Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Cuma, Aralık 27, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeFelsefe (Genel)Yalnız Gezerin Düşlemleri - İkinci Gezi | Jean-Jacques Rousseau

Yalnız Gezerin Düşlemleri – İkinci Gezi | Jean-Jacques Rousseau

Ruhumun her zamanki durumunu tanımlamayı bir ölümlünün düşebileceği en şaşırtıcı durumda tasarlayınca, bu girişimimi başarmanın en kolay, en güvenli yolunu, yalnızca dolaşmalarımı ve dolaşırken kurduğum düşlemleri olduğu gibi yazmakta buldum. Bu yalnızlık ve düşünme saatleri, günün, bütünüyle kendim olduğumu, bana yabancı düşüncelerden uzak olduğumu, doğa benim nasıl olmamı istediyse öyle olduğumu gerçekten söyleyebileceğim tek anlarıdır.

Bu düşüncemi gerçekleştirmekte çok geciktiğimi, az sonra anladım. Canlılığını yitiren imgelemim artık, eskisi gibi, kendisini eyleme geçiren bir konu karşısında ateş almıyor. Düşlemlerin sabuklaması (hezeyanı), beni daha az sarhoş ediyor. İmgelemimin şimdiki ürünlerinde, yaratmadan çok anımsama var. Alışkılarımın hepsi, ılık bir uyuşukluğa daldı. Yaşama ruhu bende derece derece sönüyor. Ruhum, köhne kabından zorla fırlar oldu ve ancak, hak ettiğimden dolayı beklediğim durumun gerçekleşme umudu olmasa, yalnızca anılarımla yaşayacağım. Böylece, kendimi büsbütün batırmadan önce görebilmek için, yeryüzündeki bütün umutlarımı yitirerek, yüreğimi besleyecek hiçbir besin bulamayarak onu kendi özüyle beslemeye ve besinini içimde bulmaya yavaş yavaş alıştığım döneme dönmeliyim.

Pek geç keşfettiğim bu yol öylesine verimli oldu ki, bana her şeyi unutturdu. Kendimle karşı karşıya kalmak alışkanlığım, sonunda bana dertlerimi duyumsatmaz oldu. Mutluluk kaynağının bizde bulunduğunu, mutlu olmasını bileni mutsuz kılmanın insanların elinde olmadığını, deneyimimle öğrendim. Dört ya da beş yıldan beri, sevgiyle dolu yumuşak ruhların dünyadan uzaklaşmakta buldukları iç hazzını duymaktaydım. Yalnız dolaşırken düştüğüm bu esrime, bu kendimden geçme durumları, bana acımasız davrananlara borçlu olduğum zevklerdi: Onlarsız kendimde taşıdığım hazineleri ne bulabilir, ne de görebilirdim. Bunca zenginlik ortasında onun hesabını nasıl tutabilirim? Böyle tatlı bir düşlemi anımsamak isterken betimleyeceğime yine onların içine düştüm. Bir ruh durumudur ki anısı yine ona döndürür, ve artık duyumsanmayınca, anlaşılmaz olur. Sonraki gezintilerde, hele sözünü edeceğim ve düşüncelerimin akışını kesip bir zaman için başka bir yöne çeviren o beklenmedik olayın geçtiği gezintide, “İtiraflar”ımın ekini yazmayı, gerçekten tasarladım.

1776 yılı Kasımı’nın 24’üncü Perşembe günü, yemekten sonra, büyük caddeleri Chemin-Vert Sokağı’na dek izleyerek Menilmontant sırtlarına çıktım ve orada, çayırla bağların arasındaki dar yoldan, bu iki köyü ayıran şirin kırları Charanne’a kadar gezdim; sonra da aynı çayırdan ama başka bir yoldan geçtim. Bütün buralarda güzel görünümlerin verdiği zevk ve ilgiyle dolaşıyor, ara sıra, çimenler arasındaki kimi otların ne olduklarını incelemek için duraklıyordum. Paris çevresinde pek az gördüğüm, ama o çayırda pek bol bulunan iki ota gözüm ilişti. Biri bileşikgillerden “Picris hieracioides”, öteki de şemsiyemsilerden “Buplevrum falcatum”du. Bunları bulmak çok hoşuma gitti ve beni uzun süre eğlendirdi. Sonunda, hele yüksek yerlerde büsbütün az bulunur bir bitkiye raslamama yol açtı ki, o da, aynı gün uğradığım kazaya karşın üzerimdeki kitapta ve ot koleksiyonumda bulduğum “Cerastium aquaticum”dur.

Her birini ayrı ayrı pek iyi tanıdığım, görünüşlerinden hâlâ hoşlandığım daha birçok otu birer birer gözden geçirdikten sonra, sonunda bu küçük gözlemlerden yavaş yavaş vazgeçerek bunların tümünün bende yarattığı hoş ve sanırım daha etkili izlenime kendimi bıraktım. Bağbozumu birkaç gün önce bitmişti; kentten gelenler geri dönmüştü, köylüler de kış mevsimi çalışmalarından köylerine dönmek üzere kırlardan uzaklaşıyorlardı. Yer yer yaprakları koparılmış otlar henüz yeşildi ama insanlar çekildiği için kırlar pek ıssızdı; yakında bastıracak olan kışın görünümüne bürünmüştü her yer. O görünümün verdiği tatlı ve üzücü izlenim, yaşıma ve talihime öyle benziyordu ki… Ruhum henüz canlı duygularla dolu, beynim de artık, sıkıntılarla üzüntülerin doldurduğu birkaç çiçekle süslü olduğu halde, kendimi masum ve talihsiz bir ömrün sonunda görüyordum. Yalnız ve yalnız bırakılmış olduğum için yaşlılığın soğuk havasını duymaya başladığım gibi, sönmeye yüz tutan imgelemim yalnızlık evrenini gönlüme göre tasarlanmış imgelerle şenlendirmez olmuştu. İçimi çekerek kendi kendime, “Bu dünyada ne suç işledim?” diyordum.

Yaşamak için doğmuştum, yaşamadan ölüyorum. Sanırım kusur bende değil ve beni yaradana, yapmama fırsat verilmeyen iyilikleri sunamazsam da, hiç değilse engellenen iyi niyetlerimi, katışıksız ama etkili olmaktan alıkonmuş duygularımı ve insanların aşağılamasına karşı sarsılmaz bir sabrı sunabilirim? Bu düşünceler beni duygulandırıyordu; ruhumun, gençliğimden beri; olgunluk dönemimde insan toplumundan beni çıkardıklarından beri ve yaşamımın sonuna kadar çekileceğim yalnızlık köşemdeki saldırılarını gözden geçiriyordum. Yüreğimin bütün sevgilerini, körü körüne edindiği ilgileri, ruhumun birkaç yıldır beslendiği üzücü değil de avutucu düşünceleri hoşlanarak anımsıyor ve onları yaşamaktan aldığıma eşit derin bir zevkle anlatmaya hazırlanıyordum. Öğle üstü bu gibi dingin düşüncelerle geçti ve o günkü geziden pek hoşnut olarak dönüyordum ki anlatacağım olay beni düşlemlerimin en ateşli evresinden çekip çıkardı.

Saat altıya doğru Menilmontant yokuşunu inip Galant-Jardinier’nin karşı yanına varmıştım ki, önümden giden birkaç kişi birdenbire durdu; o sırada geçen bir arabanın peşinden büyük bir hızla koşan koca bir köpeğin, beni görünce duramayacağını ya da yolunu değiştiremeyeceğini anladım; köpeğin beni yere yuvarlamasından kaçınmak ve altımdan geçmesini sağlamak için hemen havaya sıçramayı düşündüm. Uygulamaya bile vakit bulamadığım bu düşünce, uğrayacağım kazadan bir an önce, aklımdan bir şimşek hızıyla geçmişti. Ne çarpmayı duydum, ne de düştüğümü… kendime geldiğim ana dek.

Ayıldığımda, gece bastırmış gibiydi. Kolları arasında ayıldığım üç dört delikanlı başıma geleni anlattılar: Hızını alamayan köpek bacaklarımın arasına atılmış ve olanca gücüyle çarparak beni başımın üstüne düşürmüştü; vücudumun bütün ağırlığını taşıyan üst çenem çıkıntılı bir taşa değmiş ve yokuş aşağı olduğu için başım ayaklarımdan önce yere çarpmış ve düşüşüm bu yüzden büsbütün kötü olmuştu. Köpeğin sahiplerini götüren arabacı hemen durmasaymış beygirler üstümden geçecekmiş.

İşte, kendime gelince, beni kaldıranların anlattığından öğrendiğim bu oldu. O aralık, öyle garip bir ruh durumuna girmiştim ki, burada anlatmaktan kaçınamayacağım.

Gece oluyordu. Önce gökyüzünü gördüm; sonra da birkaç yıldızı ve yeşillikleri… Bu ilk duygu bana pek tatlı geldi. Benliğimi, henüz bu izlenimin sayesinde duyumsuyordum. Yaşama kavuşuyor ve zayıf varlığımla gördüğüm bütün eşyayı doldurduğumu sanıyordum. Kendimi olduğum gibi yaşadığım saniyeye bıraktığımdan, hiçbir şey anımsamıyordum; kimliğimi de ayırt edemiyor; kim olduğumu, nerede bulunduğumu bilmiyordum. Ne acı duyuyordum, ne de korku ya da kaygı. Akan kanıma bir derenin akması gibi bakıyor, bu kanın benim olduğunu düşünmüyordum. Bütün benliğimde öyle nefis bir dinginlik duyuyordum ki, onu anımsadıkça, insanlarca bilinen zevklerin hiçbirine benzetemeyeceğimi düşünüyorum.

Bana nerede oturduğumu sordular; söyleyemedim. Nerede olduğumu sordum. Haute-Borne’da olduğumu söylediler, ama sanki “Atlas Dağında” demişler gibi; sonunda hangi ülkede, hangi kentte ve mahallede yaşadığımı sormak zorunda kaldılar; bu da benim kim olduğumu anlamalarına yardım etmedi. Oradan ayrılıp Paris’in ana caddelerine varıncaya dek, nerede oturduğumu ve adımı anımsayamadım. Tanımadığım, ama benimle bir süre yürümek iyiliğinde bulunan bir efendi, evimin uzak olduğunu anlayarak Temple mahallesinde bir arabaya binmemi salık verdi. Hâlâ epey kan tükürdüğüm halde, yaramı ya da acısını duymaksızın kolayca yürüyordum. Ama bozuk dişlerimi hızla birbirine vurduran soğuk bir titremeye tutulmuştum. Temple mahallesine gelince, rahatça yürüdüğüme göre, arabanın birinde soğuktan ölmektense yürümeyi daha uygun buldum. Temple ile Plâtriere Sokağı arasındaki yarım saatlik uzaklığı, güçlük çekmeden yürüyerek, kalabalıktan ve arabalardan kaçınarak ve bu yoldan kazadan önce nasıl geçiyor idiysem öyle yürüdüm; sokak kapısına koydukları gizli kilidi açtım, karanlıkta merdiveni çıktım ve sonunda, uğradığım kaza dışında başka bir olayla karşılaşmaksızın odama girdim.

Karımın beni görünce attığı çığlık, sandığımdan daha kötü bir durumda olduğumu gösterdi. Geceyi, durumumu pek de duyumsamaksızın geçirdim; ertesi gün gördükleri şu oldu: Üst dudağım, içinden, burnuma dek yarılmıştı; derim onu dışarı taraftan korumuş ve büsbütün yırtılmasını önlemişti; üst dişlerimden dördü çenemin içine saplanmış, yüzümün o bölümü örten yanı iyice şişmiş ve zedelenmiş; sağ elimin baş parmağı ezilmiş, sol eliminkiyse ağır yaralanmış; sol kolum zedelenmiş, sol dizim de epey şişmişti. Bu dizim öyle acıyordu ki bükemiyordum bile… Ancak, bütün bu sarsıntılara karşın hiçbir yerim, bir dişim bile kırılmamıştı; bu da, geçirdiğim kazanın büyüklüğüne göre, mucize sayılabilirdi.

İşte o kazanın ayrıntılı öyküsü. Bu öykü bir iki gün içinde Paris’in her yanında yayıldı; yalnızca, o denli değiştirilerek yayıldı ki, gerçeği ayırt etmek olanaksızdı. Böyle olacağını önceden bilmeliydim. Ama olay konusunda söylenen üstü kapalı sözler ve bulunulan anıştırmalar, katılan şaşırtıcı ayrıntılar, açıktan açığa söz edilmek istenmiyormuşçasına takınılan gülünç tavırlar, sonunda beni kaygıya düşüren gizemli bir nitelik kazandı. Karanlık işlerden her zaman nefret ettim; kaç yıldır çevremi sardıkları halde, aynı nefreti aşılarlar. Bu dönemin bütün bu gariplikleri ortasında birini işaret edeceğim ki, bu, ötekiler konusunda bir yargıya varmaya yeter.

Kendisiyle hiçbir bakımdan ilişkim olamayan Mösyö X, bana yazmanını göndererek sağlık durumumu sordurdu ve bulunduğum koşullarda, hiç de içimi rahatlatmak gibi herhangi bir yarar ummadığım bir yardım önerisinde bulundu. Yazman, bu önerileri kabul etmem konusunda üsteleyerek, kendisine inanmıyorsam doğrudan doğruya Mösyö X’e yazmaklığımı söyleyecek denli ileri gitti. Gerek bu ilgi, gerekse bunu gösterirken takındığı gizlilik tavrı beni kuşkulandırdı; bunun altında, bir türlü anlayamadığım bir giz vardı. Bütün bunlar, geçirdiğim kazanın ve bunun sonucu olan ateşin verdiği heyecan içinde beni ürkütmeye yetiyordu. Bir takım kaygılı ve üzücü kuruntulara dalarak, çevremde olup bitenleri, artık hiçbir şeyle ilgilenmeyen bir adamın soğukkanlılığından çok, ateş sonucu ortaya çıkan sabuklama olarak yorumluyordum.

Erincimi büsbütün yitirmeme yol açan başka bir olay daha oldu. Madam X birkaç yıldır, anlayamadığım nedenlerden dolayı peşimden koşmuştu. Amacı olmayan, zevk vermeyen sık ziyaretleriyle doğal diyemeyeceğim armağanları, sanırım bana bir şeyler anlatıyordu, ama ben bunu anlayamıyordum. Bana, Kraliçe’ye sunmak üzere yazmak istediği bir romandan söz etmişti. Ben de yazı yazan kadınlar konusundaki düşüncelerimi söylemiştim. O ise, düşüncelerinin eski yüksek durumuna yeniden kavuşmak hedefini güttüğünü ve bu yolda kayrılmaya gereksinme duyduğunu duyumsatmıştı ki, buna verecek yanıtım yoktu. Ondan sonra, Kraliçe’ye yanaşamadığı için kitabını okurlara sunacağını söyledi. İstemediği ve zaten dinlemeyeceği öğütlerde bulunmanın zamanı geçmişti. Yapıtını yayımlatmadan önce bana göstermek istediğini söylediyse de göstermemesini rica ettim, o da vazgeçti.

Kazadan sonraki iyileşme dönemindeyken, günün birinde, kitabını bana basılmış ve ciltli olarak gönderdi. Önsözünde beni sıcak bir dille öven cümleler gördüm; ancak, bu sözler o denli isteksiz, o denli yapmacıktı ki bende pek kötü bir etki bıraktı. Bu önsözde duyumsadığım kaba bir yüzegülücülüktü; bu da içtenlikle hiç uyuşamazdı; bu bakımdan yüreğim hiç aldanmaz.

Birkaç gün sonra Madam X kızıyla birlikte ziyaretime geldi ve kitabının, içindeki bir not yüzünden çok gürültü çıkardığını bildirdi; romanı karıştırırken bu not dikkatimi çekmemiş gibiydi; konuğum gittikten sonra yeniden okudum ve yazılış biçimine bakınca, yazarın hem ziyaretleriyle yaltaklanmalarının hem de önsözdeki övgülerin nedenlerini anladım. Bütün bunlardaki amacın, okurlar açısından notu bana mal ettirmek ve yayımlandığı koşullar içinde neden olabileceği suçlamayı benim üzerime çevirmekten başka bir şey olmadığını gördüm.

Ne bu gürültüyü durdurmak elimdeydi, ne de yapacağı etkiyi önlemek… Yapabileceğim tek şey, Madam X’le kızının gereksiz ve gürültülü ziyaretlerini kabul ederek dedikoduları uzatmamaktı. Bu konuda kadına yazdığım not şudur:

“Evine hiçbir yazarı kabul etmeyen Rousseau, Madam X’e lûtuflarından dolayı teşekkürlerini bildirir ve artık ziyaretleriyle onurlandırılmamasını rica eder.”

Verdiği yanıt, biçimsel olarak nazik olmakla birlikte, bu gibi durumlarda aldığım bütün mektuplar gibi yazılmıştı. Duyarlı yüreğine yabanıl bir tavırla bir hançer saplamışım; bana karşı beslediği duygular öyle sıcak ve içtenmiş ki ilişkimizin kesilmesi nedeniyle ölecekmiş… İşte, doğrulukla açık sözlülük insanlar için cinayet sayılıyor; insanlara kötü ve acımasız görünmek için onlar gibi sahte ve hain olmamak yeter.

Artık sokağa çıkıyordum; birkaç kez de Tuileries’ye gezmeye gitmiştim. Ama orada gezinirken rasladığım kimselerin gösterdiği şaşkınlıktan anladım ki, hakkımda henüz bilmediğim bir haber daha dolaşıyor… Sonunda geçirdiğim kazadan sonra öldüğümün söylendiğini duydum. Bu haber öyle çabuk yayılmış ki, öğrendiğimden on beş gün sonra dahi, sarayda hâlâ, kesinlikle öldüğüm söyleniyordu. Üstelik, bir mektuptan öğrendiğime göre, “Le Courrier D’Ayigron” gazetesi bu mutlu olayı haber verirken, fırsattan yararlanarak, ölümünden sonra beni anmak için hazırlanan töreni duyurma görevini daha önceden yapmış.

Bu habere, raslantıyla öğrendiğim ve ayrıntısını anlayamadığım garip bir olay daha katıldı: Evimde bulunacak yapıtlarımın karalamalarını yayımlamak için para toplamaya başlamışlar. Anladım ki, ölümümden sonra benim yazdığım öne sürülmek istenen bir çok yazı elde hazır bulunduruluyormuş; çünkü keşfedilebilecek gerçek yazılarımı bastırma düşüncesinin ortaya çıkabileceğini düşünmek, aklı başında bir adamın on beş yıllık deneyimden sonra, yapamayacağı bir budalalıktı.

Üst üste gelen ve daha birçoklarının katıldığı bu gözlemler, durulduğunu sandığım imgelemimi yeniden ürküttü. Çevremi durmaksızın saran bu karanlıklar da, aşıladıkları korkuyu uyandırdılar. Onları tanımlayıp yorumlayacağım diye yoruluyor, anlayamayacağım bir duruma getirilen gizemi çözmeye koyuluyordum. Bütün çabalarımın sonucu, daha önceki yargılarımı onaylamak oldu ki, o da gerek kendimin, gerekse ünümün talihi şimdiki kuşakça kararlaştırıldığına göre, ne yapsam kurtulamıyacağım yolundaydı; çünkü gelecek kuşaklara hiçbir emanet veremem ki, onu yok etmekte çıkarı bulunan ellerden geçmesin.

Ancak bu kez daha ileri gittim. Aralarında ilişki olmayan bu kadar olayın bir araya gelmesi; yazgı bunu özellikle yapmış gibi, en amansız düşmanlarımın şansıydı. Hepsinin devleti yönetenler, kamuoyuna yol gösterenler, beni gizliden gizliye çekemeyenler arasından seçilmiş ve elbirliğine katılan saygıdeğer insanlardan olmaları, bana öyle olağanüstü göründü ki, bunu raslantı diye yorumlamak olanaksızdı. Bana karşı olan bu anlaşmaya katılmayan bir tek kişi ya da herhangi bir olay çıksaydı, hemen sonuçsuz kalırdı. Ama bu insanların amacına; isteklerin, yazgının, sonuçların, dönüşümlerin hepsi yardım etti; bu mucizeli elbirliği Tanrı’nın başarılmasını istediği bir şeydi. Dünkü ve bugünkü gözlemlerim bu kanımı o derece onaylıyor ki, şimdiye dek ancak insanların kötülüğünden doğduğu kanısına vardığım durumları, Tanrı’nın nedenine aklımızın ermediği buyruklarından biri diye görmekten kendimi alamıyorum.

Bu düşünce beni üzeceğine yatıştırdığı gibi, yazgıya boyun eğmeye de yöneltiyor. Tanrı isterse cehennemlik olmaya rıza göstermiş olan aziz Augustinius kadar ileri gitmiyorum; benim yazgıya boyun eğişim daha az çıkar güdücü olmamakla birlikte daha içten ve sanırım, taptığım kusursuz kişiye daha layıktır.

Tanrı adaletlidir. O, çekmemi istiyor, ama suçsuz olduğumu biliyor. İşte güvenim buradan gelmekte; yüreğim ve aklım, aldanmadığımı ilân ediyorlar. Bırakalım talih ve insanlar istediklerini yapsınlar; ses çıkarmaksızın çekmeyi öğrenelim; her şey sonunda dünyanın düzeni içinde eriyip gidecek: benim sıram da er geç gelecektir.

Yalnız Gezerin Düşlemleri – İkinci Gezi  | Jean-Jacques Rousseau

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments