı, Fransa’nın işgali, Rusya ve Tunus harekatları, İstila. Bu ritmde, coğrafı olarak ulaşılabilecek düşman bulunmadığı anların mutlak kıpırtısızlığı ile apansız eylemler arasındaki bu gidiş gelişte, askeri araçların kendilerini anımsatan bir mekaniklik var. Savaşın Liberalizm-öncesi biçimini hortlatan da bu olmalı. Ama bu mekanik ritm, insanın savaşla ilişkisini de bütünüyle belirliyor sadece bireysel bedenin gücüyle makinelerin enerjisi arasında çarpıcı bir oransızlık yaratarak değil, deneyimin en gizli hücrelerine de sızarak. Daha bundan bir önceki çatışmada bile, bedenin mekanik savaş teknikleriyle uyumsuzluğu, gerçek deneyimi imkansızlaştırmıştı. Bu savaşı hiç kimse Topçu Generali Napolyon’un bir muharebesini anlatır gibi anlatamıyordu, anlatmasına imkan yoktu. Barış ilanı ile savaş anılarının yazılışı arasında uzun bir süre bulunması da rastlansal değildir: Anıların canlandırılması ve belleğin kurulmasının ne kadar sancılı bir süreç olduğunu gösterir. Ve yazarların yaşadığı dehşet ne kadar tüyler ürpertici olursa olsun, bütün kitaplarda bir yetersizlik, güçsüzlük, hatta sahtelik duygusu karışmıştır bu anımsamaya. Ama İkinci Savaş büsbütün kopuktur deneyimden, tıpkı bir makinenin işleyişinin insan gövdesinin hareketlerinden uzak oluşu gibi (ancak patolojik durumlarda makineyi andırmaya başlar bu hareketler). Süreklilikten, tarihten, bir “epik” öğeden yoksundur bu savaş, her evresinde sıfırdan başlar gibidir: Bellekte bilinçsizce korunmuş, kalıcı bir anı da bırakmayacaktır. Heryerde, her patlamayla, uyarım engelini delip geçmiştir; oysa deneyim, sağaltıcı unutuşla sağaltıcı anımsama arasındaki süre, bu engelle korunan bir alanda oluşur. Kıpırtısız, bomboş aralıklarla kesilen, zaman dışı bir sarsılmalar dizisine dönüşmüştür yaşam. Ama gelecek için belki de asıl ürkütücü olan, yakında bütün bunların üzerinde düşünülebilecek şeyler olmaktan çıkacağıdır; çünkü cepheden dönen savaşçıların yaşadığı her travma, içsel olarak özümlenmemiş her sarsılma, geleceğin yıkımlarının da mayasıdır. Karl Kraus haklı olarak İnsanlığın Son Günleri adını vermişti yazdığı oyuna. Şimdi oynanan oyunun başlığıysa “Kıyametten Sonra” olmalı.

Savaşın enformasyonla, propagandayla ve medya yorumlarıyla görünmez kılınması, ilk tankların üzerindeki kameramanlar ve kahramanca ölen gazeteciler, kamuoyunu çekip çevirmeye yönelik aydınlatma tekniklerinin hercümerci ve bütün o aldırışsız, unutkan hareketlilik: Deneyimin, insanlarla yazgıları arasındaki boşluktan başka bir şey olmayan deneyimin -ki insanların gerçek yazgıları da bu boşluğun içinde şekillenir- kuruyup büzüşmesinin bir başka ifadesidir bunların hepsi. Olayların şeyleşmiş, katılaşmış, alçıdan kalıpları, olayların yerini almıştır sanki. İnsanlar, seyircisi olmayan çünkü herkesin küçük bir rolle de olsa ekrana çıktığı bir belgesel canavar filminin fıgüranlarına indirgenmektedir. O herkesin tepkisini çeken “sahte savaş” deyiminin altında yatan da budur. Deyimin kaynağında, yaşanan dehşetle ilgili söylentileri “propagandadan ibaret” sayan -ve böylece vahşetlerini daha da pervasızca sürdürebileceğini düşünenFaşist aldırmazlığın yattığı doğrudur elbet. Ama bütün Faşist eğilimler gibi bunun köklerinde de gerçeğin bazı öğeleri vardır; ve bu gerçekler de ancak Faşist tavrın onları habisçe sezdirmesiyle kendilerini gösterebilmektedir. Savaş gerçekten sahtedir, ama bütün dehşetlerden daha tüyler ürpertici bir sahteliktir bu ve onunla eğlenenler de yıkıma asıl katkıyı yapanlardır.

Hegel’in tarih felsefesi bu çağı içerebilmiş olsaydı, Hitler’in robotbombaları da, dünya-tininin kendini simgeler aracılığıyla doğrudan doğruya açığa çıkardığı o seçilmiş ampirik olgulardan biri olarak, İskender’in erken ölümünün ve benzeri imgelerin yanında yerini alırdı. Faşizmin kendisi gibi robotlar da öznesiz çalışıyorlar. Tıpkı onun gibi robotlar da müthiş bir teknik kusursuzluğu mutlak körlükle birleştiriyorlar. Ve yine Faşizm gibi onlar da ölümcül bir korku yaratıyorlar ve tamamiyle etkisizler. “Dünya tinini gördüm”, ama at üzerınde değildi, kanatlanmıştı ve başsızdı – ki bu da aynı anda Hegel’in tarih felsefesini çürütür.

Bu savaştan sonra yaşamın “normal seyrini” sürdüreceğini, hatta kültürün “yeniden kurulabileceğini” -sanki kültürün yeniden kurulması daha en baştan onun yadsınması değilmiş gibi-öne süren bütün düşünceler ahmakçadır. Milyonlarca Yahudi katledildi; ve bu da felaketin kendisi değil, sadece bir perdesi. Daha neyi bekliyor bu kültür? Sayısız insanın hala bekleyecek zamanı olsa bile, Avrupa’da yaşananların hiçbir sonucu olmayacağını düşünmek mümkün müdür? Sırf kurbanların niceliğinin bile toplumun yeni bir niteliğine –barbarlığa- dönüşmeyeceğini nereden biliyoruz? Darbeyi karşı-darbe izledikçe felaket de sürer gider. Katledilenlerin öcünün alındığını düşünmek bile yeter bunu görmek için. Karşı taraftan da aynı sayıda insan öldürüldüğünde dehşet de kurumsallaşacak ve en eski çağlardan beri uzak dağlık bölgelere hapsolmuş olan kapitalizm-öncesi kan davaları daha geniş bir ölçekte yeniden ortaya çıkacaktır – ve artık koca koca uluslardır bu davaların öznesiz özneleri. Ama ölülerin öcünün alınmaması ve yapılanların bağışlanması halinde de Faşizmin zaferi yanına kar kalacak ve bu kadar kolay olduğu görüldükten sonra başka yerlerde sürdürülmesi zor olmayacaktır. Tarihin mantığı, ön plana çıkardığı insanlar kadar yıkıcıdır: Aldığı hız onu nereye sürüklerse geçmiş belaların bir eşini orada üretir. Normallik ölümdür.

Yenik Almanya’ya ne yapılacağı sorusuna yanıt olarak ancak iki şey söyleyebilirim. Bir: Cellat olmayı ya da cellatlara meşruluk sağlamayı hiçbir zaman hiçbir koşulda kabul edemem. İki: Geçmiş kötülüklerin öcünü almaya girişen adama engel olmak -özellikle yasal cihazı kullanarak engel olmak- istemem. Tümüyle yetersiz ve çelişik bir yanıt, ilkeyi de uygulanışını da gülünçleştiren. Ama belki de kabahat yalnız bende değil, sorunun kendisindedir.

Sinemada haftalık dünya haberleri: Mariana adalarının işgali, Guam da dahil. Verdiği izlenim, savaşa değil inşaat mühendisliğine ve sonsuz bir ciddiyet ve yoğunlaşmayla üstlenilen bir yol-hafriyat çalışmasına ilişkin. Birde buharlı dezenfeksiyona, yerküre ölçeğinde başlatılmış bir böcek öldürme operasyonuna. Operasyon sürdürülecektir, toprakta hiç ot bitmeyene kadar. Düşman burada hasta ve ceset rolünde. Tıpkı Faşist devletteki Yahudiler gibi o da sadece teknik ve idari işlemlerin nesnesi olarak hesaba katılıyor şimdi; ve savunmaya geçecek olduğunda kendi davranışları da hemen aynı özelliği kazanıyor. Şeytanın oyunlarını anımsatan birşey var bütün bunlarda: Eski tarz savaşlara göre çok daha büyük inisiyatif gerektiriyor bu tür operasyonlar: Öznesizlik haline ulaşmak için öznenin bütün enerjisini kullanması gerekiyor. Mükemmelleşmiş insansızlık, Edward Grey’in pek insanca düşünün gerçekleşmesidir: Nefretsiz savaş.

Güz 1944 |Minima Moralia, Theodor. W. Adorno

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments