On dokuzuncu yüzyıl burjuva uygarlık çağı kıvanç duyabileceği bazı entellektüel başarılar kazanmıştır, ama yine bu dönemde gelişen akademik tarih disiplini bu başarılar arasında sayılamaz. Çünkü ondokuzuncu yüzyıl, belki tarihi araştırma teknikleri alanında başarılı oldu, ama bunun dışında kalan tarih alanlarında, daha önceki büyük devrimci döneme—Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi—tanık olanların, insan toplumlarımn dönüşümlerini anlamaya çalıştıkları, çoğu kez belgeleri eksik, kurgusal ve fazlasıyla genel tarih denemelerinin de kesinlikle gerisinde kaldı. Leopold von Ran ke’nin Öğretisinden ve verdiği örnekten esinlenen ve yüzyılın son yarısmda birtakım uzman dergilerinde yayınlandığını gördüğümüz akademik tarih, olgularla yeterince, desteklenmeyen ya da güvenilir olmayan olgularla desteklenen tarih genellemelerine karşı çıkmakta haklıydı. Öte yandan, kendisi de bütün çabalarını bu «olgu»ların toparlanması üstünde yoğunlaştırmış, boylece, belirli türden belgesel kanıtları (örneğin, bazı etkili kişilerin bilinçli kararlarını yansıtan olayların elyazması kayıtları) değerlendirmeye yarayacak birtakım ampirik ölçütler ve bunun için gerekli bazı yardımcı teknikler geliştirmek dışında, tarih yazımına önemli bir katkıda bulunmamıştı.
Bütün bu belgelerin ve işlemlerin ancak çok sınırlı tarihî olaylar için geçerli olabileceğinin farkında değildi, çünkü zaten hiçbir ciddî eleştiriye dayanmadan, bazı tarihî olayları araştırmaya değer, bazı başka olayları da değmez sayıyordu. Bu yüzden akademik tarih «olayların tarihi »ne eğilmedi—bazı ülkelerde buna karşı kurumlaşmış bir önyargı bile vardı—ama metodolojisi de, kronolojik bir anlatıma çok yatkındı. Çünkü akademik tarih, kendini sadece savaş, siyaset ve diplomasi tarihiyle (liselerde tarih öğretmenlerinin basitleştirerek anlattıkları krallar, savaşlar ve anlaşmalar tarihi bunun tipik bir Örneğidir) sınırlamıyordu, ama tarihçinin ilgilenmesi gereken merkezî olaylar bütünlüğünü bunların meydana getirdiğini, bu konuda herhangi bir şüphe duymaksızın kabul etmişti. Tabiî bu, tekil olarak tarihti. Başına bazı niteleyici sıfatlar takılan başka tarihler de (anayasa, iktisat, din, kültür tarihleri, sanat ve bilim tarihleri gibi) derin bilgi ve yöntemle ele alınıp yazılabilirdi. Bunların da tarihin ana gövdesiyle bağlantıları, profesyonel tarihçilerin ka çııımayı tercih ettikleri Zeitgeist hakkında birkaç belirsiz spekülasyon dışında, karanlıktı, ya da ihmal edilmişti.
Akademik tarihçiler, felsefe ya da yöntem konularında şaşırtıcı bir saflık gösterirler. Gerçi bu saflığın sonuçları, doğa bilimcilerinin çeşitli tartışmalardan sonra da olsa, bilinçle ve isteyerek kabul ettikleri, genel olarak pozitivzm diye niteleyebileceğimiz yöntemle pek güzel çakışıyordu, ama Latin Amerika ülkeleri dışında akademik tarihçiler kendi pozitivizmlerinin de pek fazla bilincinde görünmezler. Bunlar çoğu zaman, belli bir konuyu (örneğin siyası-askerî – diplomatik tarih) ya da belli bir coğrafî alanı (örneğin batı ve orta Avrupa) nasıl en önemli olarak kabul etmişlerse, bilimsel düşüncenin popülerleştirilmiş biçimlerini de, başka edinilmiş fikirlerle birlikte, öylece kabul etmişlerdi; böylece, «olgu »lamı incelenmesinden otomatik olarak hipotezlerin doğu vereceğini, bir dizi neden ve sonuç zinciri toplamanın, determinizm ve evrim kavramlarından söz etmenin, açıklama yapmaya yeteceğini varsayıyorlardı.
Bilimsel bilgi dedikleri şey, cilt cilt yayınladıkları kesin metinleri, belgelerin gerçek sıralanışını nasıl ortaya koyuyorsa, tarihin kesin gerçeğini de aynı şekilde ortaya koymalıydı. Lord Acton’un Cambritîge Modem Hisiory adlı eseri bu tür inançların gecikmiş ama tipik bir örneğidir.
Ondokuzuncu yüzyılın beşerî ve toplumsal bilimlerinin oldukça mütevazı standartları açısından bakıldığında bile, tarih, geri kalmış, hattâ kasıtlı olarak geri bıraktırılmış bir çalışma dalıydı. İnsan toplumunuh anlaşılmasına yaptığı kaiîktf: önemsiz ve rasilansaldı. Ama insan toplumunun anlaşılması tasrihin anlaşılmasını gerektirdiğine göre ,insanın geçmişini araştırmanın daha başka ve daha verimli yolları ergeç bulunmalıydı. Bu yazının konusu, Marksizm’in bu arayışa yaptığı katkının ne olduğudur.
Ranke’den yüz yıl sonra, Arnaldo Momigliano tarih yazımındaki değişimleri dört başlık altında topladı:
1.Ulusal tarihlerin modası geçerken», siyasî ve-dinî tarih bü yük Ölçüde gerilemişti. ‘Bunun yerini, sosyo-ekonomik tarihe doğra kayda değer bir yöneliş almıştı.
2.«Fikirleri» tarihin açıklanması olarak kullanmak eski genelliğini ve özellikle kolaylığını yitirmişti.
3.Artık açıklamalar «toplumsal güçlere» dayandırılmaktaydı: Ancak bu tarihî olaylarla, bireysel davranışlar arasındaki ilişki, so rununu Ranke’nin yaşadığı günlerden çok daha keskin bir biçimde ortaya çıkarmaktaydı.
4.Şimdi (1954) olayların belli bir yönde ilerlemesinden ve hatta anlamlı ‘bir gelişmesinden sözetmek bile daha güç duruma gelmişti.
Momigliano’nun gözlemlerinden sonuncusu 1950’lerde, her zaj man olduğundan daha geçerliydi. Ancak Öteki üçü, açıkça, tarih içinde anti-Rankeci hareketin eski ve süregelen eğilimlerini temsil etmektedir. Ondokuzuncu yüzyılın ortasından ta 1910’a kadar2 bu daldaki idealist çerçevenin yerine maddeci bir çerçevenin getirilmesine çalışıldı. Böylelikle, siyasal tarih gerilerken, «ekonomik ve toplumsal» tarih de, şüphesiz yüzyılın ikinci yarısında tarih yazımına «egemen» olan «toplumsal sorunun» acil baskısıyla, ilerledi.3 Üniversite fakülteleri ve arşivlerde kalelerin ele geçirilmesi, hevesli ansiklopedistlerin umduğundan daha uzun bir süreyi gerektirdi. 1914’e gelindiğinde, karşı güçler «ekonomik tarih »in ve tarihî sosyolojinin önemsiz birkaç mevziini ellerine geçirebilmişlerdi; dolayısıyla II. Dünya Savaşı sonrasına kadar Rankeciler kesin bir yenilgiye uğramadılar.1 Bununla birlikte, anti-Rankeci akımın başarısı tartışma götürmez.
Karşımıza çıkan ilk soru, bu yeni eğilimde Marksizm’in etkisinin ne olduğudur. İkinci soru ise, Marksist etkinin katkısının ne şekilde süregeldiğidir.
Marksizm’in etkisinin baştan beri önemli bir düzeyde olduğu açık. En genelde, tarihin yeniden inşasını amaçlayan başka bütün düşünce akım ve okulları arasında 19. yüzyılda etkili olanı pozitivizmdi. Onsekizinci yüzyıl Aydınlanmasının gecikmiş çocuğu po sitizivm/’ ondokuzuncu yüzyılda itibar kazanabildi. Doğal bilimlerden ödünç alınma kavramlar, yöntemler ve modelleri toplumsal incelemeye sokusu ve doğal bilimlerdeki bu tür buluşlardan uygun görülenlerin tarihe) uygulanması, positivizmin tarihe tfiia katkısını oluşturur .s Bunlar önemsiz başarılar değildi, bununla birlikte sınırlıydı. Özellikle, tarihî değişim modeline en yakın şey olarak biyoloji ve jeolojiden kaynaklanan ve 1859’dan sonra Darwincilikten cesaret ve örnek alan evrim teorisi, tarihe ancak çok kaba ve yetersiz bir rehber olabilmekteydi. Bu nedenle Comte ya da Spencer’den esinlenen tarihçilerin sayısı pek azdır ve Buckle ile onun büyüğü Taine ve Lamprecht gibi tarihçilerin tarih yazımına etkileri .de sınırlı ve geçici olmuştur. Comte’a bakılırsa bilimlerin en büyüğü sosyolojiydi ama, positivizmin, modelim doğa bilimlerinden almayan ya da toplum-dışı edinenlerin etkisinden çıkarılamayan topliımsal olaylar üstüne söyleyebileceği fazla bir şey yoktu. Tarihin İnsanî özelliği bakkmdaki görüşleri metafizik değilse bile, en azından spekülatifti.
Tarih yazınımın dönüşümü için temel itki tarihî eğilimli toplumsal bilimlerden (örneğin, iktisatta Alman Tarih Okulu) ve özel likle, ilk kez kendisinden kaynaklanmayan başarüann da kendisine atfedildiği, Marx’dan geldi. Tarihî maddecilik, bir alışkanlık halinde -Bazan Marksistlerce bile- «ekonomik determinizm» olarak tanımlandı. Bırakın bu tanımı öne sürmeyi, Marx tarihî gelişimin ekonomik temelinin önemini vurgulayan veya insanlık tarihini sosyoekonomik sistemler silsilesi olarak ele alan ilk kişi olduğu iddiasını bile kesinlikle reddederdi. Aynı şekilde kendisinin sınıf ve sınıf mücadeleleri kavramlarım ilk kez ortaya koyan kişi olduğunu da Öne sürmemiştir, «Marx ha îiîirodotio nella storiografia il concetto di classe» diye yazıyor Kücklopedia Italiatsa.
Bu vazınm amacı, modern tarih yazımının dönüşümüne Marksist etkinin özgül katîdılaıîmı arttırmak değildir. Bunun ülkeden ülkeye farklılaştığı açıktır. Örneğin Fransa’da Marksist düşüncenin ülkenin entellektüel hayatına geç ve yavaş girişi nedeniyle, hiç değilse İL Dünya Savaşı sonrasına kadar bu etki görece küçük kalmıştır.5 Marksist etkilerin, 1920’ierde Fransız Devrimi tarihinin siyasî alanına bir ölçüde girmesine karşın -ulusal düşünce geleneklerinden çıkarılan fikirlerle bağlantılı olmakla birlikte Jaurès ve Georges Lefebvre’in eserlerinde görüldüğü gibi- Fransız tarihçilerinin temel eğilimleri, tarihin ekonomik ve toplumsal boyutlarına ilgi göstermek için hiçbir şekilde Marx’a eğilmeyen Annules okulunca yönlendirilmiştir. (Bununla birlikte, Marksizm’e ilgi o kadar güçlüdiir ki, Times Liierary Supplement, Fernard Braudel’i bile Marx’in etkisinde olarak nitelendirmiştir.)5 Buna karşılık, Asya ve Latin Amerika’da modern tarih yazımının ortaya çıkışı değilse bile, dönüşümünün Marksizm’in gelişi ile özdeşleştirilebileceği ülkeler vardır. Genel anlamda etkinin önemi açıktır ve bu noktada bu konunun daha fazla irdelenmesine gerek yoktur.
Tarih yazımının modernleştirilmesinde Marksist etkinin önemli bir rol oynadığı gerçeğim değil de, kesin katkısının belirlenmesin- deki ana güçlüğü göstermektir amacımız. Çünkü, görmüş olduğumuz gibi, tarihçiler arasındaki Marksist etkilenme şu ya da bu şekilde Marx’a ya da onun düşüncesinden esinlenen hareketlere bağlanan, ama temelde hiç de Marksist olmayan ya da Marx’m olgunluk döneminin fikirlerini temsil etmeyen, güçlü olsa da aslında basit birkaç fikirden etkilenme ölçüsünü aşmamaktadır. Biz bu tür etkilen- meyi «bayağı-Marksist» olarak niteliyoruz. Bu noktadan sonra temel sorunumuz, tarihi analizde Marksist Öğeyi, Marksist olmayandan ayırmak olacaktır.
Birkaç örnek verecek olursak, «bayağî-Marksizm» temelde şu öğeleri kapsamaktadır :
1.«Tarihin ekonomik yorumu», yani, (R. Stammler’in tanımım kullanacak olursak) «ekonomik etmen öbürlerinin de bağımlı olduğu temel etmendir» ve daha özgül olarak, şimdiye kadar ekonomik olaylarla ilgili olduğu düşünülmeyen olguların bağlı oldukları temel etmendir. Bu yorum, bir noktaya kadar aşağıdaki ile çakışmıştır;
2.«Altyapı ve üstyapı» modeli. (Düşünce talihini açıklamada çok yaygındır). Marx ve Engels’in kendi uyarılarına ve Labriola gibi ilk Marksistlerin üst düzeydeki gözlemlerine karşın bu model genellikle «ekonomik temel» ile «üstyapı» arasındaki egemenlik ve bağımlılığın basit ilişkisi olarak yorumlanır.
3.«Sımf çıkarları ve smıf mücadelesi». Bir sürü bayağı-Mark- sist tarihçinin Komünist Manifesto’nun birinci sayfasından ve «varolan toplamların şimdiye kadarki tüm (yazılı) tarihleri sınıf mücadelelerinin tarihidir» cümlesinden sonrasını okumadıkları kanısı uyanıyor insanda.
4.«Tarihî yasalar ve tarihi kaçınılmazlık». Marx, tarihte insan toplumunun, hiç değilse uzun-vadeü hareketlerle ilgili genellemeler düzeyinde, raslantıyı büyük ölçüde tarihin dışına atan sistemli ve zorunlu bir gelişme izlediğini söyler. Bu nedenle tarih ile uğraşan ilk Marksist yazarlar tarihte bireyin ve raslantıların rolü gibi sorunlar ile sürekli uğraşmışlardır. Öte yandan bu, katı ve zorlama bir düzenlilik olarak da yorumlanabilirdi ve çoğu kez öyle yorumlandı; yani, sosyo-ekonomik formasyonlar silsilesinde başka türlü gelişme alternatifi olmadığım öne süren bir mekanik determinizm.”’
5.Tarihî araştırmanın Marx’in kişisel ilgilerinden çıkarılan özgül konuları, örneğin, kapitalist gelişme ve sanayileşme tarihi. Bazan da geçerken söylenmiş sözlerden çıkarılan sonuçlar.
6.Doğrudan doğruya Marx’dan değil de, onun teorisi ile ilişkili hareketlerin ilgi alanlarından kaynaklanan özgül araştırma konuları, örneğin baskı altında tutulan sınıfların (köylüler, işçiler) aji- tasyonu ya da devrimler.
7.Öncelikle yukarıdaki 2. maddeden kaynaklanan ve gerçeğin tarafsız arayıcılarından başka bir şey olmadıklarını öne süren ve sadece ‘wieas eigentlich gewesen’ kurmakla övünen tarihçilerin güdülerini ve yöntemlerini açıklamaya hizmet eden, tarih yazımının özelliği ve smırları hakkında, çeşitli gözlemler.
Bunun en iyi halde, Marx’in tarih üzerindeki görüşlerinden bir derlemeyi temsil ettiği ve en kötü halde de (Kautsky’de olduğu gibi) Marksist-olmayan çağdaş görüşlere -örneğin evrimcilik ve posiîİviz- me- benzediği açıktır. Bazıları ise Marx’i hiçbir şekilde temsil etmez. İşçi sınıfı ve halk hareketleriyle, devrimci hareketlerle ilgilenen herhangi bir tarihçinin, üstelik Marx’m müdahelesi de olmaksızın yazabileceği şeylerdir; örneğin, toplumsal mücadele ve sosyalist ideolojinin daha eski biçimlerinin araştırılması gibi. Kautsky’nin Thomas More üzerine monografisinde olduğu gibi, konunun seçiminde özel olarak Marksist bir yan yoktur ve konunun ele almışı bayağı-Marksist’tir.
Bununla birlikte, Marksizm’den alınan veya onunla ilişkisi olan bu öğelerin seçimi büsbütün keyfî değildir. Bayağı-Marksizm’e ilişkin yukarıdaki kısa bakışta belirtilen 1., 4. ve 7. maddeler geleneksel tarihin canalıcı kalelerini havaya uçurmaya yönelik entellektüel dinamitin ateş almaya hazır fitilini oluşturmaktaydı, ve bu anlamda, bıınîar muazzam bir güçtü de. Belki de tarihî maddeciliğin daha az basitleştirilmiş çeşitlemelerinden daha güçlü ve kesin olarak o zamana kadar karanlıkta kalmış noktaları aydınlatacak ve tarihçileri bir süre için tatmin edebilecek kadar güçlüdürler, Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında zeki ve bilgili bir toplum bilimcisinin, geçmişe ilişkin şu Marksist gözlemlerle ilk kez karşılaştığında duyduğu şaşkınlığı yeniden yaşamak bugün için güçtür: «Reformasyoıı bir ekonomik nedene, Otuz Yıl Savaşları’nın süresi bir ekonomik nedene, Haçlı Seferleri feodal düzenin toprak açlığına, ailenin evrimi eko nomik nedenlere dayandırılır ve Descartes’m hayvanlan mak inal ara benzetişi manifaktür sisteminin gelişmesine bağlanabilir.»7 Ancak tarihî maddecilikle ilk karşılaşmalarımızı düşündüğümüzde, bu basit buluşların muazzam özgürleştirici gücünü hatırlayabiliriz.
Bununla birlikte, Marksizmİn ana etkisinin basitleştirilmiş bir biçim alması doğal ve belki de gerekli idiyse, Marx’dan bu öğelerin seçimi de bizzat tarihî bir seçimi yansıtmaktaydı. Böylece Kapital’de Marx’m Protestanlık ile kapitalizm arasındaki ilişki üzerine söylediği birkaç söz son derece etkili oldu. Çünkü genel olarak ideolojinin toplumsal temeli ve özel olarak dinî Ortodokslukların niteliği sorunu herkesi şiddetle ilgilendiren bir konuydu.0 Öte yandan, Marx’in tarihçi niteliğini en fada ortaya koyduğu eserlerinin bazdan, örnleğin muhteşem 18. Bnımaire, çok sonralara kadar tarihçileri pek ilgilendirmedi. Bunun nedeni de, bu eserlerin en çok aydınlattığı sorunların, örneğin sınıf bilinci ve köylülük gibi konuların az ilgi çekrne- siydi.
Tarih yazımı üzerinde Marksizmin etkisinin doğurduğu en yaygın sonuç, açıklanan anlamda bayağı-Marksizmin gelişmesi olmuştur, Genel eğilim, II. Dünya Savaşının sonundan beri birkaç ülke dışında her yerde (örneğin son zamanlara kadar Batı Almanya ve ABD) egemen olan ve giderek önemini arttıran tarihteki ekonomik ve toplumsal etmenlerin genel olarak vurgulanması eğilimidir. Tekrar etmeliyiz ki, bu eğilim temelde kesinlikle Marksist etkinin ürünü de olsa, Marx’in düşüncesi ile hiçbir özel bağlantısı yoktur. Tarihte ve genel olarak toplumsal bilimlerde Marx’m kendi özgül fikirlerinin temel etkisi hemen hemen kesinlikle «altyapı ve üstyapı» teorisine, başka bir deyişle, birbirleriyle etkileşim içinde olan farklı «düzeyler»den oluşan bir toplum modeline dayanır. Modelin genelde geçerli olabilmesi için bu düzeylerin hiyerarşisi veya etkileşim tarzları üzerindeki görüşlerinin (ortaya koyduğu kadarıyla) harfi harfine kabul edilmesi gerekmez. Bizzat Marksist olmayanlar tarafından bile değerli bir katkı olarak yaygınca kabullenilmiştir bu. Marx’- m özgül tarihî gelişme modeli -sınıf çatışmalarının rolü, sosya-eko- nomik biçimlenişler silsilesi ye birinden ötekine geçiş mekanizması dahil olmak üzere- bazı durumlarda Marksistler arasında bile çok tartışmalı olarak kalmıştır.
Tartışılması gerektiği doğrudur ve Özel olarak tarihî doğrulamanın genel ölçütleri uygulanmalıdır. Yetersiz ve yanütıcı kanıtlara dayalı bazı kısımlarının bir yana bırakılması kaçınılmazdır. Örneğin, Marx’m doğu toplumlarının derin kavrayışını, bu topîumların içsel dengeliliği gibi yanlış varsayımlarla birleştirilmesi.’” Bununla birlikte, yazımızın iddiası Marx’m bugünün tarihçileri için asıl değerinin genel olarak topluma ilişkin önermelerinden ayrı olarak, doğrudan doğruya tarih üzerine önermelerinde yattığıdır.
Şimdiye dek kendini yaygın çevrelere kabul ettiren Marksist (ve bayağı-Marksist) etki, tarihi bir toplumsal bilime dönüştürmeye yönelik, bazılarınca karşı durulan, ancak yirminci yüzyılda sorgusuzca geçerli olan genel bir eğilimin parçasıdır. Marksizmin bu eğilime geçmişteki başlıca katkısı pozitivizmin, başka bir deyişle toplumsal bilimlerin işleyişini doğal bilimlere veya beşerî olanı beşerî olmayana benzetme girişimlerinin eleştirisi olmuştur. Bu, toplumları insanlararası ilişkiler sistemi olarak ele almayı içerir. Bunlar arasında üretim ve yeniden üretim amacıyla girişilen ilişkiler Marx için temeldir. Bu, gerek dış çevreyle -İnsanî olan ve olmayan- ilişkilerinde. gerekse içsel ilişkileri içinde kendilerini sürdüren varlıklar olarak yapılarının ve işlevlerinin analizini gerektirir. Marksizm salt ya- pısalcı-işlevselci toplum teorisi olmaktan uzaktır. Yapısalcı olması için birçok neden bulunmasına karşın, işlevselcilikten kesinlikle ayrılır. Çünkü Marksizm, iki konuyu önemle vurgular: birincisi toplumsal olayların hiyerarşisi (örneğin, «temel» ve «üstyapı»), İkincisi de, herhangi bir toplumda, toplumun kendini devam ettirme ^eğilimine karşı tepki yapan İçsel gerilimlerin («çelişkiler») varlığıdır.10
Marksizmin ¡bu özelliklerinin önemi tarih alanındadır: çünkü bu özellikler —öteki yapısalcı-işleyselci toplum modellerinin aksine— toplumların niçin ve nasıl kendilerini değiştirdiklerini ve dönüştürdüklerini, başka bir deyişle toplumsal evrimin11 olgularım açıklarlar. Marx’in büyük gücü her zaman hem toplumsal yapının varlığını, hem de tarihiliğini, yani içsel değişme dinamiğini vurgulamasından ileri gelir. Bugün toplumsal sistemlerin varağı, tarihîliğe karşı değilse bile tarih-dışı bir analizle kabul edilirken, Marx’m zorunlu bir boyut olarak tarihi vurgulaması her zamankinden fazla Önem kazanmıştır.
Bu, toplumsal bilimlerde günümüzde varolan iki teorinin özgül eleştirilerini yansıtır.
Eleştirilecek birinci teori, Özellikle ABD’de toplumsal bilimler üzerinde bu denli egemen olan ve gücünü çağdaş bilimin ulaştığı aşamada yüksek bir bilgi düzeyinde kurulan mekanik modellerin dikkate değer verimliliği ile toplumsal devrimi gerektirmeyen bir toplumsal değişin^ sağlayan yöntemlerin arasından alan mekanizmadır. Buna, günümüzde sanayileşmiş ülkelerin en zenginlerinde bulunabilecek para ve toplumsal alanda kullanılmaya elverişli belli yeni teknik zenginliklerin, bu ülkelerde, böyle bir «toplumsal mühendisliği» ve bunun dayandığı teorileri oldukça çekici kılması da eklenebilir, Bu tür teoriler özde «sorun çözme» alıştırmalarıdır. Teorik olarak aşırı ölçüde ilkel ve belki de ondokuzuncu yüzyılın aynı tür teorilerinden bile daha kabadırlar. Bu teorileri uygulayan birçok toplumsal bilimci bütün bir tarih sürecini tek ‘bir değişime indirgiyorlar: «geleneksel» toplumdan «modern» ya da «endüstriyel» topluma geçiş. Burada «modern» ileri endüstri ülkeleri, hattâ yirminci yüzyılın ABD’si olarak, «geleneksel» de, bu «modem»liğe erişmemiş toplumlar olarak tanımlanıyor. Bu uzun adım, kendi içinde, örneğin Rostow’un Stages of Economic Growth (Ekonomik Büyüme Aşa- maları)’unda olduğu gibi, belli işlevsellikler gözetilerek daha kısa adımlara bölünebilir. Bu modeller tüm ilgiyi tarihin küçük, ancak vazgeçilme^ bir bölümüne yoğunlaştırtmak için tarihin büyük bir kısmım elerler ve bu küçük zaman bölümünde bile tarihî gelişmenin mekanizmalarını kaba bir biçimde ve aşırı ölçüde basitleştirirler. Bu tür modeller geliştiren toplumsal bilimlerin büyüklüğü ve saygınlığı tarih araştırmacılarını bunlardan etkilenen incelemeler üzerinde çalışmaya teşvik ettiği için etkilerler. Yeterli bir tarihî değişim modeli oluşturamayacakları açıktır ya da açık olması gerekir, ancaijc günümüze^ klanmış oldukları yaygınlık, Marksistlerin bu noktayı sürekli hatırlatmalarını gerektirecektir.
İkincisi, çok daha üst düzeyde olmakla birlikte, tarihiliği ta- mamıyle yadsımaları veya başka bir şeye dönüştürmeleri nedeniyle bazı yönlerden daha kısır kalan yapısalcı-işlevselci teorilerin eleştirisidir. Bu tür görüşler, – Marksizm’in etki aİam içinde bile daha etkilidirler; çünkü Marksizm’i, sak sık bagdastjirddiigi, ondokuzuncu yüzyıl evrimciliğinden kurtarmanın yolunu sağlar gibi görünüyorlar; ama bunu yaparken, bir yandan da, Marx dahil ondokuzuncu yüzyıl düşüncesinin bir başka özelliği olan «ilerleme» kavramından da uzaklaştırıyorlar. Ama bütün bunları yapmamız niçin gerekli?1241 Marx’im kendisi ¡kesinlikle böyle davranmak istemezdi. Kapitali Darwin’e ithaf etmek istemişti ve Engeîs’in mezarı başında Marx’i insan tarihinin evrim yasasını, tıpkı Darwin’in organik doğada yaptığı gibi, keşfettiği İçin övdüğü ünlü konuşmasına herhalde itiraz etmezdi. (Ayrıca ilerlemeyi evrimden ayırmayı kesinlikle istememiştir ve Darwin’i, onu evrimin raslaıısal yan-ürünü olarak görmekle suçlamıştır.)13
Tarihteki temel soru, insanlığın ilk âlet kullanan primattan günümüze dek nasıl geliştiğidir. Bu aynı zamanda çeşitli toplumsal grupların farklılaşmaları ve bir toplum türünden ötekine dönüşümün ya da dönüşmeyişin mekanizmalarının bulunmasını içerir. Marksistlerin ve sağduyunun Önemli saydığı, örneğin insanın doğa üzerindeki denetim gücü gibi bazı bakımlardan, bu, en azından yeterince uzun bir zaman süresi için, kesinlikle tek-yönlü bir değişim ya da ilerlemeyi gösterir. Toplumsal gelişme mekanizmalarının, biyolojik evriminki- lerle aynı olduğunu düşünmediğimiz sürece, «evrim» terimini kul-, lanmamamız için bir neden yoktur.
Tartışma, doğal olarak terminolojik düzeyi aşar. İki tür anlaşmazlık saklıdır burada; farklı toplum türleri hakkında değer yargıları ya da başka bir deyişle onları herhangi bir sıralamaya koyma imkânı ve değişimin, mekanizmaları. Yapısalcı-işlevsellik, toplumlar! «yüksek» ve «geri» olarak sıralamaktan, kısmen toplumsal antropologların, «uygarların» «barbarları», toplumsal evrimde önde oldukları iddiası ile yönetme taleplerine karş^ çıkmaları, kısmen de biçimsel işlev Ölçütünün böyle bir hiyerarşiyi gerekli görmemesi nedeniyle kaçındılar. Eskimolarııı, bir toplumsal grup olarak,14 kendi varoluş sorunlarım Alaska’nın beyaz ahalisi kadar başarılı bir biçimde çözdükleri söylenebilir, hattâ bazıları daha da başarılı olduklarım söylemek isteyebilirler. Belli koşullar ve belli varsayımlar altında büyü düşüncesi, bilimsel düşünce kadar, kendi içinde mantıklı ve amacına uygun olabilir, örnekler çoğaltılabilir. Bu gözlemler, bir tarihçi veya başka bir toplumsal bilimci, sistemin genel yapısını değil de15, özgül içeriğini açıklamaya çalıştığı sürece, fazla yararlı olmamakla birlikte, geçerlidirîer. Ancak totolojik olmasalar bile, en azından her durumda evrimci değişim sorununa ilgisizdirler. însan toplumları, varlıklarım sürdürebilmek için, kendilerini başarılı bir biçimde idare edebilmelidirler. Bu nedenle varolan her toplum, işlevsel olarak yeterli olmalıdır; yoksa cinsel üremeden ve dışarıdan adam devşirmekten kaçman Shaker’lar gibi yok olup giderler. Toplamları, üyeleri arasındaki ilişkiler yönünden karşılaştırmak, kaçınılmaz olarak eşitleri karşılaştırmaktır. Ancak, onları dış dünyayı denetleme kapasiteleri açsından karşılaştırdığımızda farklılıklar ortaya çıkar.
İkinci anlaşmazlık daha temeldir. Yapısal-işlevsel analizin çoğu çeşitlemeleri senkroniktir (eşzamanlıdır) ve daha karmaşık ve üst düzeyde oldukları ölçüde toplumsal statikten ayrılmazlar; düşünür, bu statik senkroniye, hoşuna giden bir dinamikleştirici etmen katar. Bu dinamikleştiımenin inandırıcı şekilde yapılıp yapılamayacağı yapısalcılar arasında bile tartışma konusudur. Aynı analizin hem belli bir işlevi, hem de belli bir tarihî değişimi açıklamak için kullanılmayacağı genellikle kabul edilmiş görünmektedir. Burada önem kazanan nokta, Marx’ın basit ve genişletilmiş yeniden üretim şemaları gibi, birbirinden ayrı statik ve dinamik analiz modelleri geliştirmenin baştan yanlış olabileceği değil, tarihî araştırmanın, bu ayrı modellerin birbirlerine bağlanmasını gerekli kılmasıdır. Yapısalcılar İçİıı en basit yol, değişimi gözönüne almamak ve tarihi bir başkasına bırakmak, hâttâ Britanyalı eski tarihî antropologlar gibi tarihin ilişkisini tümden yadsımaktır. Ancak, tarih varolduğuna göre yapısalcıların da onu açıklama yollarım bulmaları gerekir.
Bu yollar, ya Marksizm’e daha çok yaklaştırmalı ya da evrimci gelişimin yadsınmasına yol açmalıdır. Levİ-Strauss’un (ve Althus- ser’in) yaklaşımı kanımca ikinci yöndedir. Onlara göre tarihî deği- şhn, öğelerin (Levi-Strauss’a göre, genetikte genler gibi) yeterince uzun bir dönemde, farklı biçimlerde birleşmesi ve sınırlı kalabildikleri durumlarda mümkün olan birleşim biçimlerini tüketmesi sonu-‘ cunu yaratacak şekilde değişim ve birleşimleri haline gelir. Tarih, sanki, satrancın son hamle aşamasında mümkün olan bütün hamlelerin oynanmaşj sürecidir. Ama hangi sırayla? Teori bu noktada bize ışık tutmuyor.
îşte bu, tapı olarak tarihî evrim sorunudur. Althusser’in üzerinde durduğu gibi, Marx’m bu çeşitten bir öğeler ve «biçimler» birleşimi ve yeniden birleşimini düşündüğü ve başka açılardan olduğu kadar bu açıdan da avant la leftre yapısalcı olduğu ya da daha doğrusu Levi’Strauss’un kendisinin de kabul ettiği gibi terimlerini kısmen de olsa ödünç aldığı bir düşünür olduğu, tabiî ki doğrudur.13
Marksizm’in ilk geleneklerinin, birkaç istisna dışında (bunlar arasında, Stalin döneminin, yaptıklarının sonucunun bütünüyle farkında olmamalarına rağmen, birkaç Sovyet Marksistini sayabiliriz) kesinlikle ihmal ettiği bir noktayı hatırlatmak gerekli. Daha da önemlisi, öğelerin ve onların mümkün olan birleşimlerinin analizi (genetikte olduğu gibi) neyin teorik olarak mümkün, neyin imkânsız. olduğunu göstermesi bakımından evrimci teorilerin sıhhatli bir denetimini sağlayacağını unutmamak gerekli. Yine mümkündür ki (bu nokta tar- tuşlabilir), bu tür analiz, Althusser’in önerdiği gibi19, çeşitli toplum- saİ «düzey»ler (altyapı ve üstyapı) ve aralarındaki ilişkiye daha keskin bir açıklık getirecektir. Ancak bu teori yirminci yüzyıl Britanya’sının, neolitik (cilâlı taş devri) Britanya’dan neden bu kadar farklı olduğunu veya sosyo-ekonomik biçimlenişler silsilesini veya birinden öbürüne geçiş mekanizmasım ve Març’ın bu sorulara neden hayatının bu kadar büyük bir kısmını adadıığım cevaplayamamakta- dır.
Bu sorulaıııî .cevaplanması için Markfsiznfı ‘Öbür yapısalcı-iş- levselci teorilerden ayıran Özeliklerin belirtilmesi gerekir: bunlar, üretimin toplumsal ilişkilerinin Öncelikte olduğu düzeyler modeliyle, sınıf çatışmasının sadece özel bir durum olduğu, sistemin iç çelişkilerinin varlığı sorunudur.
Düzeyler hiyerarşisi, tarihin neden bir yönü olduğunu açıklamak için gereklidir. Tarihi bir bütün olarak «yönlenmiş ve geri dönülmez» kılan (içindeki tüm alan ve dönemleri öyle olmasa da), insanın doğaya bağımlılığının giderek azalması ve onu denetleme kapasitesinin artışıdır. Toplumsal ilişkiler temelinden yola koyulmayan bir düzeyler hiyerarşisi bu niteliği taşımayabilir. Dahası, insanın doğa üzerindeki denetim işlemi ve ilerlemesi sadece üretim güçlerini (örneğin yeni teknikler) değil, aynı zamanda toplumsal üretim ilişkilerini de içerdiğind(en sosyo-ekoDjomik sistemler silsilesinde belli bir düzeni belirtir. (Bu, Ekonomi PoKiiğiıı EJeşfirisv’nin önsözünde verilen biçimlenişler listesinin, büyük bir ihtimalle Marx’ın da inanmadığı kronolojik sırasının kabul edilmesi, demek değildir, ayrıca evrensel bir tek-yönlü çizgisel evrim teorisi hiç değildir. Bununla birlikte, belli tarihî olguların tarihte başkalarından önce varolmayacaklarını gösterir, örneğin, kent-köy ikiliğini içeren ekonomilerin, bunu içermeyenden önce varolması.) Ve yine aynı nedenle, sistem- ler silsilesinin tek bir boyutta, teknolojik (geri teknolojinin ileri teknolojiden önce gelmesi) veya ekonomik (doğa ekonomisini para ekonomisinin izlemesi) diye sıralanamayacağını ve ancak toplumsal sistemlere’20 göre sıralanması gerektiğini gösterir. Marx’ın tarihî düşüncesinin temel ayırıcı özelliği,ne salt «toplumsal», ne de salt «ekonomik», her ikisinin birlikte oluşudur. Üretim ve yeniden üretimin toplumsal ilişkileri (yani, en geniş anlamıyla toplumsal örgütlenme) ve üretimin maddî koşulları birbirinden koparılamaz.
Tarihî gelişimin bu verili «yönelimi» içinde sosyo-ekonomik sistemlerin içsel çelişkileri gelişme haline, gelecek olan değişim mekanizmalarını oluşturur. (Çelişki olmasa ortada sadece döngüse! bir dalgalanma, dengeden uzaklaşıp tekrar dengeye gelen sonsuz bir. süreç olurdu. Tabiî bir de, farklı toplumlarm temas ve çatışmalarından doğacak değişmeler.) İçsel çelişkilerin önemli yanı şudur: değişimi istisna, dengeyi de genel durum varsaymadığımız sürece bunlara «işlevsiz» diyemeyiz; ya da bayağı toplumsal bilimlerde sık sık raslandığı gibi, tüm değişmenin amacının özgül bir sisteme varmak olduğu şeklindeki daha da saf bir varsayımı benimsememiz gerekir.21 Sistemin sadece sürekliliğini araştıran yapısalcı modelin yetersiz olduğu, toplumsal antropologlar arasında, artık eskisinden çok daha yaygın bir şekilde kabul edilmektedir. Modelin yansıtması gereken şey, sistemi dengeye getiren ve dengeden çıkaran öğelerin eşzamanlı varlıklarıdır. Ve işte -bayağı-Marksist türünden olmayan- Marksist model ‘bunun üzerine kuruludur.
Bu tür ikili (diyalektik) bir modelin kurulması ve kullanılması zordur, çünkü duruma ya da analizcinin isteğine göre bunu ya durgun bir işlevsellik, ya da devrimci bir değişim modeli olarak kullanmak daha çekici gelir. Oysa ilginç olan şey, modelin her ikisini de içermesidir. Bir başka önemli nokta, içsel gerilimleriıı, kendini dengeleyen bir model tarafından işlevsel dengeleyiciler olarak bazan yeniden özümlenebilmesi, bazan da özümlenememesidir. Sınıf çatışması, sanayi-öncesi kentlerde avam takımının ayaklanmalarında olduğu gibi, bir emniyet sübabı olarak ayarlanabilir, ya da (Max Gluckman’ın deyimi ile) «ihtilâl âyinleri» olarak kurumlaştırılabi- lir ama bazan da ayarlanamaz. Devlet, doğal olarak, sınıfların üstünde ve dışında imiş gibi («adalet çeşmesi» gibi) görünerek, suııf çatışmasını dengeli bir kurumlar ve değerler çerçevesi içinde tutarak, toplumsal düzeni koruyacak ve böylelikle içsel gerilimler yüzünden parçalanmak tehlikesini önleyerek, kendini sürdürmeye çalışacaktır. Bu, bizzat Ailenin Kökeai’nde açıklanan, devletin kökeni ve işlevi üzerindeki klasik Marksist teoridir.22 Bununla birlikte bu ‘düzeni sürdürme işlev ve kapasitesini kaybettiği ve -Thomas Moras’un deyimiyle- yoksulların sefaletinin dolaysız nedeni olarak değilse bile, «zenginlerin kendi çıkarları için yaptıkları gizli ittifak» ölaıfök göründüğü durumlar vardır. Modelin çelişkili niteliği, toplumda ayarlanan denge ve yıkılmayı temsil eden fenomenlerin birbirlerinden kesinlikle ayn oluşundan bellidir; «tüccar sermayesi» gibi, feodal toplumla bütünleşebilen toplumsal gruplarla, «sanayi burjuvası» gibi büıünleşemeyenJer, ya da tamamen «reformcu» olan toplumsal hareketlerle bilinçli olarak «devrimci» hareketler gibi.
Bu tür ayırımlar vardır, ama varoluşları, toplumun içsel çelişkilerinin (Marx’a göre iç çelişkiler yalnızca sınıf çatışmasının çelişkileri değildir)23 gelişiminde belli bir aşamayı gösterir. Aynı fenomenler, duruma göre, işlevlerini değiştirebilirler. Eski sınıflı toplumun güdümlü düzeninin geri getirilmesi için başlayan hareketler (örneğin bazı köylü hareketlerinde olduğu gibi) toplumsal devrimle- re dönüşebilir ve bu arada bilinçli devrimci partiler statüko içinde eriyebilirler.24
Zor olmakla birlikte çeşitli toplumsal bilimciler gerilim ve çatışma üzerine kurulu denge modelleri üzerinde çalışmaya başlamışlardır. Bu çaba onları Marksizm’e yaklaştırırken, düzen sorununu mantıken değişim sorununa öncel olarak koyan ve toplumsal hayatın bütünleşmeci ve normatif öğelerini vurgulayan eski sosyoloji modellerinden uzaklaşıyorlar. Bunların yamsıîra, Marx’m modelini kendi yazılarında olduğundan daha açık hale getirilmesi gerekmektedir. Bu çaba, modelde ayrıntılara inme ve geliştirmeyi gerekli kılabilir, ve özellikle Marx’dan çok Engelsin formülasyonlarmda belirgin olan ondokuzuncu yüzyıl pozitivizminin izleri temizlenmelidir.
Böylece, yine sosyo-ekonomik biçimlenişlerin silsilesi ve özelliğinin özgül tarihî sorunları ve içsel gelişme ve etkileşme mekanizmaları ile karşı karşıya kalırız,
Bunlar, Marx’tan beri tartışılagelen25 ve son on yıllarda tartışmaların en yoğunlaştığı, bazı yönlerden en çarpıcı ilerlemelerin kaydedildiği alanlardır.26 Bu noktada yeni analizler, Marx’m, özellikle kapitalizm-öııcesi dönemler üzerindeki genel yaklaşımının eksikliklerine işaret etmekle birlikte, parlaklığım ve derinliğini pekiştirmektedir. Bununla birlikte, bu konuların somut tarihî bilgi çerçevesinin dışında tartışılması güçtür. Örneğin bu yazının kapsamında tartışılması imkânsızdır. Böyle bir tartşmaya şimdi giremeyeceğimize göre, ancak Marx’n yaklaşımının insan tarihi sürecinin bütününü açıklamamızı sağlayan tek yaklaşım olduğunu ve tartışma için en verimli başlangıç noktasını oluşturduğumu belirtmekle yetinmek zorundayım.
Marx’ m tarihî konularda en olgun yazıîarmı içeren eserlerin, özellikle Grundrisse’nin (1857-58) 1950’lere kadar elde mevcut olmamasına karşın, bu noktaların hiçbiri yeni değil. Ayrıca, bayağı – Marksist modellerin uygulanmasının azalan verimi, son zamanlarda Marksist tarih yazımı düzeyinin önemli bir ölçüde yükselmesine yol açmıştır, öyle ki, çağdaş batılı Marksist tarih yazımının en önemli Özelliklerinden biti basit., mekanik ve ekonomik-determinist türden yaklaşımın eleştirisidir. Marksist tarihçilerin Marx’i önemli ölçüde aşıp aşamadıkları sorunu bir yana, toplumsal bilimlerde ortaya çıkan değişimlerden ötürü bugünün katkıları özellikle önemlidir. Engels’in ölümünden sonraki yarım yüzyılda tarihî maddeciliğin temel ilkeleri; tarihi, pozitivizmin aşırı basitleştirmelerinden kurtarmak iken, bugüıı toplumsal bilimlerin hızla tarihileşmesi ile karşılaşılmaktadır. Bu toplumsal bilimler, akademik tarih yazımından bir yardım görmeyince kendiliklerinden yeni yeni tarih anlayışları uydurmaya başlamışlardır. Kendi özel yöntemlerini geçmişin araştırılması için uyguluyor ve teknik açıdan oldukça üst düzeyde Sonuçlar alıyor, ama; daha Önce de işaret edildiği gibi, bazı bakımlardan, on- dokuzımcu yüzyılmkilerden bile daha kaba tarihi değişim modellerine dayanıyorlar.27 Düşünceleri tarihe yatkın olan toplum bilimcileri doğal olarak yirminci yüzyıim ilk yarısındaki tarihçilere oranla tarihin İktisadî ve toplumsal öğelerinin önemi konusunda Marx’a daha az ihtiyaç duyarlar. Ayrıca, Marx’in teorisinin, Marx-sonrası kuşaklarda falza etki yaratmayan yanlarından daha fazla etkilenebilirler.
Ama bütün bunlara karşın Marx’in. tarihî maddeciliğinin Önemi büyüktür.
Bunun, günümüzde tarihî yaklaşımlı toplum bilimlerinin belli alanlarının tartışılmasının, Marksgil (Marxian)’ fikirlerin şüphe du- yuhnacak önemini açıklayıp açıklamadığı ayrı bir soru.26 Marksist tarihçilerin ya da Marksist okulda eğitilmiş tarihçilerin zam anımızda kazandığı beklenmedik önem, büyük ölçüde, geçtiğimiz onyılda aydınların ve öğrencilerin radikalleşmesinden, Üçüncü Dünya’da yer alan devrimlerin etkisinden, yeni bilimsel çalışmalara ters düşen Marksist Ortodokslukların (bağnazlıkların) kırılmasından ve hattâ yeni kuşakların yetişmesi gibi basit bir etmenden gelmektedir. 1950’- lerde, geniş bir okur kitlesi bulan kitapları yazan ve akademik çevrelerde önemli yerlere ulaşan Marksistler, çoğunlukla, 1930’ların ya da 1940’ların normal bir gelişme gösteren radikal öğrencileriydi. Bunun yanısıra, Marx’m doğumunun 150. ve Kapital’in yazılışının 100. yıldönümünü kutlarken, Marksizm’in tarih yazımı alanında belirgin bir etkinlilik kazanması ile Marx’dan esinlenmiş ya da çalışmalarında Marksist okulda eğitim görmenin etkilerini ortaya koymuş önemli sayıda tarihçinin aynı döneme denk geldiğini -eğer Marksist isek hoşnutlukla- belirtmek gerek.
Karl Marks’ın Tarih Yazımına Katkısı | Eric J.E. Hobsbawm
Çeviren: Attila AKSOY