Savaş sırasında bütün ülkelerin iktidarları, halkın işbirliğini sağlamak için, rüşvet verircesine, alışılmamış ödünler vermeye gerek duydular. İşçi ücretleri artırıldı, Hindulara onların da insan ve kardeş oldukları söylendi, kadınlara oy hakkı tanındı; gençlere de, yaşlıların ahlak adına onlardan hep esirgedikleri masum zevkler için izin çıktı.
Savaşı kazandıktan sonra ise galipler geçici olarak sağlanmış olan bu avantajları geri alma çabasına girdiler.
1921 ve 1926’daki kömür grevlerinde işçiler sindirildi; Hindular değişik kararlarla eski konumlarına gönderildi; kadınların oy hakları geri alınamadıysa da, Parlemento kararlarında tersi tavsiye edildiği halde evlenen kadınlar işten atıldılar. Bütün bunlar “politik” konulardır; başka deyişle, İngiltere’de bu konularla ilişkisi olan sınıfları temsil eden seçmen grupları, Hindistan’da da örgütlü pasif direnişçiler vardır. Buna karşılık, kadın olsun erkek olsun, insanların kimseye zarar vermeyen zevklerinde özgür olmaları gerektiğini savunacak örgütlü herhangi bir grup yoktur.
Bu nedenle püritenler ciddi bir muhalefetle karşılaşmamış; bu zalimliklerinin politik bir konu olduğu düşünülmemiştir.
Püriteni, şu şekilde tanımlayabiliriz: bazı eylemlerin, başkaları üzerinde gözle görülür kötü bir etkisi olmasa bile, özünde günah olduğuna; günah olduğu için de etkili her yolla -olanak varsa ceza yasası ile, bu olmazsa ekonomik baskıyla desteklenen kamuoyu yoluyla- engellenmesi gerektiğine inanan kişidir. Bu, eski çağlara ait bir görüştür; belki de ceza hukukunun doğuşu bu yüzdendir. Ancak başlangıçta yasaların faydacı temeli ile bağdaşıyordu: bazı suçların, o suçları hoşgörü ile karşılayan toplumlara karşı olan tanrıları öfkelendirdiğine, bu nedenle de toplum için zararlı olduklarına inanılıyordu. Bu bakış açısı Sodom ve Gomorrah (İncil’de halklarının günahkarlığı yüzünden ilahi yangınla harab olan iki komşu şehir.) hikayesinde somutlaşmıştır. Bu hikayeye inananlar, o şehirlerin yok edilmelerine yol açan suçları cezalandıran yasaları, faydacı nedenlerle haklı görebilirler. Ancak günümüzde püritenlerden bile bu görüşe katılanlar azdır. Londra Piskoposu bile, Tokyo’daki depreme orada oturanların belirli bir günahlarının neden olduğunu ileri sürmedi. Bu nedenle söz konusu yasalar, sadece intikam amaçlı ceza teorisi ile savunulabilir: bazı günahlar, onları işleyenlerden başkasına zarar vermese de, suçluya acı çektirmeyi görevimiz yapacak kadar iğrençtirler. Bu görüş Benthamizmin etkisiyle ondokuzuncu yüzyılda gücünü yitirmişti.
Ancak, liberalizmin gerilemesiyle yitirdiği önemi son yıllarda yeniden kazandı ve Ortaçağ’dakinden aşağı kalmayan bir acımasızlık tehlikesi,
işaretlerini vermeye başladı.
Bu yeni hareket gücünü çoğunlukla Amerika’dan almaktadır ve savaşın tek galibinin Amerika olmasının sonuçlarından biridir. Püritenizmin gelişimi ilginçtir. Onyedinci yüzyılda İngiltere’de kısa bir süre egemen olmuş; ancak, sıradan vatandaş kütlesini öylesine bezdirmiştir ki, onun tekrar hükümeti kontrol etmesine izin vermemişlerdir. İngiltere’de baskı altında kalan püritenler Amerika’da önce New England’da, sonra da Orta Batı’da koloniler kurdular. Amerikan İç Savaşı, İngiliz İç Savaşı’nın bir devamıydı. Güney eyaletleri çoğunlukla püriten karşıtlarının yerleşim bölgesiydi. Ancak İngiliz İç Savaşı’nın tersine, savaş püriten partisinin kalıcı zaferiyle sonuçlandı. Bunun sonucunda dünyanın en güçlü devleti Cromwell’in Ironside’larının görüşlerini miras alan kişilerin kontrolü altına girdi.
Püritenizmin insanlığa yaptığı hizmetleri teslim etmeden sadece kusurları üzerinde durmak haksızlık olur. İngiltere’de onyedinci yüzyıldan başlayarak son yıllara kadar krallığın ve aristokrasinin despotluğuna karşı demokrasiden yana olmuştur. Amerika’da, kölelerin özgürlüğünü savunmuş ve Amerika’nın bütün dünyanın demokrasi şampiyonu olmasına büyük katkıda bulunmuştur. Bunlar insanlığa yapılan büyük hizmetlerdir; ancak geçmişte kalmışlardır. Günümüzün sorunu, siyasal demokrasiden çok, azınlıklara özgürlük verilmesi ile düzenin bağdaştırılmasıdır.
Bu sorun püritenizminkinden değişik bir bakış açısı, ahlaki heyecandan çok hoşgörü ve yaygın bir karşılıklı anlayış gerektirir. Yaygın karşılıklı anlayış püritenlerde hiçbir zaman güçlü olmamıştır. Püritenlerin en önemli zaferlerinden, yani İçki Yasağı’ndan söz etmeyeceğim. Her ne ise, Yasak karşıtları itirazlarını pek de bir ilke sorunu yapamazlar; çünkü onların da çoğunluğu, aynı ilke sorununa yol açan kokain yasağını desteklerler.
Fanatikliğin her türüne olduğu gibi, püritenliğe yapılan pratik itiraz, bazı kötülükleri diğerlerinden çok daha kötü olarak niteleyip onların ne pahasına olursa olsun bastırılması gerektiğini savunmasıdır. Fanatik bir kişi, gerçekten kötü olan bir hareketin, eğer gerektiğinden fazla şiddetle bastırılacak olursa, daha da büyük başka kötülüklere yol açacağını görmez. Müstehcen yayınlara karşı konulmuş olan yasayı buna bir örnek olarak gösterebiliriz. Hiç kimse müstehcenlikten hoşlanmanın aşağılık bir şey olduğunu, ya da bu yayınların zarar verdiğini reddetmez. Ancak, bu yayınlar yasa yoluyla ortadan kaldırmaya kalkışılırsa birçok değerli şey de onunla birlikte yasaklanmış olur. Birkaç yıl önce, ünlü bir Hollandalı ressamın bazı resimleri bir İngiliz müşteriye postayla gönderilmişti. Posta idaresi yetkilileri, onları iyiden iyiye inceleme zevkine erdikten sonra, müstehcen olduklarına karar verdiler (Devlet memurlarının sanat değerlerinden anlaması da beklenemez). Bu nedenle onları imha ettiler; müşteri de hiçbir tazminat alamadı.
Yasa, posta idaresine postayla gönderilen şeylerden müstehcen bulduklarını imha yetkisi vermektedir; kararlarına itiraz da edilemez. Püriten yasalarla ilgili sakıncalara daha önemli bir örnek de doğum kontrolüdür. “Müstehcen”liğin kesin bir yasal tanımlamaya elverişli olmadığı ortadadır. Mahkemelerdeki uygulamada bu, “yargıcı şoke eden herhangi bir şey” anlamına gelmektedir. Doğum kontrolü konusundaki bilgiler pahalı bir kitapta uzun sözcükler ve dolambaçlı tümcelerle verilmişse sıradan bir yargıç bundan şoke olmaz; ama ucuz bir broşürde, eğitimsiz insanların anlayacağı sade bir dille anlatılmışlarsa durum farklıdır. Bu yüzden, günümüz İngilteresinde doğum kontrolü konusundaki bilgiler eğitim görmüş insanlara verilirse yasaldır; yoksul kesime verilirse de yasalara aykırıdır. Oysa bu bilgiler en çok yoksul kesim için önemlidir. Görülüyor ki, tıp kitapları gibi birkaç belirli konu hakkında yayınlanmış olanları dışında yasa, yayınlanan eserin amacını hiç dikkate almıyor. Yalnız şuna bakılıyor: eğer bu kitap edepsiz bir çocuğun eline geçerse ona zevk verir mi? Eğer verirse, içerdiği bilgilerin sosyal bakımdan önemi ne olursa olsun, hemen yok edilmelidir. Bunun sonucu olarak zorla yaratılan bilgisizliğin verdiği zarar akılalmaz ölçüdedir. Yoksulluk, kronik kadın hastalıkları, sakat çocuk doğumları, aşırı nüfus artışı, püriten yasa koyucularca, birkaç yaramaz çocuğun olası zevklerinden daha önemsiz kötülüklerdir.
Yürürlükte olan yasanın yeterince etkili olmadığı da düşünülmektedir. The Times gazetesinin 17 Eylül 1923 tarihli sayısında yazıldığı gibi, Milletler Cemiyeti’nin gözetiminde düzenlenen Müstehcen Yayınlar Uluslararası Konferansı, Amerika’da ve Milletler Cemiyeti’ne üye bütün ülkelerde yasaların daha sertleştirilmesi yolunda tavsiye kararı almıştır. Anlaşıldığına göre bu hayırlı çalışmanın en gayretli üyesi de İngiliz delegesidir. Çok geniş kapsamlı yasalar için gerekçe olarak kullanılan bir başka konu da beyaz kadın ticaretidir. Buradaki gerçek kötülük çok ciddidir ve tam anlamıyla ceza hukuku kapsamına girer. Gerçek kötülük, cahil genç kadınların yalan vaadlerle yoldan çıkarılıp, sağlıklarının çok ciddi tehlikelere açık olduğu, kölelik koşullarına sürüklenmeleridir. Bu, temelde bir Çalışma sorunudur.
İşyeri Güvenliği Yasası’nda, Yük Vagonları Yasası’nda olduğu gibi ele alınmalıdır. Ancak bu konu, beyaz kadın ticareti kötülüklerinin hiç söz konusu olmadığı durumlarda da, kişisel özgürlüklere yapılan çirkin müdahalelere mazeret olarak kullanılmıştır. Birkaç yıl önce İngiliz gazetelerinde, birisinin bir fahişeye aşık olup onunla evlendiği haberi çıkmıştı. Habere göre, bir süre mutlu yaşadıktan sonra kadın eski mesleğine dönmeye karar verir. Bunu ona kocasının önerdiği, ya da bu işi onayladığını belirten hiçbir kanıt yoktur; sadece, kocasının hemen kavga çıkarıp onu kapı dışarı atmadığı bilinmektedir. Adam bu suçundan dolayı kırbaçlanıp hapse atılmış, cezası da o zamanlar yeni yasalaşmış olan ve hala yazılı yasalar sicilinde yer alan bir yasaya göre verilmiştir.
Amerika’ya gelince, benzer bir yasaya göre metres tutmak yasaya aykırı değil, ama onunla bir eyaletten bir başkasına seyahat etmek yasaya aykırıdır. Bir New Yorklu, metresini Brooklyn’e götürebilir, ama Jersey City’ye götüremez. Sade vatandaş için bu iki eylem arasındaki ahlaksızlık farkını anlamak zordur.
Milletler Cemiyeti de bu konuda daha sert yasalar getirilmesine çalışmaktadır. Bir süre önce Milletler Cemiyeti Komisyonu’ndaki Kanada delegesi, yaşı ne olursa olsun bir kadının, kocası ya da anne veya babasından biri eşlik etmedikçe, vapur yolculuğu yapmasına izin verilmemesini önerdi. Bu öneri kabul edilmedi; ancak hangi yolda ilerlediğimizi çok iyi gösteriyor. Bu tür eylemler bütün kadınları “beyaz köle”ye indirgemektedir. Kadınlar, bazılarının “ahlaksızlık” amacıyla kullanma riski olmadan, hiçbir özgürlüğe sahip olamazlar. Bu reformcuların tek mantıksal amacı çarşaf peçe olabilir.
Püriten görüşe karşıt olarak ileri sürülen daha genel bir görüş daha var. İnsan doğası değişmediği sürece, insanlar yaşamdan biraz zevk almak arzusundan vazgeçmezler. Zevkleri, pratik olarak, kabaca iki gruba ayırabiliriz: temelde duygulardan kaynaklananlar ve temelde zihinsel olanlar. Geleneksel bir ahlakçı birincileri aşağılayarak ikinci tür zevkleri üstün tutar; ya da, daha doğrusu, ikincileri zevk olarak düşünmediği için aşağılar. Onun bu sınıflandırması, kuşkusuz, bilimsel açıdan savunulamaz; zaten çoğu durumda kendisi de kuşku içindedir. Sanattan duyulan haz duygusal mıdır, yoksa zihinsel mi? Platon ve bazı rahipler gibi gerçekten hoşgörüsüzce, sanatı in toto (tümüyle) reddeder.
Az çok geniş görüşlü ise, bir “ruhani amaç”a yönelik olması koşuluyla, sanatı hoşgörüyle karşılar; bu da genellikle kalitesiz sanat demektir. Tolstoy bu görüştedir. Evlilik de başka bir sorunlu konudur. Katı ahlakçılar onu esefle karşılarlar; daha az katı olanlar, genellikle hoş olmadığı için överler; hele onu çözülemez yapmayı başarmışlarsa. Ancak, benim üstünde durmak istediğim nokta bu değil. Bu, bir püritenin elinden gelen her şeyi yaptıktan sonra geriye kalan zevklerin, mahkum ettiği zevklerden daha zararlı olduğunu belirtmek istiyorum. Kendimize zevk veren şeylerden sonra en çok keyiflendiğimiz şey, başkalarının zevk almasını önlemek; ya da, daha genel olarak, güç sahibi olmaktır. Sonuçta, püritenizmin egemenliği altında yaşayanlar güç sahibi olmaya aşırı düşkün olurlar. Halbuki güç duygusu, içkiye ya da püritenlerin karşı olduğu herhangi bir şeye düşkün olmaktan çok daha fazla kötülüğe yol açar. Doğaldır ki, güçlü olma tutkusu erdemli kişilerde kendini iyilik yapma tutkusu şeklinde gizler. Ancak bunun sosyal etkileri pek az farklıdır; bu, kurbanlarımızı, düşmanımız oldukları için değil, günahkar oldukları için cezalandırıyoruz demekten başka bir şey değildir. Her iki durumda da sonuç zulüm ve savaştır.
Ahlaki öfke çağdaş dünyanın en zararlı kuvvetlerinden biridir. Daha da kötüsü, bu gücün propagandayı elinde tutanlarca kötü amaçlar için saptırılabilmesidir.
Sanayinin gelişmesiyle ekonomik ve siyasal örgütlenmenin artması da kaçınılmaz olmuştur. Eğer sanayileşme bir çöküntüye uğramazsa, daha da artması kaçınılmaz olacaktır. Dünya gittikçe daha kalabalıklaşmakta, komşularımıza bağımlılığımız da gittikçe daha güçlü hale gelmektedir. Bu koşullar altında, toplumu açıkça ilgilendirmeyen konularda birbirimizin işine karışmamayı öğrenmezsek yaşam dayanılmaz olacaktır. Birbirimizin özel yaşamına saygı duymayı ve ahlak ölçütlerimizi başkalarına zorlamamayı öğrenmek zorundayız. Püritenler kendi ahlak ölçütlerinin yegane ahlak ölçütü olduğunu düşünürler. Başka çağların, başka ülkelerin, hatta kendi ülkelerindeki başka grupların, kendilerininkinden farklı ahlak ölçütleri olduğunu; kendilerinin püriten olmaya hakları olduğu kadar onların da kendi ölçütlerini seçmeye hakları olduğunu anlamamaktadırlar. Ne yazık ki, kendi zevklerinden vazgeçmenin doğal bir sonucu olan güç tutkusu püritenleri başkalarından daha etkili kılmakta; onların karşı durmalarını zorlaştırmaktadır. Umalım ki daha kapsamlı bir eğitim ve insan doğası hakkında daha çok bilgi sayesinde, bizim pek erdemli efendilerimizin hızı giderek azalsın.
Püritenizmin Dönüşü/Sorgulayan Denemeler- Bertrand Russell
Çeviri: Nermin Arık