Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazartesi, Kasım 4, 2024
No menu items!
Ana SayfaBilimBilim ( Genel )Geçmiş Zamanlara İlk Gezi - İnsan Nasıl İnsan Oldu | M.İlin -...

Geçmiş Zamanlara İlk Gezi – İnsan Nasıl İnsan Oldu | M.İlin – E. Segal

Geçmiş Zamanlara İlk Gezi

Bizon ve mamut avcılarının yaşadıkları yerlerde en çok iki taş alete rastlanır. Bunlardan biri, iki ucu sivri bir üçgen, diğeriyse yarım daire şeklinde keskin bir levhadır. Bu aletlerin başka başka işlerde kullanıldığı besbellidir. Yoksa bu kadar farklı olmazlardı. Bu aletlerle ne işler görüldüğünü nasıl anlamalı? Aletler gözden geçirilince bazı şeyler anlaşılabilir, ama en iyisi zihnen taş devrine dönüp insanların taş aletlerle neleri ve nasıl işlediklerini görmektir. Romanlarda sık sık: “On yıl geriye dönelim” gibi sözlere rastlanır. Romancılara kim ne diyebilir? İstedikleri şekilde dönebilirler. Üstelik kahramanları hakkında da istediklerini yazmakta serbesttirler.

Peki, yazdığımız bu gerçek hikâyede biz nasıl hareket etmeliyiz? Uydurmaya hakkımız yok. Sonra bizim on yıl değil, on binlerce yıl geriye dönmemiz gerekiyor. Yine de, Taş Devri’ne dönmek mümkündür. Taş Devri’ne gitmek isterseniz, her şeyden önce yanınıza uzak yolculuklarda gerekli olan şeyleri almalısınız. Başta çadır gelir. Çadır; katlanabilir bambu değnekler, yere bağlandığı kazıklar ve bunları çakacak çekiçle birlikte, küçük bir çantaya sığar. Çadırdan başka daha bir yığın şey gerekir: Başınızı güneşten koruyacak bir şapka, balta, tencere, gazocağı, matara, kaşık, pusula ve harita. Bütün bunları bir bavula yerleştirip yanınıza silah da aldıktan sonra (Taş Devri’nde avlanmadan geçinilemez) en yakın limana gidip gemiye bilet almak kalır.

Ancak bilet alırken Taş Devri’ne gideceğinizi söylemeyin. Söylerseniz, gemiye bineyim derken tımarhaneye düşersiniz. Bilette: “Taş Devri’ne gidiş-geliş” sözleri yerine, basbayağı başka bir yazı olacak: “Melbourne”. Bu biletle Avustralya’ya giden transatlantiğe binebilirsiniz. Birkaç hafta sonra gemi sizi gezinizin amacı olan yerlere ulaştıracak. Bütün mesele şu ki, XX. yy.’da bile insanlar bazı yerlerde, mesela Avustralya’da, taş aletler kullanırlar. Uzak geçmiş zamanlara gidilemeyeceğine göre, dünyamızda bugün de aynı şartlarda yaşanan bir yere gidilebilir. Bilginler insanların eski çağlarda nasıl yaşadıklarını öğrenmek istedikleri zaman böyle yaparlar. Avustralya’da bugüne kadar taş aletleri kullanan insanlar yaşamaktadır.

Bunların nasıl çalıştıklarını görebilmek için, yaşadıkları yerlere gitmeliyiz. Avustralyalı avcıların yaşadıkları yerlere giden yol, yer yer dikenli çalılıklarla kaplı, susuz, çorak steplerden geçip kıtanın içerilerine doğru götürür. Irmak kıyılarında bulunan ağaçların altında, ağaç kabuğu ve dallardan yapılmış kulübeler göreceğiz. Kulübelerin yanında çocuklar oynaşır, kadın ve erkekler çalışır. Saçı sakalı uzamış bir ihtiyar, avda vurulmuş bir kangurunun derisini yüzer. İhtiyarın elinde üçgen şeklinde bir taş bıçak görürüz. Bize bu uzun geziyi yaptıran şey de işte bu taş aletin ta kendisidir.

Çağdaş Avustralya yerlileri elbette ilkel değiller. İlkel insanlarla aralarında binlerce kuşak var. Kullandıkları taş aletler, geçmişin kalıntıları olup bize birçok şeyi aydınlatabilir. Avustralya yerlilerinin çalışmalarına dikkat edilirse, taş üçgenin avcı silahı olduğu görülür. Üçgen biçimli böyle bıçaklarla avda hayvan öldürülüyor, derisi yüzülüp bağırsakları temizleniyor. İkinci eski alet, yani yarım daire şeklindeki bıçağı görebilmek için daha da uzaklara, Avustralya’nın güneyindeki Tazmanya Adası’na gitmek gerek. Orada kadınlar böyle bıçaklarla, pek uzak olmayan bir geçmişe kadar elbise biçer, deri yüzer ve keserlerdi. Aletler arasındaki bu işbölümü, insanlar arasındaki işbölümünü gösterir ki bu, daha avcılıkla geçinen ilkel insanlarla başlamıştı.

Daha çok iş çıkarabilmek için, bir işbölümü gerekiyordu. Erkekler avlanırken, kadınlar boş durmuyor, kulübe kuruyor, elbise dikiyor, kök topluyor, yiyecek hazırlıyorlardı. Yaşlılarla gençler arasında da işbölümü vardır. Bin Yıllık Okul
Her iş ustalık ister. Ama onu bir kimseden öğrenmek gerekir. Eğer her dülger baltayı, bıçkı ve rendeyi kendisi bulmak, üstelik bunlarla nasıl işlemek gerektiğini düşünmek zorunda olsaydı dünyada tek bir dülger bulunmazdı. Coğrafya öğrenmek için herkesin dünyayı dolaşması, Amerika’yı yeniden keşfetmesi, Afrika’yı incelemesi, Everest Tepesi’ne tırmanması gerekseydi ve bütün bunları birer birer anlatsaydı, buna bir insanın ömrü yetmezdi. İnsanların gittikçe daha çok şey öğrenmesi gerekiyor. İki yüz yıl önce on altı yaşında profesör olanlar vardı. Sovyetler Birliği’nde yalnız lise öğrenimi tam on yıldır. Ve ileride daha uzun süre okumak zorunluluğu baş gösterecek herhalde. Çünkü her yeni yıl, bilime birçok yenilik getiriyor. Üstelik bilimlerin sayısı da artıyor. Bir zamanlar yalnızca fizik vardı. Oysa şimdi jeofizik, astrofizik var. Önceleri yalnız kimya vardı, bugünse jeokimya, biyokimya ve ziraat mühendisliği de var. Yeni buluşların etkisiyle bilimler, canlı hücreler gibi gelişip çoğalıyorlar.

Taş Devri’nde bilim diye bir şey yoktu. İnsan tecrübesi yeni yeni birikmeye başlamıştı. İnsanın emeği de şimdiki gibi bileşik değildi. Bunun için, öğrenmeye az zaman harcanıyordu. Ama o zaman da öğrenmek gerekliydi. Vahşi hayvanların izini gütmek, vurulan hayvanın derisini yüzmek, kulübe kurmak, taş bıçak yapmak, bütün bunlar hüner ve ustalık isterdi. Hüner, ustalık nereden alınırdı? İnsan, usta olarak doğmaz, ustalık sonradan öğrenilir. İnsanın hayvandan ne kadar uzaklaştığı, ondan ne kadar farklı olduğu asıl burada görülür.

Hayvanlar, derilerinin rengi ya da gövdelerinin şekli gibi, doğal aletleri ve bunları kullanma yetisini de ana babalarından soyaçekim yoluyla alırlar. Domuzun toprak kazmayı öğrenmesine lüzum yoktur. Çünkü burnu bu işe elverişli bir şekilde doğar. Kemirgenler de ağaç kemirmeyi ve kesmeyi kolayca öğrenirler. Çünkü kemirmeye ve kesmeye elverişli dişleri vardır. Bunun için hayvanların ne aletleri vardır, ne de okulları. Ördek yavrusu yumurtadan çıkar çıkmaz, sinek ve yengeç avlamaya başlar.

Oysa bunu kendisine kimse öğretmemiştir. Yabancı kuşların yuvalarında, ana babadan uzak büyüyen guguk kuşu yavruları, sonbaharda yalnız başlarına yola çıkar ve Afrika yolunu elleriyle koymuş gibi bulurlar. Hayvanlar, ana babalarından birtakım bilgiler alırlarsa da bunlar için okul, şüphesiz söz konusu olamaz. İnsana gelince iş değişir. İnsan, aletlerini kendisi yapar, onlarla doğmaz. Bunun için de onları kullanma yetisini, ana babasından miras olarak değil, öğretmenlerinden ve tecrübe sahibi insanlardan alır. İnsan, gramer kurallarını ve aritmetik problemlerini çözme usullerini doğuştan bilseydi, bu tembellerin pek hoşuna giderdi herhalde. O zaman insanların okula ihtiyaçları kalmazdı, ama bu da insanın pek yararına olmazdı. Okulsuz hiçbir şey öğrenilemez. İnsana özgü hüner ve yeti, bir noktada donup kalır, bir sincabınkinden farksız olurdu. Bereket versin insan, hazır hüner ve yetilerle doğmaz. Öğrenir ve öğretir: Her kuşak, insanlığın ortak tecrübe hazinesine yeni bir şeyler katar. Böylece tecrübe gittikçe artar.

İnsanlığın bilgi sınırları gittikçe genişliyor.

İnsanı insan yapan, ona bilim, teknik, sanat ve kültür veren, hep o bin yıllık okul, yani emek okuludur. İnsan bin yıllık okulda öğrenime taş devrinde başlamıştı. Tecrübeli avcılar, gençlere zor avcılık mesleğini, yani yabani hayvanların toprak üzerinde bıraktıkları izleri tanımayı, ürkütmeden ava nasıl yaklaşmak gerektiğini öğretegelmişlerdir. Av ustalık ister ama şimdi avcı olmak daha kolaydır. Bunun bir nedeni artık avcıların silahlarını kendilerinin yapmamalarıdır. Taş Devri’ndeyse topuzundan bıçağına ve mızrak uçlarına kadar her şeyi kendileri yaparlardı. Bu işte yaşlı bir usta, gençlere çok şey öğretebilirdi.

Ev işlerinde de bilgi ve tecrübe gerekti. Kadın, ev işlerinden başka, kulübe kurmayı da becermeliydi. Odun kesmeyi de, terziliği de. Her insan topluluğunda, ömürleri boyunca edindikleri iş tecrübelerini gençlere aktaran, bilgili, yaşlı erkekler ve kadınlar olmuştur. Peki, ama kendi ustalığını, bilgi ve tecrübesini, insan başkasına nasıl verebilir? Göstermek ve anlatmakla. Bunun içinse dil gereklidir. Hayvanların yavrularına, doğal birer alet olan pençe ve dişlerinden faydalanmayı öğretmeleri gerekmez. Bunun için de hayvanların konuşmayı becermeleri hiç de gerekli değildir. İnsan için konuşmak zorunluydu. Dil, hem ortaklaşa çalışma, hem de yaşlıların tecrübe ve ustalıklarını gençlere öğretmeleri için gerekliydi.
Peki, Taş Devri insanı nasıl konuşurdu?

Dilsiz Dil

Mağaraların derinliklerinde, ilk insanın avlanırken yaşadığı yerlerde, çoğu zaman insanın kendisi de, daha doğrusu kalıntıları da bulunur. 1924 yılında, Simferopol şehri yakınlarındaki Kiik-Koba adlı mağarada Sovyet arkeologları, ilkel bir insanın kemiklerini buldular. Bu insan, mağaranın ortasında eşkenar dörtgen biçimli bir mezara gömülmüştü. Yine aynı mağarada, geyik kemikleri ve taş aletler de bulundu. Taş Devri’nin başlangıcında yaşamış olan insanlara ait böyle bir konut, Özbekistan’daki Teşik Taş mağarasında da bulunmuştu.

İlk avcılar burada bir dağ geçidinin yamacına yerleşmişlerdi. Başlıca avları kolay kolay yakalanamayan dağ keçisi olduğuna göre bunlar çok çevik ve atik olmalılardı. Teşik Taş mağarasında, taş alet ve hayvan kemiklerinden başka sekiz yaşlarında bir çocuğun kafatasıyla kemikleri de bulunmuştu. Taş Devri’nin başlarında yaşamış olan insanların kalıntıları yalnız Sovyetler Birliği’nde değil birçok yerde, Amerika kıtası hariç bütün kıtalarda bulunmuştur. Bu devre ait kalıntılardan biri Neander Irmağı vadisinde bulunduğu için, bilim adamları devrin insanlarına “Neandertal insanı” derler.

Kahramanımıza biz de “Neandertal insanı” diyeceğiz. Kendisine yeni bir ad vermek gerekiyor, çünkü onu pithecanthropus erectus’tan ayıran yüz binlerce yıl içinde değişmiştir. Beli doğrulmuş, elleri daha çevikleşmiş, yüzü insan yüzüne daha çok benzemeye başlamıştır. Yazarlar kahramanlarının dış görünüşlerini bütün ayrıntılarıyla, şunlara benzer sözlerle tasvir ederler: “Alev alev yanan gözler”, “mağrur kartal burnu”, “karga kanadı gibi kara saçlar”. Kahramanın kafatası hacmi üzerinde durmak akıllarından bile geçmez.

Bizim tutumumuzsa bambaşka. Kahramanımızın kafatası hacmi bizim için birinci derecede önemlidir, bizi gözlerinin renginden ve saçlarının parıltısından daha çok ilgilendirir. Neandertal insanının kafatası üzerinde yapılan incelemeler beyninin,
pithecanthropus erectus’unkine oranla büyümüş, gelişmiş olduğunu göstermiştir. İnsanın bin yıllar boyunca yaptığı çalışmaları boşa gitmemiş, kendisini, hele ellerini ve kafatasını baştan başa değiştirmiştir. Çünkü hep kafa buyurmuş, eller çalışmıştır.

İnsan, bir taş parçasına keski biçimini vermeye uğraşırken, kendisi farkına varmadan parmakları da değişiyor, daha çevikleşiyor, daha ustalaşıyordu. Aynı zamanda beyni de değişe değişe bileşik bir şekil alıyordu. Neandertal insanına bir göz atsaydınız, maymun olduğu aklınıza gelmezdi. Oysa yine de maymuna çok benzerdi. Dar alnı, bir siper gibi gözlerinin üzerine sarkmıştı. Eğri dişleri ileriye doğru çıkıktı. Neandertal insanını çağdaş insandan ayıran, alnı ve çenesiydi. Alnı arkaya
doğru eğik, çenesiyse var mı, yok mu belli değildi.

Hemen hemen alınsız olan bu kafatasında, çağdaş insanın beyin kısımlarından bazıları eksikti. Alt çene de henüz konuşmaya elverişli değildi. Böyle bir alna ve çeneye sahip olan insan, şimdiki insan gibi düşünüp konuşamazdı. Neandertal insanının da konuşması gerekiyordu. Bunu gerektiren, benzerleriyle ortaklaşa çalışmalarıydı. Çünkü insanlar birlikte çalıştıkları zaman, işle ilgili şeylerde hiç olmazsa biraz olsun birbirlerini anlamalıydılar. İnsan, çenealtı bölgesinin ve çenesinin gelişip konuşmaya elverişli hale gelmesini bekleyemezdi. Çünkü bu, binlerce yıl isterdi. Peki, ama insanlar nasıl anlaşıyorlardı?

Tüm vücutlarıyla. Henüz bir özel konuşma organları olmadığı için, bütün vücutları konuşurdu; yüzünün adaleleri, omuzlar, ayaklar ve en çok da eller. Köpekle hiç konuştuğumuz olmuş mudur? Köpek, sahibine bir şeyler anlatmak istediği zaman, onun gözlerine bakar, onu burnuyla iter, ayaklarını dizlerine koyar, kuyruğunu sallar, gerinir, esner. Köpek konuşmayı beceremez, bunun için de burnundan kuyruğunun ucuna kadar bütün vücuduyla konuşmak zorunda kalır.
İlk insanlar da sözlerle konuşmayı bilmezlerdi. Ama başka insanlarla anlaşmaya yardım eden elleri vardı.

İnsan, “kes” diyeceğine bu anlamı ifade eden bir şekilde elini sallardı; “ver” diyeceğine avucunu uzatır; “buraya, beriye gel” yerine de parmağını kıvırarak işaret ederdi. Sesi de ellerine yardım eder, karşısındakinin dikkatini jestlerine çekmek için bağırır, böğürürdü. İyi, ama bunları nereden biliyoruz? Toprak altında bulunan her taş alet parçası, geçmişin bir kısmıdır. Ama jestlerin “parçaları”nı, yani kalıntılarını nerede bulmalı? Çoktan çürümüş olan ellerin hareketlerini nasıl tasavvur etmeli? Atalarımız olan eski insanlar, biz çağdaş insanlara az çok bir şeyler miras bırakmamış olsalardı, bu elbette imkânsız olurdu.

Jestlerle İfade Edilen Anlamlar

Bir zamanlar Leningrad’a bir Kızılderili gelmişti. “Delik burunlar” anlamına gelen, Nemepu adlı kabileye mensup olan Kızılderili, dış görünüşünde Fenimor Kuper’in, savaş baltalarıyla silahlı Kızılderililerine benzemiyordu. Amerikalı misafir ne makosen ayakkabı giymiş, ne de başını kuş tüyleriyle süslemişti. Sırtında herkesin giydiği gibi elbiseler vardı. Kızılderili lisanını zaten biliyor ve İngilizceyi de ana dili gibi mükemmel konuşuyordu. Bu iki dilden başka, Kızılderililer arasında kullanılan çok eski zamanlardan kalmış üçüncü bir dil de biliyordu.

Bu dil, dünyanın en basit dilidir. Bunu öğrenmek için gramer kurallarını bilmeye gerek yok. Bu dilde, çoğumuza güç gelen fiil çekimlerinin adı bile yoktur. Telaffuzu öğrenme işi de yok, çünkü dilde kelime yok. Misafir Kızılderili’nin konuştuğu dil, esas dili değil, işaret yani hareket diliydi. Bu dilin bir sözlüğünü yapmayı deneseydiniz, aşağı yukarı şöyle bir şey çıkardı ortaya.
Jest Sözlüğünden Bir Sayfa
Ok – Bir el, gözle görünmeyen bir yayı tutar, öbür el de yayın görünmez kirişini çekiyormuş gibi işaretler yapar.
Vigvam (Kızılderili evi) – Kenetlenmiş parmaklardan meydana gelen iki taraflı, sivri dam.
Beyaz insan – Alındaki teri siler gibi hareket ki, bir şapkanın kenarını ifade eder.
Kurt – Elin iki parmağı, iki kulağa benzetilerek ileriye doğru uzatılır.
Tavşan – Bir elin iki parmağı ileri doğru uzatılır, öbür elle bir kavis çizilir ki, iki uzun kulak ve tavşanın yuvarlak vücudunu gösterir.
Balık – Avuç, dikine durumda sağa sola hareket ettirilir. Bu, yüzen balığı hatırlatır.
Kurbağa – Parmaklar birleştirilip zıplar gibi açılıp kapanır.
Bulut – İki yumruk başın üzerine kaldırılır. Bu jest, göğü kaplamış bulutları temsil eder.
Kar – Yine aynı jest. Yalnız bu kez yumruklar, kar taneciklerinin döne döne yağmasını taklit edercesine yavaşça açılır.
Yağmur – Yine aynı jest. Yumruklar açılarak birdenbire yere doğru indirilir.
Yıldız – İki parmak başın üzerinde bükülüp açılır. Bu hareket yıldızların titreyişini gösterir.
Burada her jest, her hareket havada elle çizilmiş bir tablodur.
En eski yazıların harf değil resim olmaları gibi, en eski diller de herhalde hareketlerle çizilen birer resimdir.
Çağdaş Kızılderililerin kullandığı işaret dili, elbette ilk insanların konuştukları dil değildir. Kızılderililerin dilinde, eski jestlerden başka, ilk insanlarda bulunması mümkün olmayanlar da vardır. Örneğin Kızılderililerin diline son zamanlarda girmiş jestlerden birkaçını alalım:
Otomobil – İki el, ilkin tekerleklerin dönmesini taklit eder, sonra direksiyonu çeviriyormuş gibi yapar.
Katar – Yine dönen iki tekerlek hareketi ve lokomotifin bacasından duman çıkmasını taklit eden el hareketleri.
Bu jestlerin yakın zamanlarda doğduğu şüphesizdir. Sözlükte bunlarla yan yana, ilk insanlardan kalmış oldukları pek muhtemel olan jestler de buluyoruz. Örnek:
Ateş – El aşağıdan yukarıya doğru sağa sola haraket ettirilir. Bu yükselen dumanı gösterir.
İş – Havayı dikine yaran el hareketi.
Kim bilir, belki ilk insanlar elleriyle havayı yardıkları zaman, “çalış” demek isterlerdi. Çünkü insanın ilk aleti aynı hareketi yapan keskiydi ve çalışmak, bir şeyi yarmaktan ibaretti.

Kullandığımız İşaret Dili

Jestlerle konuşma dilinden bugün de faydalanırız.
“Evet” demek istediğimiz zaman, çoğu halde bir baş hareketiyle yetiniriz.
“Orada” ve “oraya” demek istediğimiz zaman parmağımızla işaret ederiz. Hatta bunun için, “işaret parmağı” dediğimiz, konuşan özel bir parmağımız var.
Selamlaşırken başımızı eğeriz. Başımızı sallarız, omuz silkeriz, çaresizlik ifadesi olarak ellerimizi açarız, kaşlarımızı çatarız, dudak ısırırız, dudak bükeriz, elle tehdit ederiz, yumrukla masaya vururuz, ayağımızı yere vururuz, el sallarız, başımızı iki elimizin arasına alırız, elimizi kalbimize götürürüz, kucaklama anlamında ellerimizi yana açarız, elimizi uzatırız, vedalaşırken havadan öpücükler göndeririz.
İşte size içinde tek bir söz olmayan bir konuşma.
Ve bu “dilsiz dil”, jest dili hiç unutulmuyor. Çünkü bu dilin bazı avantajları var. Bazen uzun bir konuşmayla anlatılamayan birçok şey tek bir hareketle anlatılabilir. İyi bir aktör bazen yarım saat tek bir söz söylemez, ama kaşları, gözleri, dudakları yüzlerce sözü anlatır.
Bayraklar aracılığıyla iki gemi arasında nasıl konuşulduğunu görmüşsünüzdür. Bu konuşma usulü olmasaydı, rüzgârın ve dalgaların uğultusunu, bazen de top seslerini bastırabilmek için ne güçlü bir ses gerekirdi. Kaldı ki, böyle hallerde kulağın da insana pek faydası olmaz. O zaman iş gözlere düşer.
Binlerce yıl yaşadığına ve insanlara bugün de gerekli olduğuna göre, işaret dilinin hiç de kötü bir dil olmadığı anlaşılıyor.
Sesli dil, eski işaret dilinden üstün gelmiş, ama onu büsbütün söküp atamamıştır. Mağlup olan dil, üstün gelenin hizmetine girmiştir. Birçok halkta işaret dilinin, uşaklar gibi başkalarına bağımlı olanların dili olarak kalması sebepsiz değildir.
Kafkasya’da, bazı Ermeni köylerinde devrime kadar kadınların yabancı erkeklerle, bildiğimiz ses dilinde konuşmaya hakları yoktu. Meramlarını ancak el işaretiyle anlatabilirlerdi.
İşaret dili Suriye’de, İran’da ve daha başka yerlerde de görülmüştür.
İran Şahı’nın sarayında uşaklar hareketlerle dertlerini anlatabilir, sadece kendi seviyelerindeki kimselerle sözlü konuşabilirlerdi. Bu zavallılar, kelimenin gerçek anlamında “konuşma hakkından” yoksundular.
Görülüyor ki, çoktan kaybolan geçmişin kalıntılarını, izlerini bugünkü hayatımızda da buluyoruz.

İnsan Akıl Sahibi Oluyor

Ormanda yaşayan her hayvan, her yandan gelen binlerce sese kulak verir ve binlerce işareti izler.
Bir dal çatırdaması, düşmanın yaklaştığına işaret olabilir. Kaçmaya ya da kendini savunmak için direnmeye hazırlanmak gereklidir.
Gök gürledi ya da ağaçların yapraklarını düşüren bir yel estiyse, bir deliğe ya da yuvaya gidip yaklaşan fırtınadan saklanmak gereklidir.
Çürük yaprak ve mantar kokan topraktan bir hayvan kokusu geldiyse, koku duyulur duyulmaz avı izleyip yakalamalıdır.
Her hışırtı, her koku, ot üzerindeki her iz, her çığlık ya da ıslık bir şey anlatır, bir şey ifade eder ve bir şey yapılmasını gerektirir.
İlk insan da doğadan gelen seslere kulak verirdi. Çok geçmeden bu seslerden başka, kendi topluluğundan insanların gönderdiği sesleri de anlamaya başlamıştı.
Bir avcı ormanda geyik izi bulursa, arkasından gelen öbür avcılara bunu el sallayarak bildirirdi. Arkadakiler geyiği daha görmemiş olsalar bile verilen işaret, avcıların silahlarına daha sıkı sarılmalarını ve karşılarında geyiğin çatallı
boynuzlarını görmüş gibi tetikte davranmalarını gerektirirdi.
Hayvanın yerdeki izi de bir işarettir.
Bir iz bulunduğunu bildiren el sallayış da işareti haber veren işaretti.
Avcılardan biri yerde bir iz bulduğu ya da yaklaşan hayvanın çıkardığı hışırtıyı işittiği her defasında, topluluğun öbür üyelerine bunu bildiren bir işaret verirdi.
Böylece, doğadan insana gelen işaretlere bir de söz, yani insan topluluğunun insana ilettiği “işaretleri haber veren işaret” eklendi.
İvan Petroviç Pavlov bir kitabında, insan sözünü “işaretleri haber veren işaret” olarak niteler.
Başlangıçta “işaretleri haber veren işaret”, sadece jest ve bağrışlardı. Göz ve kulakların aldığı bu “işaretleri haber veren işaretler”, bir telefon merkezine gider gibi insanın beynine giderdi. Beyin, “işareti haber veren işareti”, yani “bir hayvan yaklaşıyor” sözünü kapınca hemen; ellere, kargıyı daha sağlam tutun; gözlere, yapraklara daha dikkatle bakın; kulaklara, ormanın çatırtı ve hışırtılarına daha iyi kulak asın diye emrederdi.
Hayvan daha görünürlerde yoktu, ama insan onu karşılamaya hazırdı.
Böyle işaretler, hareketler ve bağrışlar arttıkça ve beyine gelen “işaretleri haber veren işaretler” sıklaştıkça, insanın kafasında bulunan bu “merkez istasyon”un işi de o derece artıyordu. Beyinde yeni yeni hücreler meydana geliyordu. Beyin gelişiyor, hacmi büyüyordu.
Neandertal insanının kafatası hacmi, pithecanthropus erectus’unkinden 400-500 cm3 daha büyüktür. İnsanın beyni gelişiyor, insan düşünmeyi öğreniyordu.
İnsan, güneşi hatırlatan bir işareti gördüğü zaman, gece bile olsa güneşi düşünmeye başlıyordu.
Gidip mızrağı getirmesini işaret ettiklerinde, mızrak yakında olmayıp görünmese bile, onu düşünebilir olmuştu.
Ortaklaşa çalışma insana konuşmayı, konuşma da düşünmeyi öğretmişti.
İnsan, aklını doğadan bir armağan olarak almamış, kendi emeğiyle kazanmıştır.

Dilden Dile

Daha aletler azken ve insanın tecrübesi kıtken, bu tecrübeyi başkasına iletmek için en basit işaretler yetiyordu.
Çalışma toplumsallaştıkça, jestler de toplumsallaşıyordu: Her şeyi tam olarak anlatabilecek ayrı ayrı jestler gerekmişti. Bu zorunluluk, hareketlerle ifade edilen anlamlar doğurdu. İnsan, jestleriyle hayvanın, silahın, ağacın resmini havada çizmeye başladı.
İnsan oklu kirpinin şeklini çizerken, sadece çizmekle yetinmeyip bir an için kendisi de oklu kirpiymiş gibi bir hal alıyordu. Kirpinin toprağı nasıl kazıp attığını, iğnelerini nasıl diktiğini hareketlerle tasvir etmeye başlıyordu.
Böyle bir pantomim için, zamanımızda, ancak gerçek sanatçılarda rastlanılan derin bir gözlem gücüne sahip olmak gerekir.
“Su içiyorum” dediğimiz zaman, sözlerimizden suyu nasıl içtiğimiz, bardaktan mı, şişeden mi, avucumuzdan mı içtiğimiz anlaşılmaz.
O zaman jestlerle konuşan insan, su içme fikrini belirtmek için avucunu ağzına götürür, görünmeyen suyu kana kana içiyormuş gibi yapardı. Görene de su gerçekten tatlı, soğuk ve susuzluğu gideriyor gibi gelirdi.
Biz yalnız, “avlanmak” deriz. İlk insansa işaret ve hareketlerle başından sonuna kadar tüm av sahnelerini tasvir ederdi.
İşaret dili hem fakir, hem de zengindi. Zengindi, çünkü eşya ve olayları canlı bir şekilde tasvir edebilirdi. Fakirdi, çünkü jestle, mesela sol göz de sağ göz de gösterilebilirdi, ama göz anlamını ifade etmek çok güçtü.
Jestlerle bir şeyin aslında az çok uygun tam bir tasviri yapılabilirdi, ama soyut bir kavram hiçbir jestle anlatılamazdı.
İşaret dilinin başka yetersizlikleri de vardı. Geceleri bu dille konuşulamazdı. Çünkü karanlıkta el hareketleri görülmezdi. Gün ışığında da işaret diliyle konuşmak her zaman mümkün olmuyordu.
Kırda insanlar jestlerle kolayca anlaşabiliyorlardı. Fakat ağaçtan bir duvarın avcıları birbirlerinden ayırdığı ormanlarda, jest ve işaretlerle konuşmak imkânsızlaşıyordu.
İşte o zaman sesten medet ummak gerekmişti.
İlk zamanlarda dil ve boğaz, sahibinin iradesine pek tabi olmuyordu. İnsanın dilinden, boğazından kendisinin çıkarmak istediği sesler yerine başka sesler çıkıyordu. Bunlar birbirine karışarak bağırma, böğürme ve çığlık şeklini alıyordu. İnsanın kendi diline hâkim olup açıkça anlaşılacak bir şekilde konuşmaya başlayabilmesi çok uzun sürmüştü.
Dilin ağız boşluğundaki hareketleri, jestlerin en göze çarpmayanıydı. Fakat bunların büyük bir avantajı vardı ki o da işitilebilmeleriydi.
Eve kabilesinin dilinde bildiğimiz “yürümek” yerine şu şekiller kullanılır: “Zu dze dze” emin adımlarla yürümek; “zo bula bula” hangi yolda olduğuna bakmadan acele yürümek; “zo pia pia” küçük adımlarla yürümek; “zo govu govu” başını öne doğru eğip hafifçe topallayarak yürümek.
Sesle ifade edilen birer resim biçiminde olan bu sözler, basbayağı emin adımlarla yürüyüşü, dizlerini bükmeden yürüyen bir insanın emin adımlarla yürüyüşünü bütün ayrıntılarıyla belirtiyor.
Kısacası kaç çeşit yürüyüş varsa, o kadar da ifade görülüyor.
Jestlerle çizilen resmin yerini, artık sözle ifade edilen anlamlar almıştır.
İşte insan önce jestlerle, sonra da sözlerle konuşmaya böyle alışıyordu.

İnsanı Emek Yarattı

Bir insan, bir ırmağın akıntısına karşı giderek sonunda nasıl kaynağa varırsa, biz de insan tecrübesinin kaynağına geldik.
Bu kaynakta hem insan toplumunun, hem dilin, hem de düşüncenin başlangıcını bulduk.
Bir ırmağa dökülen kollarla ırmağın daha da genişlemesi ve sularının artması gibi, insan tecrübesinin ırmağı da gittikçe genişleyip derinleşiyordu. Çünkü her yeni kuşak, tüm tecrübelerini bu ırmağa akıtıyordu.
Kuşaklar birbiri ardından geçmişe karışıyordu. İnsanlar ve kabileler iz bırakmadan yok oluyor, şehir ve köylerin yerinde yeller esiyordu. Zamanın yıkıcı gücüne hiçbir şey dayanamayacak gibiydi. Fakat insanlığın tecrübeleri kaybolmuyor, bilimde yaşamaya devam ediyordu. Dilde her söz, çalışmadaki her hareket, bilimdeki her kavram, kuşakların bir yere toplanmış tecrübesidir.
Irmağa akan sular ırmakta kaybolmadığı gibi, eski kuşakların tecrübeleri de boşa gitmemiştir. Bir zamanlar yaşamış olan insanların emeği, insanlık
tecrübesinin ırmağında, günümüz insanlarının emeğiyle kaynaşmıştır.
Irmağın kaynağına, her şeyin başlangıcına işte böyle vardık. Çalışan, konuşan, düşünen bir varlık olan insan işte böyle doğdu.
Maymun değişe değişe insan haline gelinceye kadar geçmiş olan binlerce yıla göz atarken, Friedrich Engels’in, insanı emeğin yarattığı hakkındaki sözlerini hatırlamamak imkânsız.

Geçmiş Zamanlara İlk Gezi – İnsan Nasıl İnsan Oldu | M.İlin – E. Segal

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments