Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Cumartesi, Kasım 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeFelsefe (Genel)Materyalizm ve Devrim | Ahlak ve Estetik - Jean-Paul Sartre

Materyalizm ve Devrim | Ahlak ve Estetik – Jean-Paul Sartre

Burada hemen belirtelim ki, söz konusu yaptığımız estetik ahlak değildir. Çünkü hasımlarımız bizi bununla da suçlayacak kadar kötü niyetlidirler. Şimdi soralım: Resim yapan bir sanatçı önsel olarak saptanmış kurallara uymadığı için hiç kınanmış mıdır? Yapması gereken tablonun ne olduğu önceden ona söylenmiş midir? Belli bir şey ki, yapılması gerekli belirli bir tablo yoktur. Sanatçı, tablosunun yapılışına, kuruluşuna kendini bağlar ve yapılan tablo onun yapmış olacağından başkası olamaz. Önsel estetik değerler olamayacağını söyledik, ama sonradan, tablonun birlik ve uygunluğundan meydana gelecek, yaratma istemi ile elde edilen sonuç arasındaki ilişkiden doğan değerler vardır. Yarının resim sanatının nasıl olacağını kimse bilemeyeceği gibi, o meydana gelmedikçe de kimse tarafından yargılanamaz. Bu açıklamanın ahlakla ne ilişiği var diyeceksiniz. Biz de aynı yaratıcı durumunda bulunuyoruz. Biz asla bir sanat eserinin yersizliğinden, sebepsizliğinden söz etmeyiz. Sözgelimi Picasso’nun bir tablosunu ele alıp bunun nedensizliğini ileri süremeyiz. Biliriz ki, Picasso, Picasso olarak kendini sanatı ile aynı zamanda yaratmış ve kurmuştur. Eserinin tümünü kendi kişiliği ile yoğurmuştur.

Durum ahlak alanında da tıpkısıdır. Sanat ile ahlakta ortak olan şey, her ikisinin de karşımıza yaratma ve buluş gücü çıkmasıdır. Ne yapılacağını önceden (apriori) kararlaştıranlayız. Bana başvuran Fransız delikanlısının örneğinde bunu gereği gibi açıkladığımı sanıyorum. O, bütün ahlaklara -Kant’ınkine ve başkalarına-danışmış, hiçbirinde aradığını bulamayınca kendi yasasını kendi aramak zorunda kalmıştı.

Şimdi bu genci, ne duyguları, bireysel davranışı Ve somut merhameti ahlak temeli yaparak annesinin yanında kalmayı seçti diye; ne de özveriyi yeğleyip İngiltere’ye geçmeyi seçti diye kınayabilir; nedensiz ve gereksiz bir seçim yapmış olmakla suçlayabiliriz. İnsan ta baştan, (ezelden) hazır yaratılmış değildir. Ö kendi kendini yaratır. Ahlakını seçerek yaratır, koşulların baskısı onu bir seçim yapmaya zorlar. Biz insanı kendini seçişine, bağlayışına göre tanımlarız. Bizi nedensiz, gerekçesiz seçim yapmakla suçlamak, görülüyor ki, saçmadır.

İkinci derecede bir söylenti de şu: Biz başkaları üzerine hüküm verecek durumda değilmişiz. Bu bir bakıma doğru, bir bakıma yanlıştır. Doğrudur, eğer insan bağlarını ve öz taslağını tam bilinç aydınlığı ve özdenlikle seçmiş ise; yani bu taslak ne biçim olursa olsun, pişmanlık duymayacaksa. Yine doğrudur. Eğer biz ilerlemeye inanamıyorsak. İlerleme bir düzelme, bir iyileşme demektir. İnsan biteviye değişen durumlar karşısında hep aynı kalır, oysa bir seçim değişen bir durum içinde yine hep bir seçimdir. Köleliği savunanlarla kaldırmak isteyenler arasında, -diyelim Amerika iç savaşında-, bir seçim yapılabildiği zamandan beri ahlak problemi değişmemiştir, bugünkü Fransa’da M.R.P. ile Komünist Partisi arasındaki seçme konusunda da durum aynıdır. Ama yine de bir hüküm vermek mümkündür, çünkü yukarıda söylediğim gibi insan seçmeyi de, kendini seçmeyi de başkaları karşısında yapar. İlk başta hükmedilebilir ki, (bu belki değer yargısı olmaz da, bir mantık yargısı olur)- şu ya da şu seçim eylemi yanıltıya, şu ya da şu seçim ise gerçeğe, doğruya dayanmaktadır. Bunun gibi, bir adamın kötü niyetli olduğuna da hükmetmek mümkündür. Öyle ya, eğer insanın durumunu hür bir seçim durumu olarak kabul ettiysek, hiçbir mazeretsiz ve gerçeksiz olarak tutkularına sığınıp kendini kurtarmaya çalışan bir adamı neden kötü niyetle suçlamayalım? Çünkü o böylece kendine bir alın yazısı uydurmak istemektedir. Burada şöyle denilebilir. İnsan kendini neden kötü niyetle seçiyor? Cevabım: Ben onu ahlak bakımından yargılamıyorum, yaptığım yalnızca kötü niyetini bir yanıltı olarak belirtmektir. Burada bir hakikat yargısını açıkça söylemeliyiz. Kötü niyet besbelli bir yalandır, çünkü eksiksiz bağlanış özgürlüğünü perdelemektedir. Aynı görüşün bir gereği olarak şunu da söyleyeyim: Eğer önümde belli değerler bulunduğunu açıklamayı seçersem, bu da bir kötü niyet olur. Onları hem ister, hem de onlar kendilerini bana zorladılar, dayattılar dersem kendimde çelişmeye düşmüş olurum. Ama bana denirse ki: “Ben bilerek kötü niyetli olmak istiyorum”, o zaman da cevabım şudur: Öyle olmanıza hiçbir engel yoktur, ama sizin öyle olmanız hiç değilse tam tutarlı olmak hah (tutumunu), bir iyi niyet (saflık) halidir. Ayrıca bir ahlak hükmü de verebilirim. Bilirsem ki, özgürlük bütün somut durumlar içinde yine kendisinden başka bir amaç güdemez, bırakılmışlığı içinde kendine gelen (bilinç kazanan) insan değerler yaratır, -o zaman yalnız bir şey isteyebilir demektir: Bütün değerlerin temeli olan hürriyeti, özgürlüğü… tabii bu çıplak, soyut hürriyet isteği değildir. Burada hürriyetin anlamı iyi niyetli insanların tutum ve davranışlarında tam özgür olmaları adam belli, somut amaçlar güdüyordur. Bu amaçlar, soyut bir hürriyet istemini içerir. Ancak bu hürriyet başkalarıyla paylaşılmayı da gerektirir.

Biz hürriyet için hürriyet isterken, her özem ve bireysel durumda serbest olmayı göz önünde tutmak isteriz ve bilmekteyiz ki, bu tamamıyla başkalarının hürriyetine bağlıdır, tıpkı başkalarının hürriyeti bizimkine bağlı olduğu gibi, insanın hürriyeti tanım (definiton) olarak başkasına bağlı olamaz şüphesiz, ama nerde bir. kendi kendini bağlama varsa, orada kendiminki ile birlikte başkalarının hürriyetini gözetmedikçe kendiminkini de gözetemem. Şu halde, tam bir doğruluk ve içtenlikle bir yol anladım mı ki, insan varlığı özünden önce gelen bir yaratıktır; öyle özgür bir varlık ki, her çeşit koşullar içinde hürriyetten başka bir şey isteyemez: O zaman ben de başkalarının hürriyetinden başka bir şey isteyemeyeceğimi anlamış olurum. Böylece hürriyetin kendi özünde içerik bulunan bu hürriyet istemi adına varlıklarının tüm nedensizliğini ve tüm hürriyetini saklamak isteyenler üzerine pekala hüküm verebilirim. Ciddilik ruhu ile, ya gerekirci (determinist)mazeretlerle tüm hürriyetini örtmek isteyenleri korkaklar diye; ötekileri, varlıklarını zorunlu imiş gibi göstermek isteyenleri, -oysa insanın yeryüzünde görünmesi bile sadece olumsaldır-, ise mundarlar kirlozlar diye çağıracağım. Şu var ki, gerek korkaklar, gerek kirlozları ancak eksiksiz doğruluk ve içtenlik ile yargılayabiliriz.

Ahlakın özü (içeriği) böyle değişken ise de bu ahlakın yine de genel bir biçimi (formu) vardır. Kant, hürriyetin hem kendini, hem başkalarının hürriyetini gerektirdiğini söyler. Buna diyecek yok, ama ona göre biçimsel ile evrensel bir ahlakı kurmaya yeter. Biz ise, davranışı belirtmek isteyen soyut ilkelerin havada kaldığını düşünmekteyiz. Fransız gencini biryol daha aklımıza getirelim: Neyin adına, hangi büyük ahlak kuralına dayanarak annesini bırakıp gidecek, ya da yanında kalacaktır? burada hüküm vermeyi mekanik olarak sağlayacak hiçbir araç yoktur. Öz (içerik) hep somut olarak meydana çıktığından, önceden görülemez, daima buluşa yer vardır. Önemli olan bu özel buluş çabasının özgürce harcanıp harcanmadığıdır.

Şimdi şu iki örneği gözden geçirelim:

a -“Mill On The Floss” Örnegi

Bu örneklerin ne ölçüde birbirine uygun olduğunu kendiniz göreceksiniz. İngiliz şairi George Eliot’nun “Floss’daki Değirmen” adlı romanında Maggie Tulliver adında genç bir kız vardır ki, tutkunun değerini temsil eder ve kendisi de bunu bilir. Kız, Stephen adında bir delikanlıya tutkundur, ama o silik bir kızcağızla nişanlıdır. Maggie Tulliver, kendini tutkusuna verip yalnız kendi mutluluğunu düşünecek yerde, insanca bir dayanışma ve hoşgörü ile sevdiği adamdan vazgeçer.

b -“Chartreuse De Parme” Örnegi

Stendhal’in “Chartreuse de Parme” romanındaki kız Sanse-verine ötekinin tam tersini düşünerek, insanın gerçek değerini yalnız tutkuda buluyor ve büyük bir aşkın kurban istemesini pek tabii görüyor, böylesi bir sevginin Stephen ile aptal kızı birleştirecek olan evlenme bayağılığına feda edilemeyeceği kanısında. Böyle bir durumda hiç kuşkusuz kendi saadetini gerçekleştirmeye bakar, ötekini hiç umursamazdı. Nitekim, Stendhal’in gösterdiği gibi, gerekince tutku uğruna kendini kurban etmekten çekinmez.

Burada yine birbirine karşıt iki ahlak bulmaktayız. Ben diyorum ki, bu iki ahlak birbirine eşit değerdedir. Her iki halde de hürriyet amaç olarak alınmıştır. Etki bakımından aynı türden iki tutum düşününüz: Kızın birisi gönül alçaklığı edip aşkından vazgeçiyor. Ötekisi cinsel içgüdüden kalkarak sevdiği erkeğin nişan bağını umursamıyor. Bu her iki davranış dış görünüşüyle yukarıda belirttiklerimize benzese de, özü bakımından çok farklıdır. Sanseverina’nın davranışı kaygısız bir yırtıcılıktan daha çok, Magge Tulliver’in davranışına yakındır. Serbest bağlanış alanında kalarak her seçim mümkündür.

Bize yöneltilen üçüncü itiraz da şudur: “Bir elinizle verdiğinizi ötekiyle geri alıyorsunuz. Bu demektir ki, aslında değerlerin ciddiye alınmasına imkan yoktur, çünkü onları siz seçiyorsunuz.” Ne yazık ki, bu gerçekten öyledir. Tanrı baba aradan çıkınca değerleri bulacak başka birisini aramak gerekir. Her şeyi olduğu gibi almalıdır. Üstelik, değerleri bizim bulduğumuzu söylemek şundan başka bir anlam taşımaz: Hayatın önsel bir anlamı, bir hikmeti yoktur. Siz yaşamadan önce hayat hiçtir. Ona bir anlam kazandırmak sizin işinizdir, değer denilen şeyde sizin seçeceğiniz anlamdan başka bir şey değildir.

Bundan anlıyorsunuz ki, bir insan topluluğu yaratmak oluşludur, olanaklıdır. Ekzistansiyalizm bir hümanizma mıdır, sorusunu ortaya attığım için bana çıkıştılar. Dediler ki: Siz “La Nau-Nasee” romanınızda “Hümanistler”in haksız olduğunu yazdınız, hatta onun bir tipiyle alay ettiniz, şimdi nasıl ona dönüyorsunuz?

Gerçekte, hümanizmin iki anlamı vardır. Bu kavram altında bir teori var ki, insanı son amaç ve en yüksek değer olarak alır. Bu anlamda hümanistlik, sözgelimi Cocteau’da vardır: 30 Günde Dünya Turu adlı hikayesinde, uçakla dağları aşıp giden birisini “İnsanoğlu bir harikadır!” diye bağırttığı zaman. Bunun anlamı, uçağı ben icat etmediğim halde ondan yararlandığım için insan olarak gurur duyuyor, yalnız birkaç kişinin başardığı bir işten kendimi sorumlu sayıyorum. Bu, insana belirli birkaç kişinin yüksek başarısı için şeref ve değer payı ayrılması demektir. Bu çeşit “hümamzma”-saçma-dır. Çünkü, insan köpek ve at verebilirdi, ama zannedersem onlar şu ana değin bundan sakınmışlardır. İnsanın insanoğlu üstüne böyle bir yargı düşürmesi bizce değersizdir, ekzistansiyalist ona böyle bir hak tanımaz. Ekzistansiyalist, insanoğlunu hiçbir zaman bir amaç, bir erek sayamaz, çünkü insan teker teker yaratılacak bir varlıktır. Biz A. Comte’in istediği gibi insanlık için bir tapınca (kült) yapılabileceğini de hiç sanmıyoruz. Bu çeşit bir hümanizma bizim umudumuzda değil.

Ama bir başka “hümanizma” vardır ki, özeti şudur: İnsan sürekli olarak kendi dışındadır, o kendini tasarlayarak, kendi dışında kendini yitirerek kendini var eder, insanı bulur. Öte yandan aşkın (trancendent) amaçlar peşinde koşarak varoluşa kavuşur. İnsan işte bu sınırı aşmadır, nesneleri kavraması ancak bu aşmaya göredir, yalnız bu sayede tam ortada, bu aşmanın göbeğinde bulunur. Ancak hümen bir evren vardır. Hümen benlik evrenin dışında hiçbir şey yoktur!

İşte aşkınlığın, insan varlığını korumak anlamında bu bağlanışı (Tanrının aşkınlığı anlamında değil, sınır aşıp geçmek anlamında) benliğin, insan kendi içinde kapalı olmayıp her zaman bir hümen evrende hazır olduğu anlamında bu bağlanıştır ki, ekzistansiyalist hümanizma adını alır. Biz insanoğluna kendinden başka kanun koyucu olmadığını, bırakılmışlığı içinde kendi kendini yargıladığını hatırlatıyor ve gösteriyoruz ki, insan kendi üstüne katlanmak suretiyle değil, daima kendi dışında bir amaç aramak: şu ya da bu kurtuluş, şu ya da bu-özel gerçekleşmeyi mümkün kılan bir amaç aramak suretiyle varolabilir; insan ancak bu yoldan insanca varoluş niteliği kazanabilir.

Ekzistansiyalizm, tutarlı bir “tanrı-tanımazlık” tutumundan gerekli bütün mantık sonuçlarını çıkarma denemesidir, yoksa insanı umutsuzluğa düşürmek için uğraşmaz. Ama Hıristiyanlar “gibi, her inanmazlık tutumunu umutsuzlukla bir sayarsak, o zaman ekzistansiyalizmin ilk-umutsuzluktan yola çıktığını söyleyebiliriz. Ne var ki, ekzistansiyalizm Tanrının yokluğunu kanıtlamakla yetinmez; bir Tanrı bulunsaydı bile durum değişmezdi, der. İşte bizim görüşümüz budur. Bu sözle Tanrının varlığına inandığımızı değil, yalnız sorumuzun Tanrı varlığı, ya da yokluğu ile ilgili bulunmadığını söylemek istiyoruz. İnsan kendini yeniden bulmalıdır, Onu kendinden kurtaracak hiçbir güç bulunmadığına inanmalıdır. Tanrının varlığı için güvenilir bir kanıt bulunsaydı bile, insan için durum değişmezdi.

Bu anlamda ekzistansiyalizm bir iyimserliktir, bir eylem öğretisidir. Hıristiyanlar kendi umutsuzluklarını bize mal ederek ekzistansiyalistleri umutsuzlar diye damgalamaya boşuna uğraşmasınlar!

Materyalizm ve Devrim | Ahlak ve Estetik – Jean-Paul Sartre

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments