Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Cuma, Kasım 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeFelsefe (Genel)İnsanlar neden saçma şeylere inanır (2.Bölüm) | Prof. Dr. Michael Shermer

İnsanlar neden saçma şeylere inanır (2.Bölüm) | Prof. Dr. Michael Shermer

2.BÖLÜM

SAHTE BİLİM VE BATIL İNANÇ

SAPMALAR

Normal, Paranormal ve Edgar Cayce

İstatistik mesleğinde en çok kullanılan tek satırlık sözlerden biri, Disraeli’nin yalanları, “yalanlar, müthiş yalanlar ve istatistikler” şeklinde üç türe ayırdığı sınıflandırmasıdır. Kuşkusuz sorun, gerçekte istatistiğin yanlış kullanımında ve daha genel olarak gerçek dünyayla uğraşırken pek çoğumuzun kullandığı istatistikler ve olasılıkların yanlış anlaşılmasında yatmaktadır.

İş, olan bir şeyin olasılığını hesaplamaya geldiği zaman, pek çoğumuz olasılıkları, normal olayların paranormal olgular olarak görünmesini sağlayabilecek şekilde abartır ya da düşük olarak tahmin ederiz. Bunun klâsik bir örneğini, Edgar Cayce’nin, Virginia”daki, Virginia Beach’da yerleşmiş olan Araştırma ve Bilgi Verme Birliği’ni (A.B.B) ziyaret ettiğimde gördüm.

Yaşamı boyunca Cayce, on binden fazla konu üzerinde on dört binden az olmayan psişik okumayı yazdırmıştı. Ayrı bir tıp kütüphanesi, Cayce’nin her hayal edilebilen hastalık ve tedavisi konusundaki psişik okumasını listeleyen kendi ödünç verilen dosya indeksine sahipti.

Edgar Cayce kimdi? A.B.B. literatürüne göre Cayce Kentucky, Hopkinsville yakınında bir çiftlikte 1877 de doğdu. Bir genç olarak, “beş duyunun ötesine geçen algılama güçleri gösteriyordu. Sonunda o, tüm zamanların en çok belgelenen psişiği haline gelecekti.”

Anlamlı bir şekilde, yirmi bir yaşındayken Cayce’nin doktorları, “onu sesini kaybetmekle tehdit eden aşamalı bir felcin” nedenini ya da tedavisini bulamıyorlardı. Cayce, “hipnotik bir uykuya” dalarak tepki verdi ve kendisi için işe yaradığını iddia ettiği bir tedavi önerdi. Değişik bir durumdayken hastalıkları teşhis etme ve çözüm önerme yeteneğinin keşfi onu, bunu tıbbi sorunları olan diğer kişiler için düzenli olarak yapmaya yöneltti. Bu sırayla, evrenin, dünyanın ve insanlığın her olası yönünü kapsayan binlerce değişik konuyla ilgili genel psişik okumalar haline geldi.

Edgar Cayce konusunda, bazıları, eleştirel olmayan izleyicileri tarafından ve diğerleri, kuşkucular tarafından sayısız kitap yazılmıştır. Dokuzuncu sınıftan sonra eğitim görmeyen Cayce geniş bilgisini doymak bilmeyen okumalardan alıyordu ve bundan incelikli öyküler dokuyordu ve transa girince ayrıntılı teşhislerde bulunuyordu.

Cayce’nin okumaları ve teşhisleri doğru muydu? İlaçları işe yaradı mı? Söylemek zordur. Birkaç hastanın tanıklığı kontrollü bir deneyi temsil etmez ve daha açık başarısızlıklarının arasında Cayce’ye yazma zamanları ile Cayce’nin okuması arasında ölen bâzı hastalar vardı.

James Randi’nin dediği gibi, paranormale inananlar, “batmayan plastik ördekler gibidir.”

GÖRÜNMEYENİN İÇİNDE

Ölümün Yakınındaki Deneyimler ve Ölümsüzlük Arayışı

Bilincin Değişik Durumu Nedir?

Bilincin değişen durumları ifadesi, parapsikolog Charles Tart tarafından 1969’da söylenmiştir ama ana görüşteki psikologlar, aklın tamamen bilinçli farkındalıktan daha fazla bir şey olduğu gerçeğinin bir süredir farkındaydılar.

Stanford deneysel psikoloğu Ernest Hilgard, hipnoz yoluyla akılda neler olup bittiğinin farkında olan, ama bilinçli bir düzeyde olmayan “gizli bir gözlemciyi” ve hiyerarşik olarak organize olan ama birbirinden ayrı hale gelebilen çeşitli işlevsel sistemler” olduğunu keşfetti.

Bilinç durumları arasındaki pek çok farklılık, nitel değil niceldir. Başka bir deyişle, iki durumda da bir şey vardır, sâdece değişik miktarlardadır. Örneğin, uyurken rüya gördüğümüz için düşünürüz; rüyalarımızı anımsayabildiğimiz için anıları oluştururuz ve çok az olsa da çevremize duyarlıyızdır. Bâzı insanlar uykularında yürür ve konuşurlar. Belirli bir zamanda kalkmayı planlayarak ve oldukça güvenilir bir şekilde bunu yaparak uykuyu denetleyebiliriz. Başka bir deyişle, uyurken sâdece uyanıkken yaptığımızın daha azını yaparız.

Değişik bir bilinç durumu, çevremizi gözlemlememiz ve denetlememize önemli ölçüde bir karışma olduğu zaman var olur. Önemli demekle, “normal” işlevden dramatik bir şekilde ayrılmayı söylemek istiyorum. Sanrıların, ölüme yakın olan deneyimlerin, vücut dışındaki deneyimlerin ve diğer değişik durumların yaptığı gibi, hem uyku hem de hipnoz bunu yapmaktadır.

Örneğin, rüyalar uyanıkken düşünülenlerden ve hayallerden önemli ölçüde farklıdır. Normalde, hiçbir zaman ikisini birbirine karıştırmamamız gerçeği, onların nitel farklılıklarının göstergesidir. Dahası, sanılar normal olarak, çok büyük stres, ilaçlar ya da uyku yokluğu gibi işe karışan değişkenler bulunmuyorsa, durağan, uyanık bir durumda yaşanmaz. Ölüme yakın olma deneyimleri ve vücut dışında olma deneyimleri çoğunlukla yaşamı değiştiren olaylar olarak kalacak kadar sıra dışıdır.

Ölüme Yakın Olma Deneyimi

Dinlerin, mistisizmin, tinselciliğin, Yeni Çağ hareketinin ve EDA ile psişik güçlere olan inancın arkasındaki itici güçlerden biri, maddi dünyayı aşma, şu anın ötesine adım atma ve görünmeyenin içinden duyuların ötesindeki diğer dünyaya geçme isteğidir. Ama bu diğer dünya nerededir ve oraya nasıl geçeriz? Hakkında kesinlikle hiç bir şey bilmediğimiz bir yerin cazibesi nedir? Ölüm, sâdece bu diğer tarafa geçiş midir?

İnananlar, perithanatik ya da ölüme yakın olma deneyimi (ÖYOD) denen bir olgu yoluyla diğer taraf hakkında bir şey bildiğimizi iddia etmektedirler. Açıkçası, ölümle yakın bir karşılaşmadan sonra bâzı bireylerin deneyimleri, bir çok insanı ölümden sonra yaşam olduğuna ya da ölümün hoş bir deneyim olduğuna veya her ikisine inanmaya yönledirecek kadar benzerdir. Olgu, 1975’te Raymond Moody’nin “Yaşamdan Sonraki Yaşam” adlı kitabının yayınlanmasıyla popüler oldu ve başkalarından gelen onaylayıcı kanıtlarla doğrulandı. Örneğin, kardiyolog F. Schoonmaker (1979), on sekiz yıllık bir dönemde tedavi ettiği iki yüzden fazla hastasının yüzde 50’sinin ÖYOD yaşadığını bildirdi. 1982’deki bir Gallup kamuoyu araştırması, yirmi Amerikalı’dan birinin bir ÖYOD yaşadığını buldu.

Ama 1980’lerde, şimdi klâsik olan bu örneği tanıtan bir tıp doktoru olan Elizabeth Kübler-Ross’un çalışması yoluyla ÖYOD güvenilirlik kazandı:

Mrs. Schwartz hastaneye geldi ve bize, nasıl bir ölüme yakın olma deneyimi yaşadığını anlattı. Indianalı bir ev kadınıydı, çok basit ve kültürlü olmayan bir kadındı. İlerlemiş kanseri vardı ve özel bir hastaneye yatırıldı, ölüme çok yakındı. Doktorlar, onu canlandırmak için 45 dakika uğraştılar, daha sonra o, hiçbir yaşam belirtisi göstermedi ve öldüğü açıklandı. Bana daha sonra, onun üzerinde çalışırlarken sade bir şekilde fiziksel vücudunun dışına süzülme ve canlandırma ekibinin çılgın gibi çalışmasını seyrederek, yatağın birkaç ayak üzerinde havada durma deneyimi yaşadığını anlattı. Bana, doktorların kravatlarının desenlerini tarif etti, genç doktorlardan birinin yaptığı bir şakayı tekrar etti, kesinlikle her şeyi anımsıyordu. Ve onlara anlatmak istediği tüm şey, rahatlayın, sakin olun, her şey yolunda, çok uğraşmayın demekti. O anlatmaya çalıştıkça, onu canlandırmak için daha çılgınca çalışıyorlardı. Sonra kendi anlatımına göre, onlardan “vazgeçti” ve bilincini kaybetti. Onun öldüğünü açıkladıktan sonra geri geldi ve bir buçuk yıl daha yaşadı.

Bunların, sanrısal hüsnükuruntu deneyimleri olduğu açım gibi görünmektedir, yine de Kübler-Ross, öyküleri doğrulamak için yolunu değiştirmiştir. Ciddi araba kazaları geçirmiş, hiçbir yaşam belirtisi olmayan ve bize onları enkazdan çıkarmak için kaç tane alev makinesi kullanıldığını söyleyen insanlar görmüştük. Daha da garip olan, kusurlu ya da hasta vücutların, bir ÖYOD sırasında tekrar bütün hale geldiği öykülerdi.

“Quadriplajikler artık felçli değildir, yıllardır tekerlekli sandalyede olan multiple sklerozlu hastalar, vücutlarının dışına çıktıklarında şarkı söyleyip dans edebildiklerini söylerler.” Bir otomobil kazasından sonra belden aşağısı felçli olan yakın bir arkadaşım, rüyasında çoğunlukla bütün olduğunu görüyordu. Sabah uyanmak ve tümüyle yataktan aşağı atlamayı ümit etmek, artık onun için sıra dışı değildi. Ama Kübler-Ross, sıkıcı açıklamayı kabul etmiyordu: Işığı bile algılamayan, gri gölgeleri bile görmeyen tümüyle kör insanları alın. Eğer onlar bir ölüme yakın olma deneyimi yaşarsa, kazada ya da hastane odasında sahnenin neye benzediğini tam olarak bildirebilirler. Bana inanılmaz küçük ayrıntıları tarif ettiler. Bunu nasıl açıklıyorsunuz? Basit. ÖYOD sırasında diğerleri tarafından verilen sözlü tariflerin anıları, sahnenin görsel imgelerine dönüştürülüyor ve sonra kelimeler haline geliyordu.

Psikolog Susan Blackmore (1991, 1993, 1996), neden farklı kişilerin tünel gibi benzer etkileri yaşadığını göstererek, sanrı hipotezini bir adım ileri götürmüştür. Beynin arkasındaki görsel korteks, retinadan gelen bilginin işlendiği yerdir. Sanrı yaratan ilaçlar ve (bazen ölüme yaklaşıldığında olduğu gibi) beyne oksijenin gelmemesi, bu bölgedeki sinir hücrelerinin normal canlandırma hızına karışabilir. Bu olduğu zaman nöron faaliyetinin “çizgileri”, beyin tarafından eş merkezli halkalar ya da spiraller olarak yorumlanarak, görsel korteks boyunca hareket eder. Bu spiraller tünel olarak “görülebilir.” Benzer şekilde, VDOD, ilk uyanıldığında rüyaların olduğu gibi, gerçek ve hayalin bir karışımıdır. Beyin olayları yeniden oluşturmaya çalışır ve süreç içinde onları yukarıdan görüntü olarak canlandırır – bu, kendimizi “merkezden uzaklaştırırken” hepimizin yaptığı normal bir süreçtir (kendinizi kumsalda otururken ya da dağa tırmanırken çizdiğinizde bu çoğunlukla aşağı bakarken, yukarıdan çizilmiştir.

Ölümsüzlük Arayışı

Ölüm ya da en azından yaşamın sonu, bilincimizin dış sınırı ve olanaklı olanın hududu gibi görünmektedir. Ölüm en son değişen durumdur. O son mudur yoksa sâdece başlangıcın sonu mudur? Job aynı soruyu soruyordu: “Eğer bir kişi ölürse tekrar yaşayacak mıdır?” Açıkçası hiç kimse kesin olarak bilmemektedir ama bir çok insan bildiğini düşünmektedir ve birçoğu geri kalanımızı onların özel cevaplarının doğru cevap olduğuna ikna etmeye çalışma konusunda utangaç değildirler.

Robert Ingersoll (1879), hümanist bir bilgin olarak, “Şu ana kadar başka bir yaşam konusunda bildiğim tek kanıt, birincisi hiçbir kanıtımız olmadığı ve ikinci olarak; kanıtımız olmadığı için oldukça üzgün olduğumuz ve olmasını istediğimizdir” diye belirtiyordu.

Ama ölümsüzlük arayışı dindarlarla sınırlı değildir. Hepimiz belirli bir kapasitede yaşamımızı sürdürmekten hoşlanmaz mıyız? Dolaylı olarak ve eğer bilim biraz ümit vermeyi başarabilirse belki gerçekte bile hoşlanabiliriz.

Bilim ve Ölümsüzlük

Evrimci bir bakış açısından, bir kişinin genlerinin:

% 50’si yavrularında,

% 25’i torunlarında,

% 12.5’u torun çocuklarında yaşar ve böyle devam eder.

Pek çoğumuzun “gerçek” ölümsüzlük olarak düşündüğü, sonsuza kadar ya da en azından normalden çok daha uzun yaşamaktadır. Güçlük şudur ki, yaşlanma ve ölme sürecinin yaşam düzeninin normal, genetik olarak programlanmış bir parçası olduğu kesin görünmektedir.

Evrimci biyolog Richard Dawkins’in (1976) senaryosunda, bir kere üretken çağımızı (ya da en azından cinsel faaliyete yoğun ve düzenli olarak katılma dönemini) geçtiğimizde, vücut için genlerin artık hiçbir yararı kalmaz. Yaşlanma ve ölüm, artık genetik olarak yararlı olmayan ama hâlâ sınırlı kaynaklar için görevleri şimdi genleri geçirmek olanlarla rekabet edenleri elemenin türsel yoludur.

Ne kadar uzun yaşayabiliriz? Maksimum yaşam potansiyeli, türün en uzun yaşayan üyesinin ölüm yaşıdır. İnsanlar için şu ana kadar ulaşılmış belgelenen en uzun yaş kaydı 120’dir. Bir Japon rıhtım işçisi olan Shigechio Izumi’ye aittir. Belgelenen asırlıklar (100 yaşına kadar yaşayan insanlar) konusundaki veri, her 2100 milyon (2.1 milyar) insanda sâdece 1 insanın 115 yaşına ulaşacak, sâdece 2 ya da 3 birey üretecek gibi görünmektedir.

Yaşam süresi, eğer kaza ya da hastalıktan gelen erken bir ölüm olmazsa, ortalama bireyin öleceği yaştır. Bu yaş ortalama 85 ile 95 arasıdır ve yüzyıllardır, belki de bin yıldır değişmemiştir. Yaşam beklentisi, kazalar ve hastalıklar göz önüne alındığında ortalama bireyin öleceği yaştır. 1987’de, Batılı kadınlar için yaşam beklentisi 78.8 ve erkekler için 71.8’tir, ortalama beklenti 75.3’dür. 1995’te dünya çapında yaşam beklentisi 62 yıldır. Sayılar sürekli olarak yükselmektedir.

Birleşik Devletler’de yaşam beklentisi 1900’lerde 47’ydi. 1950’lerde sayı 68’e yükseldi. Japonya’da 1984’de doğan kızların yaşam beklentisi, onu 80 sayısını geçen ilk ülke yaparak, 80.18 yıldır. Ama yaşam beklentisinin 85 ile 95 arasındaki yaşam süresinden daha yukarı çıkması olası değildir.

Yaşlanma ve ölümün kesin gibi görünmesine rağmen, insanların biyolojik işlevlerini olanaklı olduğu kadar uzatma çabaları yavaş yavaş, delilik sınırından mantıklı bilimin arenasına doğru gitmektedir. Organ nakilleri, gelişmiş ameliyat teknikleri, en yaygın hastalıklara karşı bağışıklık, ileri beslenme bilgisi ve egzersizin sağlıklı etkilerinden haberdar olmak, tümüyle yaşam beklentisinin hızlı yükselişine katkıda bulunmuştur.

Başka bir modern olasılık, bir organizmanın (diploid olan ya da haploid olan bir cinsiyet hücresine karşıt olarak tam bir gen setine sâhip olan) bir vücut hücresinden tam olarak kopyalanması olan klonlamadır.

Son olarak, büyüleyici cryonic erteleme alanı ya da Alan Harrington’un “dondur-bekle-canlandır” süreci dediği şey vardır. İşlemin ilkeleri görece olarak basittir, uygulaması basit değildir. Kalp durunca ve ölüm resmî olarak açıklanınca, tüm kan çıkarılır ve bunun yerine donmuş bir durumdayken organ ve dokuları koruyan bir sıvı konur. Sonra –kaza ya da hastalık – bizi öldüren ne olursa olsun, er ya da geç geleceğin teknolojileri, bizi canlandırma ve iyileştirme görevine eşit olacaktır.

Şimdilik, cryonic erteleme, hükümet tarafından bir gömülme çeşidi olarak kabul edilmektedir ve bireyler hiçbir zaman seçtikleri için değil, yasal olarak doğal nedenlerle öldükleri açıklandıktan sonra dondurulmaktadır.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments