Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeFelsefe (Genel)Gençliği Yoldan Çıkarmaya Yönelik Bir Çağrı - Gerçek Yaşam | Alain Badiou

Gençliği Yoldan Çıkarmaya Yönelik Bir Çağrı – Gerçek Yaşam | Alain Badiou

Hayatın tehlikelerini bilen, gençlere böyle bir dünya bırakırken kendileri­ni korumalarını ve sakin kalmalarını öğütleyen yaşlı biri olarak bilgelik dersleri vermeye mi geldim?

Umarım durumun bunun tersi olduğunu göreceksinizdir. Gençlere hayatın sunabilecekleri konu­sunda, dünyayı kesinlikle değiştirme zorunluluğu­nun gerekçeleri konusunda hitap etmeye geldiğim ve bu gerekçelerin de, bizzat bu nedenle risk almayı gerektirdiğini söylemek istediğim umarım görülür.

Fakat oldukça uzak bir geçmişten, felsefeyle ilgili pek bilinen bir olgudan yola çıkarak söze başlayaca­ğım: Bütün filozofların babası olan Sokrates “gençleri yoldan çıkarma” temel suçlamasıyla ölüme mahkûm edildi. Felsefenin bilinen ilk alımlanışı çok ciddi bir suçlama biçimindedir: Felsefe gençleri doğru yoldan saptırır. Dolayısıyla, bu bakış açısını benimsersem, basitçe şunu söyleyebilirim: Benim amacım gençleri yoldan çıkarmaktır.

Fakat, gençleri yoldan çıkarma temel suçlamasıy­la Sokrates’i mahkûm etmiş yargıçların zihniyetini de dahil ederek soruyorum, “yoldan çıkarma” ne de­mektir? Bu, parayla ilişkili bir anlamda “yoldan çı­karma” olamaz. Bugün gazetelerin söz ettiği anlamda bir “skandal,” örneğin herhangi bir devlet kurumundaki konumlarını kullanarak zenginleşen insanlar da kastedilmiyordur. Yargıçların Sokrates’i suçladıkları şey elbette bu değildir. Tam tersine, Sokrates’in ra­kiplerine -ki bunlara sofist deniyordu- yönelik eleş­tirilerinden birinin tam da para almaları olduğunu hatırlayalım. O, deyim yerindeyse, gençliği verdiği devrimci derslerle karşılıksız olarak doğru yoldan saptırırken, sofistler verdikleri dersler karşılığında -ki bunlar oportünizm dersleriydi- yüklü paralar alıyorlardı. Demek ki “gençliği yoldan çıkarmak” Sokrates’in anladığı anlamda elbette bir para mese­lesi değildi.

Ahlaki bir yozlaşma, yoldan çıkarma da sözkonu- su değildi; gazetelerde sözü edilen türden cinsellikle az çok ilgili olaylar hiç değildi. Tersine, Sokrates’te, Sokrates’in bakış açısını aktaran -yoksa uyduruyor muydu?- Platon’da özellikle yüce bir aşk anlayışı gö­rülebilir; aşkı cinsellikten ayırmasa da, bir tür öznel yükseliş adına ondan adım adım koparan bir anla­yıştır bu. Kuşkusuz ki bu yükseliş ancak güzel be­denlerle temas içinde mümkün olabilir, hatta böyle olmalıdır. Fakat bu temas sadece cinsel tahrike in­dirgenemez, çünkü Sokrates’in Güzel ideası diye ad­landırdığı şeye erişmenin maddi dayanak noktası bu temastır. Dolayısıyla aşk, sonuçta, sadece cinsellikten değil, düşünceye tabi cinsellikli aşk diye adlandırıla­bilecek şeyden doğan yeni bir düşüncenin yaratıl­masıdır. Düşünceye tabi bu aşk, entelektüel ve tinsel benlik inşasının bir bileşenidir.

Sonuç olarak, bir filozofun gençliği yoldan çıkar­ması ne bir para ne de haz meselesidir. Peki, iktidar yoluyla mı doğru yoldan saptırır? Cinsellik, para ve iktidar bir tür üçlemedir; yozlaşmanın, doğru yol­dan sapmanın üçlemesi. Sokrates’in gençliği doğru yoldan saptırdığını söylemek, iktidar elde etmek için sözün ayartıcılığını kullandığını söylemek olur. Filo­zof güç ve otorite elde etme amacıyla gençleri kullan­mış demektir. Gençler onun ihtirasına hizmet etmiş olurlar. Bu bakış açısıyla, gençlerin bu varsayımsal doğru yoldan saptırılması, Nietzsche’yle birlikte güç istenci diye adlandırılabilecek olan şeye gençlerin naifliği dahil etmek anlamına gelecektir.

Fakat bir kez daha söylüyorum: Tam tersi! Özel­likle Sokrates, Platon’un bakış açısıyla, iktidarın yoz­laştırıcı karakterini açık ve net bir şekilde teşhir eder. Yozlaştıran, doğru yoldan saptıran iktidardır, felsefe değil. Platon’da zorbalığın, iktidar arzusunun şiddetli bir eleştirisi sözkonusudur ki buna eklenecek hiçbir şey yoktur, bir anlamda bu konudaki son sözü söyle­miştir. Hatta tersi yönde bir kanaat vardır: Filozofun siyasete katkısı hiç de güç istenci değil, çıkarsızlıktır.

Gördüğünüz gibi, ihtirasa, iktidar yarışına tama­men yabancı bir felsefe anlayışına varıyoruz.

Bu konuda Platon’un Devlet’inin bir bölümünü, kendi yaptığım biraz özel tercümeyle aktarmak isti­yorum. Arzu ederseniz bu kitabın cep baskısını bula­bilirsiniz. Kapakta şu ibareler mevcut: “Alain Badiou” (yazarın adı bu) ve altında “Platon’un Cumhuriyet’i” (bu da kitabın adı). Dolayısıyla kitabı kimin yazdı­ğı anlaşılmıyor. Platon mu? Badiou mu? Hiçbir şey yazmadığı söylenen Sokrates olmasın? Bunun kibirli bir başlık olduğunu kabul ediyorum. Fakat ortaya çı­kan sonuç belki de Platon’un metninin aslına uygun bir tercümesindense bugünün gençleri için daha ra­hat anlaşılır, daha canlı bir kitaptır.

Size okuyacağım bölüm, Platon’un kendine şu soruyu sorduğu yerdir: İktidar ile felsefe arasındaki, siyasal iktidar ile felsefe arasındaki ilişki tam olarak nedir? Dolayısıyla, siyasette çıkar gözetmemeye at­fettiği önemi burada değerlendirebiliriz.

Sokrates iki muhatabına hitap etmektedir. Bunlar iki gençtir. Bu nedenle, konumuzdan uzaklaşmış ol­muyoruz. Platon’un özgün versiyonunda bunlar iki oğlan çocuğudur: Glaucon ve Adeimantus. Benim daha modern versiyonumda ise, bunlar bir oğlan çocuğu -Glauque- ile bir kız çocuğudur -Amantha. Günümüzde gençlerden ya da gençlere konuşuyor­sanız oğlan çocuklarıyla aynı sıfatla genç kızları da hesaba katmak yapılabilecek en sıradan şeydir. İşte, diyalog:

Sokrates – Eğer iktidardan pay alma sırası gelmiş insanlara bu iktidarın onlara önerdiğinden çok daha yüksek bir yaşam sunabilirsek, bu durumda, gerçek bir siyasal topluluk imkânı bulmuşuz demektir; çün­kü böylece zenginliğin parayla değil, mutluluk için gerekenlerle ölçüldüğü kişiler iktidara gelmiş olur: Yüce fikirlerle dolu gerçek yaşamdır bu. Buna karşı­lık, kişisel çıkar sağlamaya tutkuyla susamış insanlar, özel mülkiyetin varlığını ve genişlemesini iktidarın her zaman teşvik etmesi gerektiğine ikna olmuş in­sanlar kamusal işleri elde etmeye koşarsa, hiçbir ger­çek siyasal topluluk mümkün olamaz. Bu insanlar ik­tidar için birbirleriyle amansızca dövüşürler ve özel tutkularla kamusal gücün iç içe geçtiği bu türden bir savaş sadece en yüksek mevkilere talip olanları değil, bütün ülkeyi de yok eder.

Glauque – Bu ne iğrenç bir manzara!

Sokrates – Fakat, söyle bana, iktidar ve devlet kar­şısında küçümseme esinleyen bir yaşam biliyor mu­sun?

Amantha – Elbette! Gerçek filozofun yaşamı, Sokrates’in yaşamı!

Sokrates [hoşnut] – Hiçbir şeyi abartmayalım. İk­tidar âşıklarının iktidara gelmemesi gerektiğini veri kabul edelim; çünkü eğer iktidara gelirlerse, iktidar talipleri arasındaki savaştan başka bir şey olmaz. İşte bu yüzden, filozof olarak adlandırmakta tereddüt et­meyeceğim bu geniş insan kitlesinin, sırayla, siyasal topluluğu korumaya kendini adaması şarttır: Kendi­ni düşünmeyen bu insanlar, kamu hizmetinin ne ol­duğunun içgüdüsel olarak farkında olmanın yanısı- ra, yönetimsel görevlerde bulunmanın getireceğinin dışında başka şeref ve onur kaynakları olduğunu ve yöneticilerin yaşamına kıyasla gayet tercih edilebile­cek başka bir yaşam olduğunu bilirler.

Amantha [mırıldanarak] – Gerçek yaşam…

Sokrates – Gerçek yaşam. Var olmadığı asla söy­lenemez. Daha doğrusu, bütünüyle var olmadığı asla söylenemez.

İşte, böyle! Felsefenin konusu gerçek yaşamdır. Peki, gerçek yaşam nedir? Filozofun biricik sorusu budur. Dolayısıyla, gençliği yoldan çıkarmak diye bir şey sözkonusuysa, bu asla paranın, hazzm ya da iktidarın hatırına değildir, gençliğe bütün bunlardan daha üstün, daha iyi bir şeylerin var olduğunu gös­termek içindir: Gerçek yaşam. Zahmete değen bir şey, yaşama çabasına değen ve parayı, hazları, iktida­rı çok çok gerilerde bırakan bir şey.

“Gerçek yaşam”ın Rimbaud’nun bir deyişi oldu­ğunu hatırlayalım. İşte, gerçek bir gençlik şairi: Rim- baud. Hayatının baharındaki tüm deneyimini şiire dönüştüren biri o. Bir umutsuzluk anında, iç burku­cu bir ifadeyle, “gerçek yaşam yok” diye yazan biri.

Felsefenin bize öğrettiği, en azından öğretmeye çalıştığı şey, gerçek yaşamın her zaman mevcut ol­masa da, asla tamamen namevcut da olmadığıdır. Felsefenin göstermek istediği şey, gerçek yaşamın belli ölçülerde mevcut olduğudur. Sahte bir yaşamın, talan edilmiş bir yaşamın, iktidar ve para için aman­sız bir mücadele olarak yaşanan bir yaşamın, elden gelen her yola başvurarak sadece dolaysız itkilerin tatminine indirgenen bir yaşamın varlığını göster­meye çalışması anlamında gençliği yoldan çıkarmak­tadır, yozlaştırmaktadır.

Esasen, der Sokrates -şimdilik sadece onun söy­lediklerini izliyorum- gerçek yaşamı fethetmek için, önyargılara, basmakalıp düşüncelere, kör itaate, keyfi gelenek göreneklere ve sınırsız rekabete karşı mücadele etmek gerekir. Aslında, gençliği yoldan çıkarmak tek bir anlama gelir: Gençlerin önceden saptanmış yollara girmemesini, sitenin gelenek göre­neklerine itaate mahkûm olmamasını, yeni bir şeyler yaratabilmesini, gerçek yaşama dair farklı bir yöne­lim önermesini sağlamaya çabalamak.

Sonuç itibarıyla, gerçek yaşam yöneliminin çıkış noktasının, Sokrates’in gençliğin iki iç düşmanı ol­duğu şeklindeki görüşü olduğu kanısındayım. Genç­liğin gerçek yaşamdan uzaklaşmasına, gerçek yaşam olasılığını kendi içinde bulamamasına yol açan teh­dit bu iç düşmanlardır.

Bu düşmanların ilki, anlık yaşama, oyuna, hazza, âna, bir müzik parçasına, geçici bir aşk serüvenine, bir cigaralığa, aptalca bir oyuna duyulan tutku diye adlandırılabilecek olan şeydir. Bütün bunlar vardır elbet; Sokrates bunları inkâr etme iddiasında değil­dir. Fakat bütün bunlar üst üste yığıldığında, iyice abartıldığında, bu tutku günübirlik bir yaşam halini aldığında, anlık zamana bağlı bir yaşama dönüştü­ğünde, istikbalin görünmez olduğu ya da şu veya bu ölçüde karanlık olduğu bir yaşam halini aldığında, o zaman, bir tür nihilizmle karşılaşırsınız, hiçbir birle­şik anlamı olmayan bir yaşam tarzıyla karşılaşırsınız.

Anlamlandırılamayan bir yaşamdır bu; dolayısıyla, gerçek bir yaşam gibi yaşanamaz. Bu durumda “ya­şam” diye adlandırılan şey, az çok iyi, az çok kötü an­lara bölünmüş bir zamandır ve sonuçta, aşağı yuka­rı iyi kabul edilebilir olası en fazla âna sahip olmak; işte, hayattan beklenebilecek tek şey budur.

Sonuç olarak, bu anlayış bizzat yaşam fikrini par­çalar, dağıtır ve bu nedenle, bu yaşam anlayışı aynı zamanda bir ölüm anlayışıdır. Bu, Platon’un gayet açık seçik ortaya koyduğu derin bir fikirdir: Yaşam bu şekilde anlık zamana tabi olduğunda parçalanır, darmadağın olur, tanınamaz hale gelir, artık sağlam bir anlama bağlı değildir. Platon’un birçok açıdan öncelediği Freudyen dili ve psikanalizin dilini kulla­nırsak, bunun, yaşam dürtüsünün içinde ölüm dürtü­sünün de gizlice barındığı bir anlayış olduğu söylene­bilir. Bilinçdışı düzeyde, ölüm yaşamın altını oyarak, potansiyel anlamlarından yoksun bırakarak onu ele geçirir. Gençliğin iç düşmanlarının ilki budur, çünkü gençlik kaçınılmaz olarak bu tecrübeden geçer. Genç­lik ânın ölümcül gücünün bu şiddetli tecrübesini ya­şamak zorundadır. Felsefenin hedefi içsel ölümün bu canlı tecrübesini inkâr etmek değil, aşmaktır.

Diğer yandan, bir genç için ikinci içsel tehdit görünüşte bunun tersidir: Başarı tutkusu, zengin, güçlü, ayakları yere sağlam basan biri haline gelme fikri. Yani anlık yaşamda kendini tüketip bitirme değil, tersine, mevcut toplumsal düzende iyi bir yer edinme fikri. Bu durumda, yaşam, sağlam bir yere sahip olmak için uygulanacak taktiklerin, kurnaz­lıkların toplamı halini alır; bunun bedeli ise başarılı olmak amacıyla mevcut düzene başkalarından daha iyi itaat etmektir. Bu, hazzın anlık ödüllerine dayalı bir düzen değil, gayet sağlam yapılandırılmış, etkili bir proje düzenidir. Daha anaokulundan itibaren iyi eğitim almaya başlarsınız ve titizlikle seçilmiş en iyi okullarda yolunuza devam edersiniz. Özellikle Henri IV’te ya da tesadüfler sonucu benim de öğrenimimi tamamladığım Louis-le-Grand’da okunur ve müm­künse de aynı yolda devam edilir: Önemli okullar, yönetim kurulları, yüksek fınans, güçlü iletişim araç­ları, bakanlıklar, ticaret odaları, borsada milyarlarla değer biçilen yüksek teknolojili genç işletmeler…

Aslında, insan gençken, genellikle açıkça farkında olmasa da, kimi zaman birbirine karışan ve çelişen olası iki yaşam yöneliminin tuzağına düşer. Bu iki eğilimi şöyle özetleyebilirim: Kendi hayatını mahvet­me tutkusu ile inşa etme tutkusu. Hayatını mahvet­menin nihilist an kültü olduğu söylenebilir. Bunun ifadesi, saf isyan, başkaldırı, itaatsizlik, ayaklanma, kamusal alanların birkaç haftalığına işgali gibi par­lak ve kısa yeni kolektif yaşam biçimleri rahatlıkla olabilir. Fakat gördüğümüz, bildiğimiz gibi bütün bunların kalıcı etkisi yoktur, bir yapıdan ve zamana örgütlü hakimiyetten yoksundurlar. Nofuture sloga­nıyla yürünür. Tersine, eğer kişi yaşamını gelecekte gerçekleştireceği şeye, başarıya, paraya, toplumsal mevkiye, kârlı bir mesleğe, aile huzuruna, güney denizlerindeki adalarda tatillere yöneltirse, bunun sonucu, mevcut iktidar yapısını koruma kültü olur, çünkü kişi yaşamını bu yapının içine olası en iyi ko­numa yerleştirmiştir.

Bunlar, genç olmanın, kendi yaşamına başlıyor, dolayısıyla onu yönlendiriyor olmanın basit olgusu içinde her zaman mevcut iki potansiyeldir. Mahvet­mek ya da inşa etmek. Ya da ikisi birden. Fakat ikisini birden gerçekleştirmek kolay değildir; ateş yakmaya benzer, ateş yakarken parlak ışık saçar, ateş parıldar, yaşamın anlarını ısıtır ve aydınlatır. Bununla birlik­te, yakmak inşadan ziyade imha eder.

Bu iki zıt tutkunun varlığından dolayı gençlik hakkında bunca zıt yargı sadece günümüzde değil uzun süreden beri mevcuttur. Gençliğin muhteşem bir dönem olduğu fikri ile gençliğin hayatın korkunç bir dönemi olduğu fikri arasında geniş bir çelişik yargılar yelpazesi vardır.

Bu iki yorum edebiyatta da her daim var olmuş­tur. Hangi tarihsel dönemde olunursa olunsun, gençliğe özgü bir şey hep vardır ve bu iki temel tut­kuyla birlikte, sanırım bu biriciklik de tutkuların bu çatışmasıdır: Kendi yoğunluğu içinde yanıp tükenen bir yaşam arzusu ile sitede hali vakti yerinde bir eve sahip olabilmek için taş üstüne taş koyarak inşa edi­lecek bir yaşam.

İzin verirseniz bu yargılardan bazılarını size akta­rayım. Örneğin, Hugo’nun Yüzyılların Efsanesi nde- ki ünlü “Uyuyan Booz” şiirinden iki dizeyi alalım:

Muzaffer sabahları vardır gençliğimizin

Bir zafer gibi sıyrılıp çıkar gündüz geceden.

Aşk sabahlarını, şehvet zaferinin tadıldığı sabah­ları hem ölçülü hem de güçlü bir şekilde anıştırarak, gençlik bir zaferdir, der Hugo.

Şimdi de Paul Nizan’ın Aden Arabistan adlı kita­bının başlangıcını aktaralım:

Yirmi yaşındaydım. Bunun yaşamın en güzel çağı olduğunu kimsenin söylemesine izin vermem.

Gençlik -der bize Nizan- kesinlikle yaşamın en iyi kısmı değildir. O halde, gençlik bir zafer midir, yaşamın bir zaferi midir, yoksa çelişik bir dönem, bir kafa karışıklığı dönemi olduğundan, belirsiz, daha ziyade dayanması güç bir dönem midir?

Bu çelişki birçok yazarda, özellikle şairlerde bütün gücüyle karşımıza çıkar. Örneğin belki de Rimbaud’nun bütün eserlerinin ana teması budur. Rimbaud ilginçtir, çünkü, tekrar söylüyorum, büyük bir gençlik şairidir o. Şiirde cisim bulmuş gençliktir. İmdi, Rimbaud iki yargıyı da destekler, iki şeyi aynı anda söyler: Gençlik olağanüstü bir figürdür; gençlik kesinlikle geçmişte bırakılması gereken bir figürdür. Cehennemde Bir Mevsim denen otobiyografik nesir şiirin taban tabana zıt iki ânını karşılaştıralım.

Şiirin başında, daha ilk cümlesinde karşımıza şu çıkar:

Vaktiyle, eğer yanlış hatırlamıyorsam, bir şölendi yaşamım; bütün kalplerin açıldığı, bütün şarapların aktığı.

Bu “vaktiyle”, yirmi yaşındaki Rimbaud’nun gö­züyle on yedi yaşındaki Rimbaud’ya atıfta bulun­maktadır. Dolayısıyla bu, son sürat tüketilmiş, fakat kendi başlangıcını şenlik, aşk ve sarhoşluk dönemi olarak gören bir yaşamdır.

Daha ileride, metnin sonuna doğru, uçup gitmiş güzel günleri güçlükle hatırlayan bir yaşlı gibi yine şöyle diyecektir:

Vaktiyle, bir gençlik yaşamadım mı, öyle altın sayfalara yazılacak, sevilmeye değer, yiğit, masalsı?*

Fakat bu iç burkan pişmanlığın Rimbaud’su, he­nüz yirmisinde olan bu nostaljik ihtiyar, çoktan baş­ka bir tutkuya kapılmıştır: Aklı başında bir yaşam inşasıdır bu. Aşağıda yazdıkları, dürtülerin ölümcül gücünden, kişinin kendisiyle narsistik ilişkisinden, ahlaksızlıkta sebattan vazgeçiş gibidir:

Ben! Ben ki her türlü ahlaktan muaf, müneccim ya da melek olduğumu söylerdim, toprağa ayak bas­tım, arayacağım bir görev, kucaklayacağım kaba bir gerçeklik var.

En sonda ise, bu motif, bizzat şiirden vazgeçmeye bağlı olarak yeniden karşımıza çıkıyor:

Neşideler bitti artık: Geri dönmek yok atılan adımdan. Katı gece! Yüzümde tütüyor kurumuş kan,

Bu dize özdemir înce çevirisinden alıntılanmıştır: Ben Bir Başka­sıdır, Kırmızı Yayınları, s. 119, 2008, İstanbul.

hiçbir şey yok ardımda, şu korkunç ağaççıktan gay­rı!.. Ruhsal kavga da insanlarınki kadar hoyrat; ama adalet kuruntusu sadece Tanrı’nm keyfîdir.

Yine de uyanış bu. İçimize dolan gücü ve gerçek sevecenliği kabullenelim bütünüyle. Ve şafak vaktin­de, ateşli bir sabırla silahlanmış, gireceğiz görkemli şehirlere.

Görüyorsunuz: Başlangıçta, yaşamı yakıp kül etme tutkusu, sabırsız kahramanlık, şiir ve şölen. Sonda ise, neşideler bitti artık, yani: Şiir yok! Sağlam temellerle inşa edilmiş yaşamın ve görevin kaba zo­runluluğundan yana inanç değişikliği yaşanır. Çılgın gençliğe hakim olanın tersine, gereken şey artık sa­bırdır, ateşli sabır. Yalnızca üç yıl içinde Rimbaud gençliğin olası iki yönelimini baştan sona kat etmiş­tir: Ânm ve hazzın mutlak egemenliği ya da başarı görevinin kaba sabrı. Gezgin bir şairken sömürgeler­de silah kaçakçısı olur.

Şimdi, doğrusu, gençlere olduğu kadar kendime de sorduğum soruya geliyorum. Günümüzde gençli­ğin değerini hangi terazide tartabiliriz? En karşıt yar­gıların bile dile getirildiğini bildiğimize göre, bugün ne söyleyebiliriz? Bütün bir gençliği oluşturan çeliş­kinin iki teriminin tartılmasından elimizde ne sonuç kalır? Terazi ne tarafa eğilim gösterir?

Günümüz gençliğini nitelediği söylenebilecek ve onu önceki kuşaklardan farklı kılan olumlu özellik­ler vardır. Gerçekten de, gençlerin günümüzde kendi yaşamlarını yakıp yok etmek için olduğu kadar inşa etmek için de geçmiştekinden daha büyük bir ma­nevra alanına sahip oldukları birçok gerekçeyle ileri sürülebilir. Basitçe ifade edersek, gençliğin en genel özelliğinin, en azından bizim dünyamızda, Batı denen dünyada, daha özgür olmak olduğu söylenebilir.

Öncelikle bu gençlik sert bir inisiyasyona tabi değildir. Gençlikten yetişkinliğe geçişi belirtmekte genellikle sert olan törensel kurallar artık dayatılma- maktadır. Bu tür inisiyasyon yüzyıllar boyunca var oldu ve insanlık tarihinde çok önemli bir yer işgal etti. İnsan denen memelinin, bu tüysüz iki ayaklının on binlerce yıllık yaşamında, özellikle de gençlikten yetişkin dünyasına geçişte inisiyasyon törenleri, top­lumsal olarak örgütlenen bu özel geçişler hep vardı. Bunlar bedeni damgalamaktan maddi manevi kor­kunç sınamalara ya da önce yasak olup da sonra izin verilen faaliyetlere dek uzandı. Bütün bunlar “genç”in “henüz inisiye olmamış” biri olduğu anlamına geli­yordu. Kısıtlayıcı, olumsuz bir gençlik tanımı vardı. “Genç olmak”, özellikle “henüz yetişkin olmamak”tı.

Sanıyorum bu zihniyet, bu sembolik gelenekler yakın zamana kadar sürdü. Benim yaşım ileri de olsa, insan denen hayvanın bütün tarihsel varlığı ölçeğinde bunun neredeyse bir hiç olduğunu bir an kabul edelim. Dolayısıyla, gençliğimin çok da uzak bir dönem olmadığı söylenebilir. Benim gençliğim­de, askerlik hizmetinde simgelenen bir erkek inisi- yasyonunun varlığı kesinlikle aşikârdır. Kadınla­rın inisiyasyonu da evlilikti. Genç erkek askerliğini yaptığında, genç kız da evlendiğinde yetişkin kabul ediliyordu. Günümüzde inisiyasyonun bu son iki ka­lıntısı büyükanne ve büyükbabaların anılarında kal­mıştır. Dolayısıyla gençliğin inisiyasyon sorunundan kurtulduğu söylenebilir.

Vurgulayacağım ikinci özellik, yaşlılığa verilen değerin de azalması, hem de son derece azalmasıdır. Geleneksel toplumda yaşlılar her zaman efendi ko­numundadır; yaşlı oldukları için değer görürler; do­ğal olarak bu durum gençlerin aleyhinedir. Bilgelik de deneyim uzunluğuyla, ileri yaş ve yaşlılıkla birlik­te anılır. Yaşlılığa verilen bu değer günümüzde yok olurken yerini zıddına bırakmıştır: Gençlik değer kazanmıştır. Benim “gençlikçilik” diye adlandırdı­ğım şey budur. Gençlikçilik, bilge yaşlılar şeklindeki eski kültün bir anlamda tersine dönmesidir. Bunu te­orik, daha doğrusu ideolojik düzlemde söylüyorum, çünkü iktidar hâlâ geniş ölçüde yetişkinlerin, hatta yaşlıların ellerinde yoğunlaşmıştır. Fakat bir ideoloji olan, ticari reklam konusu olan gençlikçilik, genç­leri model alan topluma nüfuz etmiştir. Platon’un demokratik toplumlar konusunda öngördüğü gibi, gençlerin yetişkin olmaya özlem duymasındansa, yaşlıların ne pahasına olursa olsun genç kalmak is­tedikleri izlenimi içindeyiz. Gençlikçilik, yaşlılığın bilgeliğini bir üstünlük olarak görüp üstlenmek ye­rine, başta bedensel gençlik olmak üzere, gençliğe mümkün olduğunca yapışıp kalma eğilimidir. Bu yüzden, “formda kalmak” yaşlılığın buyruğudur. Sürekli jogging ve tenis, fıtness, estetik cerrahi; her şey olur. Genç olmak ve genç kalmak gerekir. Spor kıyafetler içindeki yaşlılar bir yandan tansiyonlarını ölçerek ormanda koşuyorlar. Ama yine de yaşlanan kişi için, ormanda gayet iyi koşmuş olsa bile yaşlanıp ölecek kişi için, yani, sonuçta, herkes için ciddi bir sorun vardır. Ama bu başka bir konudur.

Keza, en azından görünüşte, gençler arasında­ki farklılaşmanın, kelimelerden korkmayarak ifade edelim, sınıf farkının daha az olması da muhtemel­dir. Bunu görmek için çok geriye gitmeye gerek yok. Benim gençliğimde, düşünün ki, belli bir yaş gru­bundaki gençlerin yaklaşık %10’u lise mezunu olu­yordu. Şimdi ise, sadece birkaç on yıl içinde bu oran %60-70’e çıktı. Benim gençliğimde, mezun olamayan gençlerle aramızda gerçek bir eğitim uçurumu var­dı; hatta büyük çoğunluk orta öğrenim görmemişti, on bir on iki yaşlarına doğru öğrenimleri kesintiye uğruyor, ancak ilkokul diploması almış oluyorlar­dı, yani okuma yazma biliyorlardı, sayı saymayı bi­liyorlardı, dolayısıyla büyük şehirlerde kalifiye işçi olabiliyorlardı. Atalarımızın Galyalılar olduğunu biliyorlardı, dolayısıyla 1914 savaşının siperlerinde vatan için ölebiliyorlardı ya da (1954-1962 yılından söz ediyorum; yani daha dünden) Cezayir’de, Aures Dağlarında “Arap” avına çıkabiliyorlardı. Bu iki­li kader, yani işçi ve asker olmak gençlerin %90’ına yetiyordu. Diğerleri, seçkin % 10 en az yedi yıl daha eğitimine devam ediyor ve böylece toplumsal prestij basamaklarında yükseliyordu.

Benim gençliğimle hemen hemen aynı döneme denk düşen o günlerde sanki toplumun içinde iki farklı toplum var gibiydi; en azından iki farklı gençlik vardı. Uzun süre eğitim görenlerin oluşturduğu genç­lik, hiç eğitim görmeyen ve ezici bir çoğunluk oluştu­ran gençlikten farklı bir dünya meydana getiriyordu.

Günümüzde iki farklı gençlik arasındaki bu sınıf­sal uçurum, elbette daha az görünür olsa da, özellikle köken, oturulan semt, alışkanlıklar, din, hatta giyim kuşam, tüketim tarzı ve anlık yaşam anlayışı gibi ha- bitusları içeren başka biçimler altında varlığını sürdü­rüyor olabilir. Daha az belirgin, daha az şekillenmiş, daha az görünür olsa da belki daha derin bir uçurum­dur bu. Bununla birlikte, bu da başka bir konudur.

Hatırlattığım her şey dikkate alındığında, genç olmanın, gençlerle yetişkinler arasındaki inisiyasyon tarzı toplumsal hudutlara artık tabi olmadığı ve do­layısıyla gençlikle yetişkinlik arasındaki geçişin daha esnek olduğu ileri sürülebilir. Gençliğin, ritüel kural­ları ve gelenekleri, kısacası “kültürü” bakımından bi­razcık daha homojen olduğu da ileri sürülebilir. Ni­hayet, ileri yaş manevi kültünün sonsuz bir gençliğe dair maddi külte döndüğü de söylenebilir.

Sonuçta şunu belirtebiliriz: Bugün genç olmak o kadar da kötü değildir, daha ziyade bir şanstır, es­kiden böyle değildi, kısıtlayıcı bir şeydi. Günümüz gençliğinin özelliklerinin büyük ölçüde yeni bir öz­gürlüğün özellikleri olduğu ve dolayısıyla, gençlerin genç olmakla şanslı oldukları ve şanssızlığın yaşlı ol­mak olduğu söylenebilir. Rüzgâr tersine döndü.

Ama durum bu kadar basit değil.

Öncelikle, bir inisiyasyon olmaması çift anlamlı bir veridir. Bir yanda, gençleri bir tür sonsuz ergen­liğe mahkûm ederek, sözünü ettiğim tutkuları ele alıp çözümleme imkânsızlığına maruz bırakır. Buna da -tersinden aynı anlama gelmek üzere- yetişkinin çocuksulaştırılması denebilir. Genç kişi sonsuza dek genç kalabilir, çünkü özel bir hudut yoktur, bu de­mektir ki bir anlamda yetişkinlik hem sürekli hem de kısmi biçimde çocukluğun bir uzantısıdır. Ye­tişkinin bu çocuksulaştırılmasının pazarın gücüyle bağlantılı olduğu söylenebilir; çünkü yaşam, bizim toplumumuzda, belli ölçülerde, satın alma olanağı­dır. Ne satın alınacak? Oyuncaklar, elbette; kocaman oyuncaklar, hoşumuza giden ve başkalarını etkileyen şeyler. Çağdaş toplum bize bu nesneleri satın almayı, mümkün olduğunca çok satın alabilme arzusu duy­mayı emreder. Oysa bir şeyler satın alma fikri, yeni şeylerle -yeni arabalar, marka ayakkabılar, kocaman televizyonlar, güneye bakan apartman daireleri, altın kaplama akıllı telefonlar, Hırvatistan tatilleri, imitas- yon İran halıları- oynama fikri, çocukluğun, ergenlik arzularının karakteristiğidir. Bu durum yetişkinler arasında kısmen de olsa geçerli bir şey halini aldı­ğında, genç olmakla yetişkin olmak arasında artık sembolik bir engel kalmamış demektir; bu, yumuşak bir sürekliliktir. Yetişkin, kocaman oyuncaklar sa­tın alma imkânına gençlerden biraz daha fazla sahip olandır. Fark niteliksel olmaktan ziyade niceliksel­dir. Dolayısıyla, dünya pazarındaki metaların ışıltı­sı karşısında gözleri kamaşmış öznelerin satın alma yasasına genel ve çocuksu itaati ile gençlerin ergen hali arasında ortaya çıkan sonuç, gençliğin bir tür ipsiz sapsız gezginliğidir. İnisiyasyon varken gençlik sabitti, fakat şimdi akıntıya kapılmış gezgindir; ne hudut tanır, ne engel; yetişkinlikten hem ayrıdır hem de ayırt edilemez; ve bu gezgin varoluş aynı zamanda benim yönelimsizlik diye adlandırdığım şeydir.

İkinci argüman, yani yaşlılığın artık değer görme­mesi, gençlikten yana ne söylemektedir? Bu durum, gençliğin başlı başına değer kazanmasına gölge gibi eşlik eden gençlik korkusunu önemli ölçüde güçlen­dirdi. Gençlikten, özellikle işçi sınıfı gençliğinden duyulan bu korku bizim toplumlarımızda çok karak­teristiktir. Bu korkuyu dengeleyecek hiçbir karşılık yoktur. Vaktiyle gençlik korkusunun anlamı, yaşlılı­ğın, eski kuşakların aktardığı bilgeliğin gençliği ket- lemesi, ona hakim olması, ona özdeşleşmeler/kim- likler ve sınırlar dayatmasıydı. Fakat bugün çok daha kaygı verici bir şey var; gençliğin gezginliğinden kor­ku duyuluyor. Gençliğin ne olduğu ve ne olabilece­ği bilinmediği için korku duyuluyor, çünkü gençlik bizzat yetişkin dünyasının içinde olmakla birlikte aynı zamanda tamamen onun içinde de değildir, başkası olamasa da başkasıdır. Baskıcı yasalar, po­lisiye uygulamalar, anlamsız soruşturmalar ve özel­likle bu gençlik korkusuna yönelik uygulamalar had safhadadır. Bunu hesaplamak gerekir, gençler bunu hesaplamalıdır. Gençlerin hem gençliği öven hem de ondan korkan bir toplumda yaşadıkları kesindir. Bu ikisi arasındaki dengenin sonucu olarak, toplumu- muz kendi gençliğiyle olan meseleyle baş edemiyor. Daha doğrusu, büyük şehirlerimizdeki gençliğin çok geniş bir bölümüne ciddi bir sorun gözüyle bakıl­maktadır. Günümüzde olduğu gibi, toplum bu genç­lere istihdam sağlayamadığında sorunlar çok ciddi bir hal alır; çünkü bir işe sahip olmak, bir anlamda, inisiyasyonun son biçimiydi, yetişkin yaşamı bu nok­tada başlıyor gibiydi. Günümüzde bir iş bulmak bile çok geç, gecikmeli mümkün olabilmektedir. Geriye kalan, sosyal konutlarda yaşayan gezgin ve tehlikeli sınıf olan gençliktir.

Üçüncü argüman ise, yani orta sınıf gençlik ile işçi sınıfı gençliği arasındaki kültür, eğitim konusundaki mesafenin elli yıl öncesinden çok daha az olması ko­nusunda, söylediğim gibi, başka farklılıkların açıldı­ğını görmek gerekir. Köken, kimlik, kılık kıyafet, ika­met, din farklılıkları… Görünüşte birleşmiş gençliğin içinde uçurumun açıldığını söylüyorum. Önceleri, seksenli yıllara ve ötesine dek, gençlik ikiye ayrıl­mıştı; yüksek mevkilerde görev alacak olanlar ile işçi ya da köylü olarak kalması gerekenler çok erkenden ayrılıyordu. İki dünya vardı. Şimdi daha ziyade tek bir dünya görünümü vardır. Fakat bu aynı dünyanın içinde ciddi, aşılmaz farklılıklar olduğu fikri yavaş yavaş yerleşti. Öğrenci gösterileri sosyal konutlarda yaşayan gençlerin şiddetli isyanlarından tamamen ayrıldı. Eğitim düzeyinde resmi olarak inkâr edilse de, gezginlik ve güvensizlik gençliğin bölünmesini yeniden üretmektedir.

Toplumsal grubun kendi gençliğini sıkı otoriter denetim altında tuttuğu binlerce yıllık dünyayı “gele­nek toplumu” diye adlandıralım: Oğullarının -özel­likle de kızlarının- faaliyetleriyle ve ender haklarıyla ilgili her şeyi çok yakından denetleyen kodlanmış, normlara tabi kılınmış, sembolleştirilmiş bir otorite biçimi. Gençlerin sahip olduğu aşikâr yeni özgürlük­lerin, geleneksel dünyada olmadığımızı kanıtladığını kuşkusuz ileri sürebiliriz. Fakat bu geleneksel dün­yada olmamanın sorunlar getirdiği de açıktır, ki bu sorunların çoğu henüz çözülmüş değildir. Gençler için çözülmediği gibi yaşlılar için de çözülmemiştir. Gençler gezgindir ve korku salmaktadır, yaşlılar de- ğersizleşmiştir ve kurumlara kapatılmıştır, “huzur içinde” ölmekten başka kaderleri yoktur.

İzin verirseniz, size militanca bir fikir önerece­ğim. Günümüz yetişkinlerine karşı gençlerle yaşlıla­rın ittifakını oluşturacak geniş bir gösteri örgütlemek gayet doğru olur. Otuz yaş altındaki en asiler ile alt­mışın üstündeki en haşinler, tuzu kuru kırklıklara ve elliliklere karşı. Gençler gezgin ve yönelimsiz olmak­tan, olumlu yaşam işaretlerinden sonsuzca yoksun olmaktan gına geldiğini söyleyebilirler. Yetişkinlerin de sonsuza dek gençmiş gibi davranmalarının iyi bir şey olmadığını söyleyebilirler. Yaşlılar kendi değer­sizliklerinin, geleneksel yaşlı bilge imgelerinden dış­lanmalarının bedelini, hurdaya çıkarılarak, toplum­sal görünürlüklerinin tamamen yok edilerek ölümü bekleyecekleri bakımevine dönüştürülmüş yaşlı yurtlarına sürülerek ödemekten bıktıklarını söyle­yebilirler. Bu karma gösteri yepyeni ve çok önemli bir şey olur! Dünyanın her tarafına yaptığım sayısız yolculuk sırasında birçok konferansa katıldım, çeşitli konumlarda yer aldım ve dinleyici kitlesinin, benim gibi, ‘60’ların ve ‘70’lerin büyük mücadelelerinden emekli eski tüfeklerden, bu muharebelerden sağ kur­tulmuş yaşlılarından ve de karşılarındaki filozofun kendi varlıklarının yönelimiyle ve gerçek bir yaşam olasılığıyla ilgili söyleyecek bir şeyi olup olmadığını görmeye gelmiş genç bir kitleden oluştuğunu gör­düm. Dolayısıyla, dünyanın her yerinde size sözü-

nü ettiğim ittifakın taslağıyla karşılaştım. Günümüz gençliği, birdirbir oynar gibi, egemen yaş grubunun, kabaca otuz beş ile altmış beş yaş arasındakilerin üze­rinden atlayarak, yaşlı asilerin, boyun eğmeyenlerin dar çekirdeğiyle birlikte, yönelimsiz kalmış gençliğin ve eski tüfeklerin ittifakını oluşturmalıdır. Hep bir­likte gerçek yaşam yolunun açılması için baskı yapa­biliriz.

Bu görkemli gösterinin düzenlenmesini bekler­ken, gençlerin yeni bir dünyanın eşiğinde oldukları­nı, bunun binlerce yıllık geleneksel dünya olmadığını söylemeliyim. Her kuşağın yeni bir dünyanın eşiğin­de olduğu söylenemez; esasen burada hitap ettiğim gençlere özgü bir durumdur bu.

Sizler geleneğin son kalıntılarını sarsan ve yok eden bir toplumsal kriz döneminde yaşıyorsunuz. Bu yıkımın, bu inkârın olumlu yanının ne olduğu­nu gerçekten bilmiyoruz. Bunun bir tür özgürlüğe yol açtığını ise tartışmasız biçimde biliyoruz. Fakat bu özgürlük özellikle bazı yasakların, tabuların yok­luğudur. Bu, olumsuz bir özgürlüktür, tüketicidir; ürünlerin, moda ve görüşlerin sürekli değişmesine mahkûmdur. Yeni bir gerçek yaşam fikrine herhangi bir yönelim belirlemiyor. Aynı zamanda, gençler açı­sından bir başıboşluk ve korku yaratmaktadır, toplu­mun da bunun hakkından nasıl geleceği bilinmiyor, çünkü tek yapabildiği şey bunun karşısına rekabete ve maddi başarıya dayalı sahte bir yaşamı çıkartmak­tır. Yaratıcı, olumlu bir özgürlüğün ne olabileceğini belirlemek, gelmekte olan yeni dünyanın amacı ola­caktır.

Aslında hepimizin üzerinde durması gereken sorun şudur: Modernite, geleneğin terkidir. Kastlardan, soy­lulardan, babadan oğula aktarılan hükümdarlıklardan, dinsel yükümlülüklerden, gençlik inisiyasyonlarından, kadınların itaatinden, az sayıdaki kudretli ile küçüm­senen, emekçi, göçebe köylü ve işçi kitlesi arasındaki sembolik bakımdan çok güçlü, katı, biçimsel ve resmi ayrımdan oluşan yaşlı dünyanın sonudur bu. Bu kar­şı konulmaz hareketi hiçbir şey geri döndüremez. Bu hareket Batı’da kuşkusuz Rönesans’la birlikte başladı; 18. yüzyılda Aydınlanma’yla birlikte ideolojik düzeyde tahkim edildi; o zamandan bu yana üretim teknikleri­nin görülmedik atılımı ve hesaplama, dolaşım, iletişim araçlarının sürekli yetkinleşmesiyle somutlaştı; ve 19. yüzyıldan itibaren, küreselleşme yolundaki kapitalizm ile el yordamıyla ilerlemeye çalışan, müthiş yenilgiler yaşayıp inatla yeniden inşa çabalarına girişen kolek- tivist ve komünist fikir arasındaki siyasal mücadeleye maruz kaldı. Bu mücadele, gelenekten kopuş olarak gö­rülen modernitenin biçimine ve sonuçlarına yönelikti ve hâlâ da buna yöneliktir.

Belki de en çarpıcı nokta, burada özellikle üzerinde odaklandığımız nokta, geleneksel dünyadan bu kopu­şun, binlerce yıldır varlık sürdüren örgütlenme biçim­lerini üç yüzyıl gibi bir süre içinde süpürüp atan in­sanlık üzerindeki bu gerçek kasırganın öznel bir kriz yarattığıdır; bu krizin nedenlerini ve kapsamını bugün algılamaktayız ve bunun en belirgin veçhelerinden biri özellikle gençliğin bu yeni dünyada kendine bir yer bulmasının aşırı ve giderek büyüyen güçlüğüdür.

Gerçek kriz budur. Bugün herkes “kriz”den söz ediyor. Kimi zaman bunun modern fınans kapitaliz­minin krizi olduğu sanılıyor. Ama hayır! Hiç değil! Kapitalizm tüm dünyaya hızla yayılmaktadır ve onun kendine özgü gelişme tarzı krizleri ve savaşları daima içermiştir; bunlar rekabet biçimlerini yenilemek ve ga­liplerin, yani diğerlerini mahvederek mevcut serma­yenin mümkün olduğunca önemli miktarını ellerinde toparlamaya başaranların konumunu sağlamlaştır­mak için gereken ve bu ölçüde de vahşi araçlardır.

Mevcut durumu gözden geçirelim. Mao Zedung’un dediği gibi, “sürekli sayılarla düşünmeliyiz.” Günü­müzde dünya nüfusunun %10’u mevcut sermayenin %86’sını elinde bulunduruyor. Bu sermayenin de %46’sını yüzde bir elinde tutuyor. Dünya nüfusunun %50’si kesinlikle hiçbir şeye sahip değil, %0. Nere­deyse her şeye sahip olan %10’un hiçbir şeyi olma­yanlarla, hatta geri kalan cılız %14’ü paylaşanların en şanssızlarıyla bile asla bir araya gelmemeyi neden diledikleri rahatlıkla anlaşılacaktır. Diğer yandan, bu %14’ü paylaşanların büyük bölümü büyük olasılıkla pasif gücenme ile sahip oldukları şeyi vahşice koruma arzusu arasında bölünmüşlerdir; özellikle de korkunç bir “tehdit” olarak gördükleri hiçbir şeyi olmayan %50’ye yönelik sayısız baskıcı engele ırkçılığın ve mil­liyetçiliğin de yardımıyla destek vermektedirler.

Sonuçta bütün bunlar “Occupy Wall Street” ha­reketinin birleştiricilik iddiasındaki sloganının, yani “Bizler %99’uz!”un içinin gayet boş olduğunu göste­rir. Bu hareketin katılımcıları, övülmesi gereken bir iyi niyetle dolu olsalar da, çoğunlukla “orta sınıf’ ai­lelerden gelen gençlerden oluşuyordu kuşkusuz; ne gerçek yoksullar ne de gerçek zenginlerdi. Kısacası, demokrasiyi sevdiği, demokrasinin temel direği ol­duğu yönünde propaganda yapılan orta sınıf. Fakat, işin aslı, hali vakti yerinde Batı’nın bu “orta sınıf’tan insanlarla dolu olduğudur. Zengin seçkinlerin %1’i içinde olmasa da, varlıklı mülk sahiplerinin %10’u içinde olmasa da, kelimenin tam anlamıyla yoksul %50 karşısında aynı ölçüde titreyen ve kendi arala­rında paylaşmaları gereken kaynakların %14’lük mi­nicik bölümüne yapışarak küreselleşmiş kapitalizme destek veren küçük burjuvalar grubunu oluşturan orta sınıftır bunlar; ve bunların yokluğunda, “de­mokratik” vahanın hayatta kalma şansı hiç olmazdı. Sembolik olarak bile olsa “%99’lar” olmaktan uzak olan Wall Street’in cesur gençleri, mensubu olduk­ları grup da dahil olmak üzere, kaderleri yok olmak olan bir avuç insanı temsil etmektedir.

Tabii eğer hiçbir şeyi olmayanların ya da gerçek­ten pek bir şeyleri olmayanların gerçek kitlesiyle çok ciddi bağlar kurarlarsa; %14’dekilerle, özellikle bu kesimdeki entelektüellerle ve de %50’dekilerle siya­sal bir ittifak gerçekleştirirlerse durum değişir. Böyle bir siyasal strateji uygulanabilirdir, çünkü Fransa’da ‘6O’lı ve ‘70’li yıllarda Maoculuk bayrağı altında buna kalkışılmış ve önemli yerel başarılar elde edilmiştir. Aynı dönemde ABD’de daha az yankı uyandıracak şekilde [radikal sol hareket] Weathermen’le bu başa­rılmıştır. İki üç yıl önce de işgal hareketleriyle, ama Wall Street’tekiyle değil, Tunus’ta, Kahire’de, hatta liman işçileriyle aktif bir ilişkinin nüvelerinin görül­düğü Oakland’da buna kalkışılmıştır. Her şey, kesin­likle her şey, bu ittifakın kesin olarak yeniden doğuşu­na, uluslararası ölçekte örgütlenmesine bağlıdır.

Fakat böyle bir hareketin aşırı zayıflığı durumun­da, kapitalizmin küresel şekillenmesi içinde gerçek­leşen gelenekten kopuşun nesnel, ölçülebilir sonucu benim söylediğim şeydir: Küçücük bir oligarşi, basitçe hayatta kalmanın sınırlarında yaşayan ezici çoğunluk­taki insanlara, tıpkı Batıklaştırılmış, yani yasallaştırıl­mış ve kısır orta sınıflara yaptığı gibi, kendi yasasını dayatır.

Fakat toplumsal ve öznel düzeyde olup biten nedir? Marx daha 1848’de çarpıcı bir tanımda bulunmuştur; ve bu tanım onun döneminden ziyade günümüzde daha doğru olduğu için özellikle çarpıcıdır. İnanılmaz bir şekilde genç kalmış bu yaşlı metni hatırlatayım:

Burjuvazi iktidarı ele aldığı her yerde, feodal, patri- yarkal, duygusal ilişki olarak her ne varsa hepsine son verdi. İnsanı “doğal efendilerine tutsak eden karma­şık ve çeşitli feodal bağları hiç acımadan kopardı ve insanla insan arasında soğuk çıkar ve “peşin ödeme­den” başka bir bağ bırakmadı. Burjuvazi, dini inancın ateşli ve kutsal heyecanını, şövalyelik ruhunu, küçük burjuva duygusallığını, bencil hesabın buzlu sularında boğdu. Burjuvazi, kişisel haysiyeti bir mübadele değe­ri haline getirdi ve binbir güçlükle elde edilmiş sayı­sız özgürlüklerin yerine, o biricik ve acımasız özgür ticareti koydu. Tek kelimeyle, dini ve politik aldatma­caların maskelediği sömürü yerine, zorba, utanmaz, doğrudan ve çıplak sömürüyü koydu.

Burjuvazi, o zamana dek saygınlık gören ve kutsal bir saygıyla karşılanan mesleklerin halelerini söküp attı. Hekimi, hukukçuyu, papazı, ozanı, bilim insanı­nı, hepsini kendisinin parayla tutulmuş hizmetkârları haline getirdi.

Burjuvazi, aile ilişkilerini örten duygusal peçeyi yırttı ve bunları basit para ilişkilerine indirgedi.

[…] Donmuş ve paslanmış tüm toplumsal ilişki­ler, eski ve saygın anlayış ve fikir dizisiyle birlikte çözülüp dağılmakta, onların yerine geçenlerse daha kemikleşemeden eskimektedir. Kalıcı ve katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal diye ne varsa kutsallık­tan çıkıyor ve insanlar nihayet kendi yaşam koşulla­rına ve karşılıklı ilişkilerine uyanık gözlerle bakmak zorunda kalıyorlar.

Marx’ın burada tanımladığı şey, gelenekten ko­puşun gerçekte insanlığın sembolik örgütlenmesin­de devasa bir krize nasıl kapı açtığıdır. Gerçekten de binlerce yıl boyunca insan yaşamının içindeki farklılıklar hiyerarşik bir biçimde kodlandırılmış, simgeselleştirilmiştir. Genç ve yaşlı, kadın ve erkek, yoksul ve kudretli, benim grubum ve diğer gruplar, yabancılar ve uyruklar, sapkınlar ve imanlılar, soylu olanlar ve olmayanlar, şehirliler ve köylüler, entelek­tüeller ve kol emekçileri gibi en önemli ikiliklerin üs­tesinden, dilde, mitolojilerde, ideolojilerde, yerleşik dinsel ahlaklarda, karmakarışık olmuş hiyerarşik sis­temler içinde herkesin yerini kodlayan düzen yapıla­rına başvurarak gelinmiştir. Örneğin soylu bir kadın kocasından aşağı ama halktan bir insandan üstündü;

zengin bir burjuva bir dükün önünde eğilmeliyken hizmetkârları onun önünde eğilmeliydi; keza, her­hangi bir yerli kabilenin kadını kendi kabilesinden bir savaşçı karşısında neredeyse bir hiçken, bir başka kabileden esir karşısında neredeyse her şeydi ve hat­ta kimi zaman işkencenin kurallarını o belirliyordu. Dahası, Katolik kilisenin yoksul bir mümini pisko­posu karşısında önemsiz biriyken, Protestan bir sap­kın karşısında seçilmiş biri olarak kabul edilebiliyor­du; keza, özgür bir insanın oğlu babasına kesinlikle bağlıyken, geniş bir ailenin siyahi babasını kendi ki­şisel kölesi yapabiliyordu…

Dolayısıyla, her türlü geleneksel simgeselleştirme, mevkileri ve sonuç olarak bu mevkiler arasındaki ilişkileri dağıtan düzen yapısına dayanır. Genel üre­tim, mübadele sistemi olarak ve sonuçta -sermaye ile emek arasındaki, kâr ile ücret arasındaki karşıtlığın egemen bir değişkesine indirgenen- toplumsal mev­kilerin sistemi olarak kapitalizmin gerçekleştirdiği haliyle gelenekten kopuş, gerçekte hiçbir aktif sim­geselleştirme sunmaz, fakat sadece ekonominin kaba ve keyfi, bağımsız oyununu, Marx’ın “bencil hesabın buzlu suları” diye muhteşem biçimde adlandırdığı sembolik-olmayan, yansız egemenliğini sunar. Ge­leneğin hiyerarşik dünyasından kopuş hiyerarşik ol­mayan bir simgeselleştirme önermedi, fakat sadece bir azınlığın iştahına tabi hesap kuralları eşliğinde, ekonominin sultası altında gerçek bir zecri şiddet önerdi. Bunun sonucu, tarihsel bir simgeselleştirme krizidir; bu kriz altında gençlik kendi yönelimsizliği- ne katlanmak durumundadır.

Yansız bir özgürlük kisvesi altında evrensel gön- derge olarak sadece parayı öneren bu krizin gözünden bakıldığında günümüzde iki farklı alternatif vardır. Bunların her ikisi de bence kesinlikle tutucudur ve gü­nümüzde insanlığın, özellikle de gençliğin karşı karşı­ya olduğu gerçek öznel meselelere uygun değildir.

Bunların ilki kapitalizmin ve sadece ticari be­lirlenimin boş yansızlığıyla damgalamış olan boş “özgürlüklerinin sınırsızca savunulmasıdır. Bu yolu adlandıralım: Benim “Batı arzusu”nun cazibe­si diye adlandırdığım şey bu; yani toplumlarımızın, Fransa’nın ve aynı türdeki diğer bütün ülkelerin liberal ve “demokratik” modelinden daha iyi hiç­bir şeyin var olmadığı ve olamayacağı savı. Pascal Bruckner kısa süre önce bir makalesine böyle aptal­ca bir başlık koymuştu: “Batılı yaşam tarzının pa­zarlığı olmaz.”

İkinci yol, geleneksel, yani hiyerarşik simgesel- leştirmeye geri dönüş yönündeki tepkisel arzudur. Bu arzu, ister ABD’deki Protestan sektler sözkonusu olsun, ister Ortadoğu’daki tepkisel İslamcılık ya da Avrupa’da ritüalist Yahudiliğe geri dönüş şeklinde görülsün, genellikle herhangi bir dinsel anlatı kisve­sine bürünür. Fakat ulus hiyerarşilerinde (Yaşasın “safkan” Fransızlar! Yaşasın Büyük Rus Ortodokslu­ğu!), katıksız ırkçılıkta (sömürgecilik döneminden kaynağını alan İslamofobi ya da nükseden anti-Se- mitizm) ya da nihayet, atomlaşmış bireycilikte (Ya­şasın Ben, kahrolsun ötekiler!) pusuya yatabilir.

Bu iki yol da bence son derece tehlikeli çıkmaz­lardır ve bunların giderek daha kanlı bir hal alan çe­lişkileri insanlığı sonsuz savaşlar döngüsüne sokar. Bu, gerçek çelişkinin etkili olmasını engelleyen sahte çelişkiler sorunudur.

Bu gerçek çelişki, hem düşüncede hem de eylemde bizim için ölçüt olması gereken çelişki, hiyerarşikleşti­rici sembolik gelenekten kopuşun kaçınılmaz iki bakışı­nı karşı karşıya getirir: korkunç eşitsizlikler ve patojen başıboşluklar yaratan Batı kapitalizminin simgesellik- ten çıkmış bakışı ile genellikle “komünizm” diye ad­landırılan ve Marxtan ve çağdaşlarından bu yana eşitlikçi bir simgeselleştirme öneren bakış. Modern dünyanın bu temel çelişkisi günümüzde, SSCB’de ya da Çin’de devlet “komünizmi”nin geçici tarihsel çö­küşünden sonra, gelenekten kopuşun bakışıyla, para­nın yansızlığının gizlediği gerçek hiyerarşiler yararı­na eski simgesel hiyerarşileri gizleyen Batı’nın yansız ve kısır saf olumsuzluğu ile gerçekte güçsüz oluğunu maskelemeye yönelik gösterişli bir şiddetle birlikte eski hiyerarşilere geri dönüşü savunan faşizan tepki arasındaki sahte çelişkiyle maskelenmiştir.

Tepkisel faşizmin liderleri ve gerçek yarar sağla­yıcıları Ölü Tanrı ya, yani eski dünyada hiyerarşik simgesel düzenin hem zirvesi, hem de güvencesi ve anahtarı olan Ölü Tanrı ya -cesedini sağa sola sal­lıyor olsalar da- hiç de inanmadığından bu çelişki gerçekte sahtedir. Aslında bunlar Batılı büyük fınans gruplarıyla aynı dünyaya mensuptur: Temerküz et­miş leşçi kapitalizm dışında toplumların hiçbir küre­sel örgütlenmesinin mümkün olmadığı konusunda her iki taraf da hemfikirdir. Her iki taraf da insanlığa hiçbir simgesel yenilik sunmamaktadır. Onlar sade­ce toplumsal kapasiteyi, kolektif örgütlenme gücünü, “bencil hesabın buzlu sularını” değerlendirme konu­sunda anlaşamamaktadırlar. Bizim Batılı efendileri­mize göre, zengin seçkinler ve devasa pleb kitlesiyle insanlığın yoluna devam etmesi için bu yeterlidir. Para soyut bir simge olarak iş görecektir. Her türden tepkisel/gericiye göre, eski ahlaka ve kutsanmış hiye­rarşilere geri dönmemiz gerekir, yoksa bizzat bütün sistemi tehlikeye atacak ciddi kargaşalar sonuna dek sürecektir.

Bu anlaşmazlık, aralarındaki çatışma ne kadar şiddetli görünse de, öncelikle her iki tarafın da çı­karınadır. İletişim araçları üzerindeki denetimleri sayesinde bu tartışma kamuoyunun dikkatini çeker ve böylece insanlığı bir felaketten kurtarabilecek tek bütünsel kanaatin gelişimini engeller. Kimi zaman Komünist İdea diye adlandırdığım bu kanaat gele­nekten kopuşun kaçınılmazlığının kabulünün ar­dından, bizzat bu kopuş süreci içinde, eşitlikçi bir simgeselleştirmeyi yaratmak için çalışmamız gerek­tiğini ilan eder; bu simgeselleştirme, kaynakların ko­lektifleştirilmesinde, eşitsizliklerin fiilen yok edilme­sinde, farklılıkların eşit öznel haklarla tanınmasında ve sonuçta, devlet benzeri ayrı otoritelerin yok olup gitmesinde barışçıl edilmiş öznel tabana rehberlik edecek, onu kodlayıp biçimlendirecektir.

Bu eşitlikçi simgeselleştirmenin gerekliliği bağla­mında, sahte çelişkinin hakimiyetinin, en yaşlılarla birlikte en fazla etkilediği gençlere geri dönebilirim.

Siz gençler, gelenekten gerçek kopuşun ve sahte çelişkinin hayali boyutunun ikili etkisi altındasınız.

Ayrıca, inanıyorum ki sizler yeni dünyanın, eşitlikçi simgeselleştirme dünyasının eşiğindesiniz. Kolay bir iş değil bu: Bugüne dek bütün toplumsal simgeselleştirmeler hiyerarşikti. Dolayısıyla, kendi öznelliğinizi bütünüyle yepyeni bir göreve katmanız gerekiyor: Kapitalist hesapların buzlu sularında simgeselliğin yıkımına ve tepkisel faşizme karşı yeni bir simgeselli­ğin yaratılması. Bu nedenle, sizlerin olup bitene, yani sonsuz ergenlik, işsizlik, kökene ve inançlara bağlı farklılaşma, varoluşun yönelimsizleşmesi gibi genç­lerin başına gelen şeylere karşı dikkatli olmak gibi bir göreviniz de var (işin en güç yanı da bu). Fakat aynı zamanda, cinsiyetler arasındaki, keza yetişkinlerle, yaşlılarla, dünyanın bütün gençleriyle olan yeni iliş­kilere de uyanık olmalısınız. Bütün bunların yanışı ra, olabileceklerin, simgeselleştirilebilir bir gelecek inşa etmeye yönelik olguların işaretleri de var. Bu işaretler genellikle pek okunaklı değildir, gizlidir, fakat filo­zoflar sadece olup bitene dikkatli olmakla kalmamalı, kendi deneyimleri içinde, en tekil, en özgün, en ender olarak gözüne çarpana, var olana değil gelmekte ola­na işarette bulunana da dikkatli olmalıdırlar.

Olup bitenden farklı bir şeyin olabileceğine dair işaretlere dikkat kesilmek herkes için, ama özellikle gençler için çok önemlidir. Bu geniş dünyada olup bi­ten her şeyi eğer dikkatle gözler ve yöntemli bir şekil­de tartışırsanız bu işaretleri bulursunuz. Fakat bunları aynı zamanda kendi yaşam deneyimlerinizde, bu de­neyimlerdeki özgün ve yok edilemez olanda da bulur­sunuz. Başka bir deyişle, sizin yapabilecek olduğunuz şeyler var, sözkonusu durumda bu, kendi yaşamınızı inşa etmektir, elinizdeki imkânları kullanmaktır; fa­kat yapabilir olduğunuzu henüz bilmediğiniz bir şey de vardır ki şu an için en önemli olan tam da budur, gelecekteki eşitlikçi simgeselleştirmeyle en fazla iliş­kili olan da budur: Öngörülemeyenle karşılaştığınız­da keşfettikleriniz. Örneğin sırılsıklam âşık olduğu­nuzda. O zaman insan yapabilir olduğunu bilmediği şeyleri yaptığını fark eder, düşünce ve simgesel yaratı düzlemi de dahil olmak üzere, o âna dek bilmediği bir kapasiteye sahip olduğunu görür. İnsanın sandı­ğından çok daha fazlasını yapabilir olduğunun farkı­na varışı, yeni bir kolektif yaşam fikrine yönelik bir harekete katıldığında, okunan bir kitap, dinlenen bir müzik ya da seyredilen bir tabloyla altüst olup kendi içinde sanatsal bir eğilim ortaya çıktığında ya da yep­yeni bir bilimsel sorunun cazibesine kapıldığınızda da vuku bulur. Bütün bu durumlarda insan kendinde bilmediği bir kapasiteyi keşfeder.

İnşa edebileceğiniz söylenebilir, fakat sizi daha öteye götüren bir şey de vardır; sizi yerleşik kılan ol­duğu gibi, yolculuğa çıkma, kendinizi sürgün etme kapasiteniz de vardır. Her ikisi de aynı anda vardır. Artık nihilist olmayan, gerçek yaşamı bulmanız için bir pusula, yeni bir simge olan yönelimli bir gezgin­likten yola çıkarak yerleşikliğe itiraz edilebilir.

Başlangıçta belirttiğim çelişkiyle, yani kendi yaşa­mını imha etmek ile inşa etmek arasındaki çelişkiyle ilişkili olan bu sonuncu nokta, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, gençliğin öznelliğini oluşturan şeydir. Bu iki­si arasında bir bağ kurmak gerektiğini söylüyorum. Sizin inşa etmek istediğiniz, yapabilir olduğunuz bir şey vardır, ama aynı zamanda sizi yola çıkmaya, yap­mayı, inşa etmeyi, içine yerleşmeyi bildiğiniz şeyin ötesine gitmeye çağıran şeyin işaretleri de vardır. Yola çıkmanın gücü. İnşa etmek ve yola çıkmak. Bu ikisi arasında çelişki yoktur. İnşa ettiklerinizden vaz­geçmeyi bilmeniz gerekir, çünkü başka bir şey sizi gerçek yaşama çağırmaktadır. Gerçek yaşam, günü­müzde, piyasa yansızlığının ve eski hiyerarşik ideala- rın ötesinde yer alır.

Bütün bunlara dair son sözleri şaire bırakıyorum, çünkü bu yola çıkış, kökünden kopma, kendinden kopma, yeni simgeler yaratma sorunu sözkonusu ol­duğunda, ancak şairler yeni bir dil bulabilir. Bu an­lamda, şiir dilde ezeli bir gençliğe bağlı kalır. Saint- John Perse’in bir şiirinin sonundan alıntı yapacağım. 1920’lerin, 1950’lerin bir şairi. Şiirin adı da “Anaba­sis.” Anabasis Yunancada “yeniden yükselerek geri dönmek” anlamına gelir; erişilmesi güç bir istika­mete doğru geri dönen ya da yeniden yükselen bir gezginliktir. Bu anlamda bir gençlik metaforudur bu. Anabasis, Pers ülkesinde bir iç savaşa katılmış para­lı askerlerin öyküsünü anlatan Yunanca bir kitabın adıdır. Bu kitabın yazarı, paralı askerlerin komutanı olan Ksenofon’dur. O dönemde paralı askerler vardı; tıpkı bugün Afrika’daki ya da Ortadoğu’daki bütün savaşlarda olduğu gibi, hatta Orta Avrupa’da bile pa­ralı askerlerle karşılaşırsınız. Bunlar siyasal düzeyde olup bitenlerle gerçek anlamda ilgilenmeyen insan­lardır; bir işverenin parasını ödediği bu askerler kan dökme işini yerine getirirler. Ksenofon’un kitabı ör­neğinde, Persli işveren büyük bir muharebede öldü­rülmüştür, diğer bütün Persli askerler dağıldığında Yunan paralı askerler kendilerini Pers topraklarının, günümüz Türkiye’sinin ortasında bulurlar ve sarsıl­maz bir kararlılıkla evlerine doğru gitmek, Kuzeye doğru yol almak isterler. Tam bir şaşkınlık içinde­dirler ve evlerine gitmeleri gerekmektedir. Fikir bu­dur. Terk edilmiş, yönlerini şaşırmış haldedirler ve yine de kendi varlıkları olan şeye doğru, sahici ger­çekliklerine doğru gidebileceklerini düşünürler. Sizi siz yapan özneyi asla kendi evinizi sağlam bir şekil­de inşa ederek gerçekleştiremezsiniz, aynı zamanda kendinize doğru yola çıkmayı da bilmeniz gerekir. Eski ev gelenekten başka bir şey değildir, yola çık­mak eski eve yeni bir olumlama katar. Bu durumda kendi alanınızın yeni bir simgeselleşmesiyle karşıla­şırsınız. Gerçek bir ev, düşünce ve eylem macerası­nın size terk ettirdiği ve neredeyse unutturduğun­da bulabildiğiniz evdir. îçinde her daim kalman ev ancak gönüllü bir hapishanedir. Hayatta önemli bir şey meydana geldiğinde bu her zaman sizin için ger­çek yaşamı oluşturan şeye doğru bir tür yola çıkıştır, köklerinden sökülmedir. Anabasis, sizin yolu şaşır­dığınız, yönelimsiz kaldığınız, fakat kendinize doğru yol aldığınız, bu yönelimsizlik ve bu yola çıkış için­de gerçek benliğinizi bulacağınız ve bütün insanlıkla birlikte, eşitlikçi simgeselleştirmenin evrelerini yara­tacağınız fikridir.

Ksenofon’un Anabasis’inde muhteşem bir sahne vardır. Paralı askerler Yunandır, dolayısıyla denizci­lerdir. Kuzeye doğru giderek denizi bulurlar. Yukarı doğru çıkmışlar, aynı zamanda da tırmanmışlardır:

Orada, tepenin üzerinde, denizi görürler. Hep bir­likte, “Teselya! Teselya!”, “Deniz! Deniz!” diye bağı­rırlar. Eski denizci varlıklarını olumlayarak yeniden simgeselleştirirler. Gençlik de budur, bu olmalıdır: Dünya okyanusuna doğru bir Anabasis.

Günümüz gençliği artık bu özgürlüğe, imkâna sahip olduğundan, gelenekle eli kolu bağlı değildir. Fakat bu özgürlükle, bu yeni gezginlikle ne yapa­caktır? Yaratıcı ve yoğun bir yeni yaşam açısından ne yapabileceğinizi keşfetmeniz, kendi kapasitenize geri dönmeniz gerekir. Yeni eşitlikçi simgeselleş­ti rmeye böyle hazır olursunuz. İnşa etmek ile zıddı arasındaki ilişki budur. Yunan paralı askerler için bunun metaforu, çiftçi, asker ve denizci arasındaki ilişkiyi aniden keşfetmeleridir. “Teselya! Deniz!” çığ­lığı, yeryüzündeki yaşam macerasında yitirip tekrar buldukları şeyin ne olduğunu ifade eden bir çığlıktır; fakat basit bir geri dönüş ya da tekrar anlamında de­ğil, yeni ve yoğun bir anlamda kavuşulan şeyin çığ­lığıdır: Deniz artık eski halinde değildir, görülmemiş bir deneyimin eşitlikçi yeni paylaşımının simgesine dönüşmüştür.

Yine bu aynı satırlarda Saint-John Perse’in “Ana­basis” şiiri şöyle biter:

Fakat insanların yeryüzünde yapıp ettiklerinden ayrı, birçok alamet, birçok tohum görülür yolda ve güzel havanın mayasız ekmeğinin altında, yeryüzü­nün tek bir derin soluğundadır hasadın bütün kârı…

Dişi yıldızın, göğün derinliklerindeki vaat edilmiş saflığın görüldüğü akşam vaktine dek…

Rüyanın ekilebilir toprağı! İnşa etmekten söz eden kim?

– Toprağın parsel parsel dağıtıldığını gördüm ama düşüncem hiç şaşmadı gemiciden.

Hal böyleyken, günümüzde genç olmak bir avan­taj mıdır, dezavantaj mı? Geleneklerden amansızca kurtulmuş bir dünyaya yeni gençliği kabul edebil­mek için dünyanın da değişmesi gerekir. Yeni toprak, yeni dünyanın ihtiyaç duyduğu simgeselleştirmenin yeni aygıtlarını, yeni düşüncesini yaratacak -zaten yaratmış- gençler için “rüyanın ekilebilir toprağı” da olacaktır. înşa etmek elbette gerekir, temel atmak gerekir. Fakat dünya geniştir ve düşünce bu ölçeği dikkate alarak algılamalı ve hareket etmelidir. He­piniz için tek dileğim, bir yere yerleşmenin, meslek, kariyer sahibi olmanın baş aciliyetiniz olmamasıdır; bunun yerini, düşün kardeşi olan doğru düşünce al­malıdır. Bir yola çıkış düşüncesi, çalkantılı dünya ok­yanusuna dair doğru bir düşünce. Doğru ve göçebe bir düşünce, göçebe olduğu için doğru bir düşünce, denizci bir düşünce. Herkes şöyle diyebilsin: “Top­rağın parsel parsel dağıtıldığını gördüm ama düşün­cem hiç şaşmadı gemiciden.”

 Gerçek Yaşam – Gençliği Yoldan Çıkarmaya Yönelik Bir Çağrı – Günümüzde Genç Olmak: Anlam ve Anlamsızlık | Alain Badiou

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments