Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Kasım 24, 2024
No menu items!
Ana SayfaÖyküÇeviri ÖykülerBiz nasıl savaşılacağını, nasıl kin duyulacağını ve nasıl sevileceğini öğrendik | Mihail...

Biz nasıl savaşılacağını, nasıl kin duyulacağını ve nasıl sevileceğini öğrendik | Mihail Şolohov

Savaşta ağaçlar, insanlar gibidir, herbirinin kendi yazgıları vardır. Topçumuzun ateşi altına yanıp yıkılmış kocaman geniş ormanlar görmüştüm. Geçenlerde köyün birinden sürülüp çıkarılan Almanlar bir ormana çektiler güçlerini. Teslim olmayıp orada tutunmayı planladılar, ama ölüm ağaçlarla birlikte tırpanlayıp yıktı onları. Alman asker ölüleri devrilmiş çam tomrukları altında yatıyordu. Lime lime olmuş bedenleri yeşil eğreltiotuları arasında çürüyordu. topların yarabere içinde bıraktığı çamların reçine kokusu, çürüyüp çözülen bedenlerin korkunç ağır, keskin kokusunu bastıramıyordu. Sanki yeryüzü bomba kraterlerinin yanmış sert kenarlarından gömütlerin o bayıltıcı kokusunu sızdırıyor gibiydi.

Ölüm şarapnellerimizin toprağı altüst edip yarattığı açık, tarlanın üzerine suskun bir görkemle kurulmuştu, açık alanın nerdeyse tam ortasında, bir tansığa sığınarak kurtulabilmiş bir kuş ağacı dimdik duruyordu. Yel çatırtıyla kırılan dallarını savurmuş, parlak, yapışkan genç yaprakların arasından hışırdıyordu. Bu açıklıktan geçmemiz gerekiyordu. Önümde yürüyen bir Kızılordu irtibatçısı ağacın gövdesine dostça dokunup, içten, nazik bir şaşkınlıkla sordu:

” Nasıl başardın kurtulmayı sevgilim ?” Çamın biri köküne çarpan bir top mermisiyle, biçilmiş gibi devrilmişti. Bir zamanlar dimdik durduğu, yerde şimdi kuru iğne yapraklarla taçlanmış bir reçine akıntısı vardı. Bir meşeyse ölümle daha değişik bir biçimde karşılaşmıştı.

Kışın son anlarında bir Alman top mermisi adsız bir dereciğin kıyısında büyümüş yaşlı bir meşe gövdesine düşmüştü.Düzensiz, eğri yarık ağacı ortadan ikiye bölmüştü; ama baharda, patlamanın dereye devirdiği taraf yaban bir inatla yaşama dönmüş ve taze yapraklarla kaplanmıştı. Kuşkusuz bugün de bu sakatlanmış meşenin alt dalları akan suda yüzerken, yüksek dalları hala tırtıllı yapraklarını eğilmez bir güçle kaldırmış, güneşe geriyordu.

Hafif kambur ve uzun boylu teğmen Gerasimov, geniş omuzlarını yukarı kabartıp bir kartal görünümü almış, siperinin girişinde oturup, taburunun bugün başarıyla geri püskürttüğü bir düşman tank saldırısı sırasında çatışmaların ayrıntılarını anlatıyordu.

Teğmenin zayıf yüzü dingin, neredeyse yan tutmaz bir görünümdeydi; alev alev gözleri kısılmıştı. Zaman zaman iri, boğumlu parmaklarını birbirine geçirerek, kırık, kalın bir sesle konuşuyordu. Dile getirilmez bir üzünç ya da derin, bastırılmış düşüncelerin su yüzüne çıktığı bu el devinimleri, güçlü yapısı ve enerjik, erkek yüzüyle garip bir çelişme yaratıyordu.

Birden sustu, yüzü karmakarışık oldu bir an: yağız şakakları solgunlaştı, sabit, donuk bakışlı gözleri biran için ayrımsadığım söndürülemez yırtıcı bir kinle alevlenirken yüzünün etli kasları bir an gerilip gevşedi. Üç Alman tutsağının cephe çizgimiz yönünden ormanlık arasından geldiğini gördüm, arkalarında güneşten beyazlamış yazlık asker giysileriyle bir kızılordu muhafızı vardı, buruşuk kasketini başının arkasına devirmişti.

Kızılordu askeri ağır adımlarla yürüyordu. Elinde ölçülü bir tutuşla kavradığı, süngüsü günışığında parıldayan bir mavzer vardı. Alman tutsaklarda, çamurlu çarık tipi ayakkabılar giydikleri ayaklarını istemeye sürüyerek yavaş yavaş ilerliyordu.

En öndeki Alman (kestane rengi fırça bıyıklı, sakalları iyice kabarmış, çökük avurtlu, otuzlarında bir adam) siperimizin tam karşısına geldi. Geçerken kurt gibi bir bakış fırlattı bize, palaskasına asılı miğferini şöyle bir yoklayarak geçip gitti. Birden teğmen Gerasimov öfkeyle ayağa kalkarak Kızılordu askerinin arkasından keskin, acı bir sesle bağırdı:

” Ne yapıyorsun sen, gezintiye mi çıkardın adamları ? kıpırda biraz ! Daha çabuk geçir şunları, sana söylüyorum !”

Birşeyler daha bağıracakmış gibi yaptı, ama heyecanla yutkundu, keskin bir dönüşle siperin merdivenlerinden aşağıya koştu. Konuşmalarımız sırasında orada bulunan siyasi denetçi şaşkın bakışlarımı görünce alçak sesle konuştu:

” Elimizden birşey gelmez, sinirleri yüzünden. Almanlara tutsak düşmüştü, bilmiyor musunuz ? Olanak bulduğunuzda konuşun bir. Müthiş kötü deneyimler geçirmiş, o zamandan beri de yaşayan Nazilerin görüntülerine bile dayanamıyor. Evet, yaşayanların ölülerine bakabiliyor, dahası sevindiğini bile söyleyebilirim. Ama tutsakları gördüğü zaman ya gözlerini kapayıp solgun ve terleyen yüzüyle bu köşede oturuyor, ya da dönüp başka bir yere gidiyor.” Siyasi Denetçi bana biraz eğilerek fısıldıyor. ” Onunla iki kez saldırıya katıldım, bir beygirin gücü var adamda, neler yaptığını görmeliydiniz… Ben çok adam gördüm böyle, ama onun süngüyü ve namluyu kullanışı… müthiş bir şeydi!”

Geceleyin Alman topçusu zorlu bir ateşe başladı. Atışlar teknikti, eşit zaman kesitleri içinde. Uzaktan silahın sesini duyuyorduk önce, ardından top mermisi çelikten bir çığlık kopararak üzerimizden geçip gidiyordu, yüksek gecede yıldızlar vardı. Gümbürtü yükselip diniyordu, ve arkamızda bir yerlerde, cemselerin cephe çizgimize askeri taşıdığı yol yönünde madeni bir aydınlık sarı kıvılcımlar saçarak bir alev yükseliyor, gökgürültüsü gibi bir patlama geliyordu ardından.

Atışlar arasındaki zaman kesitlerinde, orman yeniden suskunun, egemenliğine girdiğinde, sivrisinek vızıltılarını bile duyabilirdiniz. Ve ateşten ürken kurbağalar yandaki bataklıkta kaygıyla vıraklıyordu.

Bir fındık çalısının dibinde duruyorduk, kopardığı bir dal parçasıyla sivrisinekleri uzaklaştırmaya çalışırken, acelesiz anlattı öyküsünü. Anımsadığım kadarını aynen veriyorum.

“Savaşa dek Doğu Sibirya’daki işletmelerde mühendis olarak çalıştım. Geçen yıl  9 Temmuz’da askere alındım. Bir ailem var: Karım, iki oğlum. Son savaşta babam yaralandıktan sonra sakatlanmıştı. Evet. Ayrıldığımızda, tahmin edeceğin gibi, karım ağladı:” Bütün gücüyle savun anayurdumuzu Utkuya ulaşmamız için, gerektiğinde yaşamını ver.” O zaman gülerek ona şöyle dediğimi anımsıyorum: “Nesin sen ? Karım mı, propagandacım mı ? Az çok büyüdüm artık ben Utkumuza gelince, onu faşistlerin boyunlarını sıka sıka, söke, söke alacağız, merak etme.”” Doğal ki, daha güçlüydü babam. Ama o da bana ayrılık öğütlerini vermeden edemedi. ” Anımsa Viktor” dedi, “Gerasimov adı sıradan bir şey değil. Sen, ataların gibi doğuştan işçisin. Senin büyük büyükbaban Stragonov’a çalıştı. Ailemiz yüzyıllardır demir üretti ülkemiz için. Sen de bu savaşta demirden olduğunu göreceksin. Hükümet senin hükümetin, savaşa dek bir komutan olarak bildi seni o. Sen de düşmana aman vermemelisin.”

“Başım üstüne baba.”

” istasyona giderken partinin ilçe komitesi bürosuna uğradım. Sekreterimiz, karakuru bir herifti. Karım ve babam bana adamakıllı bir söylev çektiklerine göre, bizim sekreter de bu konuda beni borçlu bırakmayacak herhalde diye düşünüyordum. Kuşkusuz yarım saat sürecek kısa bir konuşma yapacak ! Oysa tam karşıtı oldu. “Otur, Gerasimov” dedi. “Yola çıkmadan önce, gelenek olduğu üzre bir iki dakika oturalım.”

” Kısa bir süre oturduk sonra, suskunduk, sonra ayağa kalktı, görünüşü buğulanmış gibiydi. Eh, dedim, ne tansıklar gördük bugün !” herşey çok açık ve anlaşılır, Gerasimov yoldaş ! Senin daha uzun, kepçe kulaklı bir çocukken.Genç önder yakalığını taşıdığını anımsıyorum. Sonra bir Genç komünist olarak anımsıyorum seni, ve son on yıldır da bir komünist olarak tanıdım seni, Git ve aman verme o sürüngenlere ! Parti örgütü sana güveniyor !” Sonra yaşamımda ilk kez birbirimizi öptük sekreterle. Ve kahretsin, onun hiç de düşündüğüm gibi bir herif olmadığını anımsadım:

“Sonra karım az çok neşeli, aydınlık bir yüze kavuştu. Bilirsiniz, bir kadının kocasını cepheye uğurlaması hiç de öyle neşelendirici birşey değildir. O da bir ara üzüntüsündün bıraktı kendini. Yeniden ve yeniden önemli birşeyler söylemeye çalıştı, ama kafasının içinde esen bir yel vardı, ve bu onun düşüncelerini alıp götürmüştü. Sonra tren kalktı, benim vagonun yanısıra yürüyor, elimi sıkı sıkı tutuyordu.

“Bak viktor, dikkat et kendine. Üşüteyim deme cephede.” “Bırak !” dedim, “Bırak Nadya. Ne olursa olsun üşütmeyeceğim. Zaten iklim çok ılıman oralarda.” Ondan ayrılmak çok acıydı benim için; onun o sevgi dolu, aptalca sözleri giderdi biraz üzüntümü. Almanlara öfkeleniyordum: “Evet” diye düşündüm, ” Hain komşularımız saldırdılar bize. Sıkı tutunsunlar şimdi, ilk fırsatta zımbalayacağız sizi.”

Gerasimov cephe çizgisinde başlayan makinalı tüfek ateşlerinin değişimine kulak vererek birkaç dakika sesiz kaldı. Makinalılar sustuğunda bıraktığı yerden sürdürdü.

“Savaşa dek çalışmalarımız Alman makinalarınca destekleniyordu. O makinaları monte ederken her parçayı ayrıntılarıyla inceliyor, iyice bakıyordum, inkar edilmez birşey vardı bu makinaları akıllı eller biçimlemişti. Alman yazarların kitaplarını okuyor, çok seviyordum onları, Alman halkından saygıyla sözederdim. Doğru, bazen böylesine endüstrileşip uzmanlaşmış bir ulusun Hitler rejimini omuzlarında taşımasına köpürmüyordum değil, ama sonuçta bu kendilerini ilgilendirirdi. Sonra Batı Avrupa’da savaş başladı.

“Evet, şimdi cepheye doğru yola çıkmıştım ve düşünüyordum. “Almanlar teknikte güçlü, orduları da öyle küçümsenecek gibi değil. Kahretsin, böylesi bir düşmanla çarpışıp onu yenmek ilginç olmalı. Bizim de 1941’de ellerimiz armut toplamıyordu. Bu düşmandan özel bir nezaket beklemediğimi de belirtmeliyim. Karşınızdakiler faşistse ne nezaketi bekleyebilirsiniz ki ? Ama Hitler ordusunun olduğunu kanıtladığı böylesine bir kaba külhanbeyi sürüsüyle çarpışacağımı hiç düşünmemiştim. Neyse, konuya sonra geleceğim.

” Birliğimiz Temmuz sonunda cepheye ulaştı. 27’sinin sabahı ilk çatışmamıza girdik. Önceleri korkunçtu. Havan ateşi altında toprağa çivilenip kaldık. Ama akşama doğru yavaş yavaş alıştık ve küçük bir ders verdik adamlara: köyün birinden sürüp çıkardık onları. Bu ilk çatışmamızda onbeş kadar tutsak aldık. Şu an daha iyi anımsıyorum: İçeri koyduk onları, korkudan bembeyazdı yüzleri, saat onda adamlarım çatışmayı bıraktılar, her biri tutsaklara ne verebilirse verdi: bizi sefertasına lahana çorbası koyup verdi, bir diğeri tütün, bir üçüncüsü çaya çağırdı adamları. Sırtlarına “kamerad” diye vurup soruyorlardı: “Ne için dövüşüyorsunuz, kameraden ?”

“Ama adamlarımızdan biri, bir er, bu etkili sahneye baktı baktı, ve şöyle dedi: “Başlarına üşüştünüz dostlarınızın,’! Hepsi yoldaş oldu şimdi! Bir de bu yoldaşlarımızın cephe çizgisinin gerisinde yaralılarımıza ve sivil halka neler yaptıklarını görmelisiniz.” Bunu demesiyle başımızdan soğuk sular döküldü oda dönüp yürüdü.

“Biz süre sonra saldırıya geçtik, ve gerçekten de neler olduğunu gördük: yakılıp yıkılmış köyler, yüzlerce kadın, çocuk ve yaşlı vurulmuştu, tutsak edilen Kızılordu adamlarının bedenlerinden parçalar koparılmıştı, kadınlar, genç kızlar, dahası okul çocukları tecavüz edilip hunharca öldürülmüştü.

“Belleğimde özellikle kalan bir kız vardı şimdi. Onbir yaşlarında bir kız öğrenci. Almanlar yakalayıp bir bahçeye sürüklemiş, ırzına geçip öldürmüşlerdi. Çiğnenmiş patates sapları arasında yatıyordu, küçücük bir kız, sade bir çocuk, ilkokul kitapları, defterleri, kan içinde saçılmış çevresine. Okula gidiyormuş. Yüzü bıçakla korkunç bir biçimde darmadağın edilmişti; elinde açık bir okul çantasının kulpunu tutuyordu. Bedenini bir siper parkasıyla örtüp çevresinde dikildik sessizce. Sonra arkadaşlar yine sessizce çekilip gittiler. Ama ben öylece kalakaldım orada, anımsıyorum, deli gibi mırıldanıyordum:” Barkov ve Polonkin, Fiziki Coğrafya ilk ve ortaokullar için ders kitabı.” Şimdi orada otlar içinde duran kitabı iyi tanıyordum, okumuştum onu. Kendi kızım da şimdi beşinci sınıfda bu kitabı kullanıyordu.

“Evet. Razhin’den uzak değildi burası. Skivra yakınında bir derede tutsak edildikten sonra işkence edilerek öldürülmüş Kızılordu askerleri gördük. Siz hiç kasap dükkanında şöyle bir oyalandınız mı ? Evet, burası da az çok böyle görünüyordu işte. Deredeki ağaç dallarında kan revan içinde elsiz, ayaksız, derileri yarı yüzülmüş cesetler asılıydı… Dere yatağında öldürülerek üstüste yığılmış sekiz kişi daha vardı. Bu işkence edilmiş adamların hangisine neyin ait olduğunu söylemek olanaksızdı. Tüm görebildiğimiz iri parçalar halinde kesilmiş bir et yığınıydı, bu yığının üzerinde de üstüste dizilmiş tabak sütunu gibi Kızılordu adamlarının kepleri duruyordu.

“Görmek zorunda kaldığım her şeyi sözcüklere dökebileceğimi mi düşünüyorsun ?Olanaksız bu ! Hiçbir sözcük betimleyemez onları, insanın kendi gözleriyle görmesi gerek. Her neyse, yeterince konuştum.” Teğmen yeniden uzun uzun sustu.

“Burada sigara içebilir miyiz ? diye sordum. “Evet.Avucunun içinde iç.” diye yanıtladı gittikçe kısıklaşan bir sesle.

Bir iki nefes çektikten sonra sürdürdü. “Faşistlerin tüm bu yapıp ettiklerini gördükçe deli gibi oluyorduk, başka türlü de olamazdı zaten. Tümümüz insanlarla değil de kandan deliye dönmüş yoz bir köpek soyuyla karşı karşıya olduğumuzu anlıyorduk. Makine parçaları endüstrisindeki ustalıklarını insanlarımızı öldürmekte, ırzlarına geçmekte ve işkencede de kullandıklarını görebiiyorduk… Sonra geri çekilmemiz gerekti, yine de devler gibi dövüşüyorduk.

“Benim bölüktekilerin hemen tümü Sibiryalılardı. Yine de Ukrayna topraklarını ümitsiz de olsak şiddetle savunduk. Hemşehrilerimden birçoğu Ukrayna’da öldü, ama biz faşistlerin üzerine daha bir öfkeyle saldırıyorduk. Evet, çekiliyorduk, ama bu arada iyi de bir ders veriyorduk onlara.”

Sigarasından istekle bir nefes çektikten sonra, daha değişik, yumuşak bir sesle konuşmaya başladı.

“iyi toprak var Ukrayna’da, ve doğa masallardaki gibi orada. Her köy, her kasaba bizim buradakilere benziyordu, belki de orada hiç çekinmeden o denli çok kanımızı döktüğümüzden. Kanla bağlıdır insan derlerdi orada. Ve bir köy teslim ettiğimiz de yüreklerimiz parçalardı. Kahrederdik. Çekilirken hiçbirimiz diğerinin yüzüne bakamazdı.

“Bir zaman faşistlerin elinde tutsak kalacağım hiç gelmemişti aklıma, ama bu da oldu. Eylül’de ilk yaramı aldım, yine de aktif hizmette kaldım. Ayın 21’inde Poltava bölgesindeki bir çatışmada yeniden yaralanıp tutsak düştüm.

“Alman tankları sağ kanadımızdan yıktılar savunmayı, ardından piyadeleri aktı. Kuşatmanın içinde kalıp çarpıştık, o gün çok ağır kayıplar verdi bölüğüm. Düşman tank saldırısını geri püskürttük iki kez. Sekiz tank ve bir silah kamyonunu yakıp tahrip ettik. Mısır tarlaları arasında yüzyirmi Nazi yatıyordu. Ama sonra havan toplarıyla ateş yağdırdılar, öğleden saat dörde değin elimizde tuttuğumuz tepeyi teslim etmemiz için zorladıkça zorluyorlardı. Korkunç bir sıcak vardı. Tek bir bulut yoktu gökyüzünde, o denli sıcaktı ki güneş, soluk almak bile güçtü. Havan mermileri müthiş bir sıklıkla patlıyordu üzerimizde. Adamlarımızın susuzluktan dudaklarının kapkara olduğunu anımsıyorum, ve belli belirsiz, kızgın bir sesle buyruğumu verdim. Bir havan mermisi tam önümde patladığında, bir çukurluk boyunca koşuyorduk. Sanırım kapkara bir toprak ve duman sütunu gördüm, ve başka birşey göremedim. Şarapnel parçalarından biri miğferimi delmişti, bir diğeri sol omuzuma saplandı.

“Ne kadar zaman baygın yattığımı anımsamıyorum, ama birtakım ayak sesleri ile kendime geldim. Başımı kaldırdım ve düştüğüm yerde olmadığımı gördüm. Asker ceketim çıkarılmış omuzum şöyle bir sarılmış. Başımda miğfer de yoktu. Birileri başımı da sarmıştı, ama sıkı değildi, bezin bir ucu göğsümün üstündeydi. Bir an adamlarımın beni sürüyüp getirdiklerini ve giderlerken başımı sardıklarını düşündüm. Ama bana doğru gelen adamlar benimkiler değildi, Almandı bunlar. Beni kendime getiren onların ayak sesleriydi. Onları açıkça görebiliyordum, iyi bir filmdeki gibi. Ellerimle çevremi yokladım. Silah falan yoktu. Ne tabanca, ne mavzer, ne bomba. Adamlarımızdan biri çantamı ve silahlarımı almıştı.

“işte ölüm bu!” diye düşündüm. O an başka neler düşündüm acaba ? Eğer bir gün bu öyküyü bir romanda kullanmayı düşünüyorsanız,’kendinizden birşeyler katın artık, çünkü o anda birşeyler düşünecek fırsatım olmadı. Almanlar oldukça yakınlaşmıştı, ve ben yatarak ölmek istemiyordum, istemiyordum, yatarak ölemezdim, anlıyor musunuz? Tüm gücümü topladım, ellerimini yere dayayarak dizlerimin üstüne doğruldum. Yanıma vardıklarında ayaktaydım. Yalpalayarak duruyordum, yeniden yere düşmekten ve yatarken süngülenmekten müthiş korkuyordum. Çevremde duruyor, birşeyler söyleyerek gülüyorlardı. Konuştum:” Öldürür artık beni, domuzlar. Öldürün beni, düşeceğim çünkü. ” Biri mavzer namlusuyla boynuma vurdu, ve düştüm. Ama bir an içinde yeniden kalktım. Gülmeye başladılar, biri eliyle gösterdi:”Yürü bakalım, bu taraftan.”diye imledi. Yürümeye başladım. Tüm yüzüm kurumuş kanla kaplanmıştı, başımdaki yaradan daha kan akıyordu, sıcak ve yapışkan bir kan. Omzum ağrıyordu, sağ kolumu kaldıramıyordum. Oracıkta yatıp hiçbir yere gitmek için müthiş bir istek duyduğumu anımsıyorum, yine de yürümeyi sürdürdüm.

“Yo. Ne ölmek ne de tutsak olmak için bir istek duymuyordum. Şöyle ya da böyle içimdeki bulantıdan ve başımın dönmesinden kurtulmaya çalıştım, yürüyordum demek ki daha yaşıyordum ve devinebiliyordum. Susuzluktan kıvranıyordum. Ağzım kavrulup kurumuştu, ayaklarım beni sürekli gözlerimin önünde salınıp duran kara bir duvar boyunca taşıyordu. Neredeyse bayılacaktım, ama zorladım kendimi. “Birşeycik içip biraz dinlenir dinlenmez kaçacağım.”

‘Tutsak edilenlerin tümü bir koruluğun kenarında biraraya getirilip toplanmıştı. Yalnızca bizim alayın üçüncü bölüğünden iki Kızılordu adamını tanıdım, diğer tümü yakın bir birliktendi. Tutsakların çoğu yaralanmıştı. Bir Alman teğmeni bozuk bir Rusçayla içimizde komiser ya da subay olup olmadığını sordu. Kimse konuşmadı. Yeniden sordu sonra: “Komiserler ve komutanlar iki adım öne çıksın. “Kimse kımıldamadı.

Teğmen ağır ağır sıranın önü boyunca yürüdü ve görünüşleri Yahudilere benzeyen onaltı adam seçip aldı. Herbirine “Yid” ?” diye soruyor, yanıt beklemeden de sıra dışına çıkmalarını buyuruyordu. Bu seçilenler arasında Yahudiler, Ermeniler, esmer yüzlü ve siyah saçlı Ruslar vardı. Tümü birazcık yana doğru dizilerek gözlerimizin önünde otomatiklerle vurulup öldürüldüler. Sonra aceleyle üzerlerimizi arayıp tüm kişisel eşyalarımızı ve kağıtlarımızı aldılar. Parti üye kartımı hiçbir zaman cüzdanımda taşımaz, yitirmekten korkardım. Pantolonlarımın iç cebine koymuştum onu, bulamadılar. Bilirsiniz, insan olağanüstü bir varlıktır: yaşamımın pamuk ipliğine bağlı olduğunu çok iyi biliyordum, kaçmaya çalışırken beni vurmazlarsa bile yolda öldürürlerdi beni, çünkü o denli çok kan yitirmiştim ki, diğerlerine zorlukla yetişebiliyordum. Arama bitip de parti kartımı bulamadıklarında o denli sevinmiştimki, susuzluğumu tümüyle unuttum.

Marş düzeninde yola çıkarılıp batı yönünde götürüldük. Güçlü bir muhafız takımı her iki yanımızda yürüyordu, yaklaşık on kadar da Alman motosikletli vardı. Hızlı adımlarla sürüyorlardı bizi, gücüm tükenmeye başlıyordu, iki kez düşüp yeniden kalktım, ve yürümeyi sürdürdüm, çünkü biraz daha yerde kalır da herkes geçerse beni, yol üstünde öldüreceklerdi. Önümde yürüyen bir çavuşun başına geldi bu. Bacağından yaralıydı ve zorlukla yürüyordu; inliyor, arada bir acıdan bağırıyordu. Bir mil kadar yürüdükten sonra bağırdı.

“Yo, ben artık gidemem. Yoldaşlar, hoşçakalın.” ve yolun ortasında oturdu.

“Yanlarından geçenler kaldırıp ayaklarının üstüne getirmeye çalıştılar. Ama sürekli yeniden düşüyordu. Solgun, gencecik yüzünü, çatılmış kaşlarını ve yaşlarla ıslanmış gözlerini düş gibi anımsıyorum. Tutsakların tümü geçti. Geride kaldı o. Geriye baktığımda bir motorsikletlinin ona doğru sürdüğünü gördüm. Motorsikletinden inmeden tabancasını çıkardı, çavuşun kulağına dayayıp ateşledi. Küçücük bir ırmağa varana dek faşistler düşen birkaç Kızılordu adamını daha vurdular.

” Şimdi o küçük ırmağı görüyordum, sonra çökmüş bir köprü ve ırmağın kıyısında devrilmiş bir kamyon. Ve orada yüzüstü düştüm. Bayıldım mı ? Yo bayılmadım. Boylu boyunca uzanmıştım; ağzım toz toprak doldu, şiddetle sıktım dişlerimi, kumlar ağzımda çıtırdadı. ama kalkamıyordum. Yoldaşlarım yanımdan geçerken biri alçak sesle konuştu:” Kalk hadi, yoksa öldürürler seni.” Ellerimle ağzımı yırtmaya, acının kalkmama yardım etmesi için gözlerimi bastırmaya başladım.

“Herkes geçti beni, bir motosikletlinin bana doğru geldiğini duydum. Nasıl olduysa, kalktım ! Dönüp motosiklete bakmadan, esrimiş gibi yalpalayarak tutsaklara ulaşmaya ve son sıraların içine kendimi atmaya zorladım. Alman tankları ve cemseleri ırmağın içinden geçerken suyu bulandırmıştı, ama bu sıcak, çamurlu sudan içtik, ve bu bahar pınarlarından daha tatlı geldi bize. Başımı ve omuzumu ısladım, bu canlandırdı beni, yeniden kazandım gücümü. Artık düşüp yolda kalmayacağımdan ümitli, yürümeyi sürdürdüm.

Bir ortasıklet Alman tank kolunun arasında kendimizi bulduğumuzda, ırmağı yeni geçmiştik. Tutsak olduğumuzu görünce en öndeki tank son hızla tam ortadan üzerimize doğru sürdü.

Ön saflardakiler kapanıp paletlerin altında ezildiler. Muhafız piyadelerimiz ve motorsikletliler durmuş bakıyor, bazıları gülmekten katılıyordu; taretlerinden dışarı bakıp ellerini sallayan tankçılarla bağırarak birşeyler konuştular. Sonra yeniden bir kol halinde toparladılar bizi, kendileri de yeniden kenardan yürümeye başladılar. Şaka yapmayı seviyorlardı, inkar edemem bunu.

“O akşam ve gece hiç kaçmaya çalışmadım, çünkü bir yere gidemeyeceğimi biliyordum, kan yitirdiğim için çok zayıflamıştım. Yanısıra, sıkı gözleniyorduk, herhangi bir kaçma girişimi kuşkusuz başarısızlıkla sonuçlanacaktı. Ama sonraları kaçmaya çabalamadığım için nasıl lanet ettim kendime ! Diğer sabah Alman güçlerinin karargah kurduğu bu köyden geçtik. Bizi izlemek için sokağa dökülmüştü piyadeler. Köyün içinde muhafızlar hızlı koşmamız için zorladılar. Cepheye giden alman birliklerinin gözlerinde bizi küçük düşürmeyi gerekli görmüşlerdi. Koştuk da. Arkada kalanlar ya da düşenler oracıkta vuruldular, o akşam bir savaş tutsağı kampına vardık. Motor- traktör servis istasyonlarından birinin avlusu tel örgülerle çevrilmişti. Kamp muhafızlarına teslim edildik, silahlarının namlularıyla iterek içeri sürdüler bizi. Yıkanmak için hiçbir şey yoktu. Oldukları yere yapıyorlardı adamlar, çamur ve kokan gübre içinde yatıyorlardı. En zayıfları bir daha kalkamıyordu. Günde bir kez su ve yiyecek veriliyordu, bir maşrapa su ve bir avuç dolusu ham darı ya da çürük ayçiçeği tohumu, hepsi buydu. Bazı günler bize birşey vermeyi tümüyle unuturlardı.

“İki gün boyunca yoğun yağmur yağdı. Kampta pislik ve çamur öylesine seyreltikleşmişti ki, dizlerimize dek batıyorduk. Çiylenmiş giysilerimizden buhar yükseliyordu sabahleyin tıpkı atlardan yükseldiği gibi; ama yağmur yeniden durmaksızın boşalmaya başladı. Her gece birkaç düzine adam ölüyordu. Tümümüz yiyecek kıtlığından gün geçtikçe daha da zayıflıyorduk. Dahası yaralarım işkence çektiriyordu bana.

“Altıncı gün omzum ve başım her zamankinden çok ağrımaya başladı, irin toplamışlardı. Sonra kötü kötü kokmaya başladılar. Kampın bir yanında kollektif çiftlik ahırları vardı, yaraları ciddi olan Kızılordu adamları orada yatıyordu. Sabahleyin kamp sorumlusu gedikli subaydan doktora görünmek için izin istedim, bana yaralılara bakan birinin olduğunu söylemişlerdi. Gedikli iyi Rusça konuşuyordu. Yanıtladı:”Git de doktorunu gör Rus. Sana hemen yardım edecektir.”

“Alay ettiğini anlamadım; sevinmiştim, ahıra doğru geçip gittim. Üçüncü sınıf bir ordu doktoru girişte karşıladı beni: Bir yulara bağlıydı. Yıpranmış, yaşamak zorunda kaldığı şeylerden yarı delirmişti. Yaralılar çerçöple karışık gübrelerin üzerinde yatıyor, ahırı dolduran pis kokuyu soluyorlardı. Çoğu yaraların içinde kurtlar kaynaşıyordu, yapabilenler parmaklarıyla yada çöplerle atmaya çalışıyorlardı, içerde ölü tutsaklardan bir yığın da vardı, kaldırmak için zaman olmamıştı.

“Görüyor musun ?” diye sordu doktor. “Sana nasıl yardım edebilirim ? Bir tek sargı bezim yok, hiçbirşey yok. Git, Tanrı aşkına çek git, Sargılarımda yırtıp at ve yaralarına kül serp. Surdaki kapının önünde biraz temiz kül bulacaksın.”

“Dediğini yaptım. Girişte gedikliyle karşılaştım. Bütün yüzüyle sırıtıyordu. “Eee, nasıl gitti bakalım ? Askerlerinizin kusursuz bir doktoru var. Yardım etti mi sana ? Konuşmadan geçip gidiyordum ki, yüzüme bir yumruk atıp bağırdı:” Yanıtlamak istemiyorsun ha, köpek seni!. Yere düştüm, yeniden ve yeniden başıma ve göğsüme tekmeler savurdu. Yoruluncaya kadar tekmelemeyi sürdürdü. Bu faşisti yaşadığım sürece asla unutmayacağım, asla! Sonra beni bir kez daha dövdü, öncekilerden daha sertti bu. Beni tel örgülerin arasından her gördüğünde dışarı çağrıyor, tek söz söylemeden, büyük bir konsantrasyonla dövmeye başlıyordu.

“Nasıl kaçtığıma gelince…”

“Savaştan çok önce, daha mekanikçi olmamışken Kama ırmağında istifçi olarak çalışıyordum. Boşaltmaya yardım ederken herbiri atmış kilo gelen iki tuz torbası taşırdım. Müthiş gücümü esirgemezdim, her zaman da çok güçlü bir yapım vardı. Şimdi de aslolan tek şey ölmek istemediğimdi, direnme gücüm de oldukça büyüktü. Ülkem için dövüşmeliydim yeniden, sonunda düşmandan öç almak için döndüm de.

“Görünüşe göre transit bir kamp olan bu kampta yüz kilometre kadar uzukta olan başka bir kampa aktarıldım. Burada da sistem transit kamptakinin tümüyle aynısıydı: aralarına dikenli teller gerilmiş direkler, üstü açık. Verilen yiyecekler aynıydı, ama ham darı yerine bir kase çürük kaynamış un veriyorlardı, ya da ölü atların leşlerini sürüklüyorlardı kamp içine. Açlıktan ölmemek için yerdik bunlardan, yine de yüzlerce ölüyorduk… Ekim’de gelen soğuklar herşeyin üzerine tuz-biber ekti, durmadan yağmur yağıyor sabahları don oluyordu. Soğuktan ölümcül acılar çekiyorduk. Ölen bir Kızılordu adamının üzerinden asker ceketi ve paltosunu aldım, bu bile soğuktan koruyamadı bedenimi. Açlığa gelince, ona alışmıştık artık.

“Yağmaların şişmanlattığı askerlerin gözetimindeydik. Tarladan çıkmış gibi aynı karaktere sahipti tümü. Adi eşkiyadan başka birşey değillerdi. Eğlenmek için bir yol bulurlardı. Sabahleyin bir çavuş tel örgülerin önüne gelip bir çevirmen aracılığıyla konuşurdu.

“Az sonra yiyecek dağıtımı yapılacak. Dağıtım solda olacak.”

“Çavuş giderdi. Ayakta durabilen herkes kampın sağ yanına koşardı. Bir saat, iki saat, üç saat beklerlerdi, iliklerine işleyen rüzgarda yaşayan iskeletler titreşirdi.

“Sonra birden kampın diğer yanında askerler belirirdi. Tellerin üzerinden iri ateti parçaları fırlatırlardı. Açlığın bilinçlerini zayıflattığı esirler o yana akın ederler ve çamura bulanmış et parçaları için mücadeleye başlarlardı.

“Askerler katıla katıla gülerek izlerler ve birden uzun bir makinalı tüfek salvosu tarardı tutsakları. Çığlıklar inlemeler… Tutsaklar yaralı ve ölülerini orada bırakıp yeniden sol yana koşarlardı. Kamp komutanı, uzun boylu bir asteğmen, yanında bir çevirmenle tel örgülere gelirdi. Gülmesini zorlukla bastırarak konuşurdu:

“Yiyecek dağıtımı sırasında istenmeyen düzensizlikler olmuştur. Eğer yeniden böyle şeyler olursa, Rus domuzlarının acımasızca vurulmusı için buyruk vereceğim.” Komutanın arkasındaki Nazi askerleri gülmekten ölürlerdi. Komutanın bu “akıllıca” oyununu çok severlerdi.

“Ölüleri sessizce kamptan çıkarır ve pek uzak olmayan bir dereye gömerdik. O kampta yumruklarla, sopalarla, dipçiklerle dövülürdük. Herhangi bir anda ya sıkıldıkları ya da eğlenmek istedikleri için döverlerdi. Yaralarım iyileşmeye başlıyordu, ama sonradan, sanırım süreğen nemden ve dayaklardan, yeniden açılıp dayanılmaz ağrılar vermeye başladılar. Ama daha yaşıyordum, ve kaçma umudumu da yitirmemiştim… Olduğumuz yerde, çamur içinde yatıyorduk, saman vb. yoktu. Birbirimize katı bir kitle halinde sokulup yatardık. Tüm gece boyunca sürekli, alta çamur içinde üşüyenlerle üstte soğuktan üşüyenler yer değişirdi.

“Günler birer kabus gibi geçiyordu.Gün geçtikçe daha çok zayflıyordum.Artık bir çocuk bile bir vuruşta devirebilirdi beni. Zaman zaman bir deri bir kemik kalmış ellerime bakardım, ve düşünürdüm:”Nasıl çıkacağım buradan ?” işte ondan sonradır ki o ilk birkaç gün kaçmak için hiçbir girişimde bulunmadığım için lanet ettim kendime. Hiç değilse öldürülürdüm de bu korkunç acıları çekmem gerekmezdi.

“Kış geldi. Kar’ı yanlara küreyip donmuş zemin üzerine yatıyorduk. Sayımız gitgide azalıyordu.Sonunda birkaç gün sonra çalışmak için başka yere görderileceğimiz duyuruldu. Hepimiz yaşama döndük. Herbirimizin içinde bir ümit ışığı yandı- çok zayıf bir ümitti bu, belki kaçmayı başarabilirdik.

“O gece sessiz ve dondurucuydu. Şafaktan hemen önce silah sesleri duyduk. Çevremdeki herkes kımıldamaya başladı. Gümbürtü yeniden başladığında biri yüksek sesle bağırdı:

“Yoldaşlar, bizimkiler saldırıyor!”

Sonra akılalmaz birşey oldu. Tüm kamp sanki buyruk almış gibi ayağa fırladı. Günlerdir ayağa kalkamamış olanlar bile ayaktaydı. Her yandan ateşli fısıltılar ve bastırılan hıçrıkları duyuyorduk. Yanımdan biri birden gözyaşlarına boğullur gibi, bir kadın gibi yüksek sesle ağlamaya başladı. Ve ben… Ben de.” Teğmen Gerasimo aceleyle, kırık bir sesle konuşuyordu. Sonra yeniden kendine geldi, daha dingin konuşmaya başladı:

“Benim de, yanaklarımdan rüzgarda donan yaşlar süzülüyordu. Biri zayıf bir sesle Enternasyonal’i söylemeye başladı, ve hepimiz selamlayan sesle katıldık ona. Nöbetçiler makinalı tüfekler ve otomatiklerle ateş açtılar, biri bağırarak buyruk verdi: “Yere yatın!” yatıp bedenimi karlarla bastırdım, bir çocuk gibi hıçkırarak ağlıyordum. Yalnızca sevindiğim için değil, insanlarımızla gurur duyduğum için de ağlıyordum. Faşistler bizi öldürebilirdi, silahsız, güçsüz koyabilirlerdi açlıktan; bize işkence edebilirlerdi; ama ruhumuzdaki inancı alamıyorlardı, hiç bir zaman da alamayacaklardı! Saldırmak için yanlış insanlar seçmişlerdi, söyleyeyim size !”

O akşam teğmen Gerasimov’un öyküsünün sonunu duyamadım. Alay mürettebatıyla acele işleri vardı. Birkaç gün sonra yeniden buluştuk. Siper korunağı küf ve çam reçinesi kokuyordu.

Teğmen parmaklarını birbirine kenetlediği ellerini dizlerinin üstünde birleştirmiş, hafif yumaklanmış, bir parkanın üzerinde oturuyordu. Onun böyle elerini kenetlemiş, saatlerce bunaltılı, sonuçsuz düşüncelere dalarak oturma alışkanlığını savaş tutsağı kamplarında edindiğini düşünmeden edemedim.

Nasıl kaçtığımı mı bilmek istiyorsunuz ? Anlatacağım. Silah sesleri duyduğumuz geceden bir süre sonra istihkam inşaatların da çalışmaya gönderildik. Don ve buz çözülmeye başlamıştı. Yağmur yağıyordu. Kampın kuzeyine doğru çıkarıp götürdüler. Yine aynı şeyler: tükenip düşenler oracıkta öldürülüp yol üzerinde bırakıldılar.

“Birinin yol kenarında donmuş bir patatesi almak için eğildiğinde bir gedikli tarafından vurulup öldürüldüğünü anımsıyorum. Bir patates tarlasının içinden geçiyorduk. Gonçar adlı Ukraynalı bir onbaşı patatesi alıp gizlemeye çalıştı. Gedikli onu gördü. Tek söz söylemeden Gonçar’ın yanına gelip boynundan vurdu onu. Bütün tutsaklar durmuş bakıyorlardı” Buradaki herşey Alman devletinin malıdır.” dedi gedikli eliyle çevresini göstererek. “Herhangi biriniz keyfi olarak birşey alırsa anında öldürülecektir.”

“içinden geçtiğimiz bir köyde kadınlar üzerimize ekmek parçaları ve fırınlanmış patatesler fırlattılar. Kimilerimiz bir kaç parça yakalanmayı başardı, ama çocuğumuz yapamadık. Muhafızlar pencereleri taradılar, daha hızlı yürümemiz için buyruk verdiler. Ama cocuklar-korku nedir bilmez onlar- biraz önden yol boyunca koşuyor ve yolda ekmek bırakıyorlardı. Topladık ekmekleri. Ben de büyük bir kaynamış patates ele geçirmeyi başardım. Yanımdakiyle yarıyarıya üleşip kabuğuyla yedik.Hiç bu denli lezzetli bir patates yememiştim.

“Bir ormandaydı istihkam inşaatı. Almanlar nöbetçileri gözle görülür biçimde takviye ettiler ve elimize kürekler verdiler. Canım istihkam yapmak istemiyordu, daha çok yıkmak istiyordum yapılanları.

“Tam o gün öğleden sonra aklıma koydum koyacağımı Kazdığımız çukurdan tırmanıp çıktım, beli sol elime alıp nöbetçinin yanına gittim. Diğerlerinin bir siperde olduklarını önceden gözlemiştim, bizim gruptan sorumlu bu bir kişiden başka nöbetçi de yoktu yakında.

“Küreğim kırıldı, bak !” diye mırıldandım askere yaklaşırken. Kısa bir an, onu ilk vuruşta yere sermezsem işimin biteceği düşüncesi şimşek gibi geçti kafamdan. Asker yüzümdeki ifadeden, galiba birşeyler anladı. Otomatiğinin tetiğini kavramak için omuzlarını silkti, işte o an kürekle yüzünün tam ortasına geçirdim.

Başına vuramazdım, miğferi vardı çünkü. Ama hiç ses çıkarmadan boylu boyunca uzatacak kadar gücüm olmuştu.

“Şimdi elimde bir otomatik ve üç şarjör vardı. Koşmaya başladım. Ama ‘ şimdi’de koşamıyorum gibi geldi bana ! Durdum, derin bir soluk aldım ve yeniden kaldırdım tabanları. Derenin diğer yakasında orman daha sıktı, oraya yöneldim. Kaç kez düştüğümü, kattığımı, yeniden düştüğümü anımsamıyorum. Yine de her dakika daha çok uzaklaşıyordum. Bitkinlikten soluk soluğa, hıçkıra hıçkıra bir çalılığın arasından koşarak tepenin diğer yanına indiğimde otomatiklerin uzak takırtılarını duydum, sonra bir çığlık. Ama beni yakalamak o kadar kolay değildi artık.

“Alacakaranlık çökmeye başladı. Eğer Almanlar izimi bulmayı başarır da iyice yakınlaşırlarsa son mermiyi kendime saklayacaktım. Bu düşünce cesaretimi tazeledi. Daha sessiz ve dikkatli yürümeyi sürdürdüm.
“Geceyi ormanda geçirdim. Yarım mil kadar uzakta olmayan bir köyün yakınındaydım, ama Almanların arasına düşerim diye oraya gitmeye korkuyordum.

Diğer gün partizanlar buldu beni.iki hafta onların barınaklarında dinlenerek gücümü topladım. Önceleri, paltomun astarına sakladığım ve onlara gösterdiğim parti kartımı göstermeme karşın kuşkulanıyorlardı benden. Ama daha sonra operasyonlarına katıldığımda bana karşı davranışları birden değişti. Öldürdüğüm faşistlerin hesabını tutmaya da orada başladım. Bugüne dek bu hesabı hiç sektirmeden tuttum, sayıları yavaş yavaş yüze yaklaşıyor.

“Ocak’ta partizanlar cephe çizgilerinden beriye geçirdiler beni. Bir ay kadar hastanede yattım. Omuzumdaki havan şarapnelerini çıkardılar, romatizma ve kampta aldığım diğer illetlerin savaştan sonra çaresine bakacaktık.Evde bir hafta kaldım, Daha fazla da dayanadım. Cepheye gitmek için müthiş bir istek duyuyordum, tüm söyleyebileceğim de şu şimdi: kim ne derse desin, benim yerim sonuna kadar burası.”

Siper barınağının kapısında hoşçakal dedik birbirimize. Teğmen aydınlık günışığının altında parıldayan bir küreğe düşünceli düşünceli bakarak konuştu:” Ve biz nasıl savaşılacağını, nasıl kin duyulacağını ve nasıl sevileceğini öğrendik. Savaş gibi böylesine keskin bir bıçağın üzerinde herkesin duyguları kusursuz biçimde keskinleşti. Kin ve sevgi yanyana konulamaz diyeceksiniz belki ?Atasözünü bilirsiniz:” Bir atla huysuz bir geyiği aynı kağnıya koşamazsınız.” Ama bizim bulunduğumuz konumda bunlar birlikte koşulu, ve çekecekleri kağnıyı da kusursuz çekiyorlar. Bana ve ülkeme yaptıkları tüm şeylerden dolayı fasitlere acı bir kin duyuyorum. Aynı anda da insanlarımızı tüm yüreğimle seviyorum ve faşistlerin boyunduruğu altında acı çekmelerini istemiyorum. Beni ve tüm diğerlerini böylesi bir öfkeyle savaşmala iten de bu: eylemde biraraya gelip birleşen işte bu iki duygu, kin ve sevgi, utku getirecek bize. Ve ülkemize duyduğumuz sevgi yüreklerimizde korunuyorsa ve bu yürekler çarptığı sürece korunmayı sürdürecekse, kinimizi de sonuna dek sürgülerimizin ucunda taşıyacağız. Belki karmamaşık oldu tüm bunlar, bağışlayın ama düşündüğüm şeyler bunlar.” diye bitirdi teğmen Gerasimov. Ve onu tanıdığımdan beri ilk kez basit, sevecen bir biçimde gülümsedi, bir çocuğun gülümsemesiyle.
Yine ilk kez ben de, yaşadığı olaylardan kırgınlaşmış, ama daha bir neşe ,daha sert ve bükülmez bu otuziki yaşındaki teğmenin şakaklarında parlak beyaz saçları olduğunu  anımsadım. Ve büyük acılar sonucu oluşmuş bu beyazlık o denli katışıksız ki, şapkasına dolanmış bir örümcek ağının ipliği şakaklarına geldiğinde gözden yitmişti, ne kadar çatıştımsa onu ayırtetmeyi bir türlü başaramadım.

Kin ve Sevgi | Mihail Şolohov

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments