Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Aralık 4, 2024
No menu items!
Ana SayfaBilimPsikolojiBaşkalarının yazdıklarına ihtiyacımız yoksa, kendimiz yazmalıyız | Johanna Field

Başkalarının yazdıklarına ihtiyacımız yoksa, kendimiz yazmalıyız | Johanna Field

“Doğan bir insan, denize düşen biri gibi, bir düşün ortasına düşer. Deneyimsiz insanlar gibi tırmanıp çıkmaya çalışırsa, boğulur.. nicht wahr

Hayır! Anlatayım! Tek yol, bu yok edici şeye kendini teslim etmektir ve ellerinizin, ayaklarınızın çabalarıyla bu derin, çok derin denizde batmamaya çalışmaktır…Bu denizde o yok edici şey batıp, yok olacaktır.

Joseph Conrad

***

Bu işe başladığım döneme baktığımda, iki aşama görüyorum. Birinci aşamada, yaşamımın istediğim gibi olmadığını ve bunu değiştirecek gücün bende olabileceğini, yavaş yavaş farketmeye başlamıştım. İkinci aşamada ise, bu konudaki gerçekleri bulmaya çalışıyordum; çünkü değişiklik yapmadan önce bunların belirlenmesi gerekiyordu.

İlk aşamanın ne zaman başladığını söyleyemiyorum. Geriye bakınca, görebildiğim tek şey yarı uykulu bir halde günlük işlerimi yapmam. Bazen bu durumdan sıkılıyordum ama asla nedenini bulmaya çalışmazdım. Her zaman elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışırdım, ara sıra neler olmasını isteyebileceğimi düşlerdim ama bu düşün gerçekleşmesi için bir çaba göstermezdim. Genellikle herşeyin çok iyi yürüdüğünü sanırdım, ama ara sıra bir sıkıntı basardı, herşeyden nefret ederdim. Bu uzun sürmezdi. Gece dinlendikten sonra tekrar o aptalca iyimserliğime dönerdim. Hayatımın bana ait olduğunu, istediğim gibi düzenlemem gerektiğini hiç düşünmezdim. Herşeyi olduğu gibi kabullenmem sırasında, bazı akli rahatsızlıkların belirmeye başladığını farkettim. Buna, kafamı kurcalayan şeyleri not etme alışkanlığım sebep olmuştu. Bu çalışmayı hazırlamak için materyal ararken, kağıtlarımın aralarında dağınık; gelişi güzel yazılmış notlar bulmuştum. İçimi döktüğüm bu notların bazılarındaki sertlik beni şaşırtmıştı, kendimi tanıyamamıştım. Bu notları yazdıktan sonra okumazdım, yalnızca içimden gelen bir dürtüyle yazmıştım. Bu yüzden akli dengem veya mutsuz yaşamım hakkında pek birşey farketmemiştim. Ama bunlar, benim bazı şeylerin olduğunu anlamamı sağladılar.

Bunu o zaman anlayamamıştım, ama şimdi diğer insanlardan kopmuş, ayrılmış ve yaşamdan uzaklaşmış olduğumu hatırlıyorum. Başkalarının benim hakkımda düşündüklerine öylesine önem veriyordum ki, sürekli olarak onları üzmekten, kızdırmaktan korkuyordum. Daima birşeyler yapmaya çalışıyor, hep şaşkın bir halde oluyordum. Partilerde, özellikle arkadaş olmak istediğim kişilerin yanında tek bir söz bile söyleyemiyordum. Kendimi rahat hissedemiyordum. İçimde hep bir şüphe vardı: “Acaba doğru mu yapıyorum?”

Bu saçma, gülünç bir durumdu. Ama uzun süre bu durumu nasıl değiştireceğimi bilemiyordum. Birgün, neler istediğimi, içimden geldiği gibi, önceden düşünmeden yazmaya başladım. Galiba yetersizlik duygularımı belirsizce anlatmaktan başka birşey yapmamıştım.

“Kendimi çevremin bir parçası olarak hissetmek istiyorum; herşeyden kopuk, erkenden yatağına yollanan bir çocuk gibi olmak istemiyorum. Arkadaş istiyorum, düşünce topumu bana geri atacak bir dosta ihtiyacım var. Ama insanlarla beraberken bir sis oluşuyor ve ben       Sizin hakkınızda iyi, hoş şeyler söyleyecek insanlar olmasını nasıl özlersiniz.”

Sonra, fakirlere yardım konusundaki bir konferanstan eve dönünce, şöyle yazmışım:

“Öldüğüm zaman ‘ne kadar işe yaradığımı’ söylemelerini istemiyorum yalnızca yaşadığımı hissetmek istiyorum. Tanrı aşkına, bununla ne demek istiyorum? Pazar gazetelerindeki ‘insan ruhunun derinlikleri’ filan gibi saçmalıklardan mı bahsediyorum? Ne aptalca birşey! Galiba benim kafam Pazar gazeteleri gibi çalışıyor. İyi bir amaç uğruna hizmet vermek istemiyorum, öyleyse numara yapmamın da yararı yok. Bu belki de bencillik ama, ben dünyadaki herşeyden pay almak istiyorum, iyilerle beraber kötüleri de istiyorum. Dünya öylesine harika bir yer ki, herşeyi yakalamak, kucaklamak, her zerresini hissetmek ve katılmak istiyorum. Paylaşmak istediğim şeyler ne olabilir?”

Bu şaşırtıcıydı. ‘İçimi boşaltırken neden normal konuşmamdan farklı bir dil kullanıyordum? İçinde yaşadığım ortamda, hislerin böyle uluorta ifade edilmesi hoş karşılanmazdı. Olay çıkarmak, kahramanlık göstermek tabuydu. Halbuki, burada, istediklerimi bulmaya çalışırken bu kahramanca cümleleri kullanmıştım. Ama hiç değilse bu sözcüklerin beni bir yere götürmeyeceğini anlamış gibiydim; bunu şu satırlardan anlıyoruz:

“Kendimi bırakmak, koyvermek, yaşamın içimden (bir deniz gibi berrak ve serin) aktığını hissetmek istiyorum. Bu ne demek oluyor? Yani okurken kendi benliğimi unutmak, yazarların evreninde olduğumu hissetmek; yani amaçlarım doğrultusunda davranmak. Belki hedefin de ilerisine gidiyorum, ama ne önemi var? Bu bir iş yapmak mıydı yoksa istediğimi yapması için birilerini ikna etmek veya ona yardım etmek miydi?”

Bunların hepsi çok iyi, hoştu ama bana kendimi nasıl koyvereceğimi, benliğimi nasıl unutacağımı anlatmıyordu. Bunun için bir çare aramış olmalıyım. Çünkü sık sık gecekondu bölgelerine gidip fakirlerin sorunlarıyla ilgilenerek kendimi unutmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Fakat içimde hep o şüpheler vardı, gerçekten onlara verecek birşeylerim var mıydı veya onlara benim, kendimin yeterli bulmadığım bir yaşam tarzı göstermenin yararı var mıydı gibi sorular beynimi kemiriyordu. Sonra elimden kaçmakta olan yaşamın sırrını bulabilmek için, belki de fakirliğin güç şartlarında yaşamak için kendimi zorlamam gerektiğini düşündüm. Ama burada da tedbirlilik ve korkaklık baskın çıktı; sağduyum bu romantik ve dramatik düşünceyi şüpheyle karşıladı. Sonra psikanaliz önerildi. Ama bunun nasıl düzenleneceğini, o zaman bilmiyordum ve çıkış yolu olarak görmedim. Herkes için uygun olan, herkesin kolayca uygulayabileceği bir yol bulmak istiyordum. Sonunda, bütün bulgularım içinde, benimki gibi sorunlara en uygun tedaviyi buldum; çünkü aşağıdaki notta şöyle yazmışım:

“Neden olmasın? Neden onunla yaşamayacaksın? Kendini bırakma ve teslim olma korkusu, insanın fantezi ve özel dünyasının duvarlarını yıkmak, ailece dışlanmanın ve günahkar olmanın duvarlarını çökertmek….

Ama engellenmekten, kapatılmaktan nefret ederim, evrendeki tüm yaşamın içime akmasını istiyorum. Bu bana, insanın tüm dünyasını gömmesi gibi görünüyor. Onu sevmemiş olmam korkumu örtmek için mi? Yoksa içten gelen bir savunma sistemi mi?”

Bu kararsızlık, birinci aşamanın bitişini gösteriyor. Gözlerim açılmış, yaşamımın istediğim gibi olmadığını farketmiştim. Ama bu konuda ne yapmam gerekiyordu? Bir sevgili edinmek herşeyi halledecek miydi? Hangi görüşe güvenmeliydim? Bazılarına göre sevgili edinmeliydim; yoksa benim yetiştirildiğim standartlara inanıp bunun sözünü bile etmemeli miydim? Bu bütün problemin küçük bir örneğiydi. Eğer yaşamım bu haliyle yeterli değilse, bunu nasıl değiştirecektim? Hangi standarda göre yaşayacaktım.

Bu noktada yaşamımı yönelteceğim standartları düşünmeye başladım. Bunu bulabilseydim, gelecekte nelerden kaçınmam gerektiğini bilecektim. Bu çok önemli bir adımdı. Çünkü “gerekeni” yapmaya çalışacağıma, o anda ne yaptığımı incelemeye başlamıştım.

İlk olarak yapmayı amaçladığım herşeyi düşündüm, işimde iyi olmak, insanları memnun etmek, popüler olmak, olup biteni kaçırmamak, benden bekleneni yapmak, insanlara yardım etmek, mutlu olmak. Bundan sonra, düşündüm ve bu amaçlardan hiçbirine ulaşamayacağıma inandım. Çünkü yaşamım bunların hepsinin plansız, düzensiz bir karışımı tarafından yönlendirilmişti. Adetler; ananeler; moda; arkadaş, aile, vatandaş çevresinin koyduğu standartlar tarafından etkilenmiş ve oradan oraya sürüklenmiştim.

Bunlar, bir insanın yaşamını yönlendirecek kadar güvenilir miydiler?

Öyle olduklarını sanmıyordum, çünkü çevremde hep kuralların, alışılagelmiş davranışların değiştiğini, yetersiz olduğunu görüyordum. Yalnızca bizi savaşa sokan bu sosyal geleneğin kurallarından şüphe etmekle kalmıyor, aynı zamanda bana öylesine karışık geliyordu ki, bana söylediği şeyleri, nasıl bir hayat sürmem gerektiğini anlamıyordum. Ama başka ne vardı?

Eğer başkalarının yaptıklarını veya beklentilerini yapmayacaksam, başka neye göre davranacaktım? Kendi mantığıma mı? Ama çok eskiden beri yeterince bilgim olmadığını, bir mantık tartışmasını sonuna kadar izleyemediğimi biliyordum.

Ayrıca eğer kendime en iyi yaşam tarzını seçecek ve bütün yaşamımı bu değerlendirmelere göre kuracaksam, önce evren hakkında berrak ve açık bir bilgim olması daha doğru olmaz mıydı? O zaman kendi hayatımdan önce, bütün bilim ve fen yayınlarıyla mı uğraşmam gerekiyordu? Öyle yapsam ve hepsini anlasam bile, hangisini yaşamıma temel olarak seçeceğimi nasıl bilecektim?

Burada içim, mantıklı ve akıllı bir yaşam için mutluluğu buluncaya kadar beklemem gerektiği olasılığına karşı kuşkularla doldu. Bunun için de Einstein’ı anlayıncaya kadar beklemem gerekecekti.

Peki, mantık da olmuyorsa neyi arayacaktım? insanın nasıl yaşaması gerektiğini gösteren bir sezgi yok muydu? Tıpkı bir köpeğin hastalanınca ot yemesi gibi. Böyle bir fikrin şüpheyle karşılanacağını biliyorum ama bu yine de gözardı edilmemelidir. Belki de böyle bir duyu, kendini insanın bazı ani istekleriyle belli ediyordur. Veya belki de bu duyu, bizim bugünkü yaşam şeklimiz yüzünden körelmişti. Veya bu isteklerimiz, belki de deneyimle geliştirilebilir.

Sonra birden aklıma geldi; belki de mutlu olmak, gerçekten böyle bir duygunun belirtisidir. Belki insan aslında tam olarak ne zaman mutlu olduğunu bilirse, mutlu bir hayat için nelerin gerekli olduğunu da bilebilir. Öte yandan, mutluluk konu dışı; esas olan şey, insanın canının istediğini yapması gerektiğidir.

Kendi mantığımın gücünden emin olmadığımdan, bu soruları cevaplandırabilmek için oturup düşünmenin bir yararı olmadığına karar verdim. Başkalarının fikirlerini okumak da yararsızdı, çünkü onlar için doğru olan benim için doğru olmayabilirdi. Kendi hayatımın gerçeklerine, yalnızca gözlem ve deneyimlerime dayanarak bilmek istediğim şeyleri bulabilmek umuduyla bakmayı, incelemeyi düşündüm. Bunun için tek yol bir günlük tutmaktı; bu günlükte hergün özellikle mutlu olduğum anları yazmakla işe başladım. Ayrıca önemli görünen her şeyi not ediyordum çünkü ileride mutluluğun önemli olmadığı ortaya çıkarsa, başka şeyleri de inceleme fırsatım olacaktı. Bu planı yapmam ve günlüğüme neleri yazmam gerektiğine karar vermem oldukça uzun bir zaman aldı. Daha önceleri de günlük tutmaya çalışmış, ama her olanı yazmaktan sıkılıp birkaç hafta sonra vazgeçmiştim. Bir kez daha denedim, olağan bir iş gününü seçip aklımda olan herşeyi kaydetmeye çalıştım. Sonuç beni dehşete düşürdü. Eğer günlük yazmak bu anlama geliyorsa bunu devam ettiremeyeceğimi düşündüm. İşte yazdıklarım:

“Bu sabah kalkınca aklımdaki tek düşünce, işe gitmeden önce saçımı kestirecek zamanımın olup olmayacağıydı; bir de çok solgun ve yorgun göründüğümü, F.’yi görmeye gitmeyi hiç istemediğimi düşündüm. Kuaförü aradım ve randevu alamadım…. S. kuaförünün saçlarımı kesebileceğini öğrenince çok sevindim; kibar, genç bir adam kesti saçlarımı. Büroda, saçımın ne kadar iyi kesildiğini ve bana ne kadar yakıştığını söyleyen biri çıkar diye umuyordum. Sonra F. ile öğle yemeği yedik, saçımı farkettiğinde yüzümün kızardığını hissettim. Ondan ayrıldığımda, herşey yolunda gittiği için mutluydum. Biraz çalıştıktan sonra, Miss P.’yi buldum, yeni saç kesimimi gösterdim, onunla çene çalarken ne kadar çekici olduğumu düşünüyordum. Kulübe gittim, orada M. saçımın güzel olduğunu söyleyince çok sevindim. Pin pon oynadık, kendimi o gün pek beğendiğim için her zamankinden güzel oynadım…

Akşam yemeği… birşeyler konuşuyorduk. Birdenbire, M.’den bahsedildiğini duydum. Tokat yemiş gibi oldum. Birisine kart yolladığını söylüyorlardı. Bu insanların onu tanımalarından hiç hoşlanmadım. Onu ciddiye aldığımı zarınedebilirlerdi ve M. için birçok kızdan yalnız biri olduğumu bileceklerdi. , Ama içlerinden hiçbirinin onu anladığını sanmıyordum. Eve gelince, albüme koyacağım resimleri ayırdım, tabii ki güzel göründüğüm fotoğrafları seçiyordum.”

Bu gözlem neredeyse girişimimden vazgeçmeme sebep olacaktı. Aklımda hep eleştiriler çınlıyordu: “Kendini daha az düşün; bu kadar kendinle meşgul olma; başkalarını da düşün, o zaman kendi sorunlarını düşünecek vaktin olmaz.”

İçim şüpheyle dolmuştu. Bu çabalarım beni iç gözlem batağına daha çok saplamıyor muydu? Bu kez de şu notu buldum:

“Geçen gün en önemli şeyin, öbür kişilerin görüşleri olduğunu düşündüm.”

Üç hafta sonra da şu yarım kalmış cümleyi yazmışım:

“Eğer birşeyi keşfedebilecek zekam yoksa, kendimden daha çok sevdiğim…”

Bundan anladığım kadarıyla, çocukluğumda öğrendiğim bir prensibi hatırlamışım; dünyadaki en kötü şey bencilliktir. Çocukken iyi olmaya çalışmam bir anlamda bencillikti. Bencil olmamak kavramı, bende bir huzursuzluk, tedirginlik hissi yaratıyordu. Sonraki yıllarda, durmadan kendimi, başkalarını düşünmeye zorladım; ama gittikçe daha çok içime kapanıyordum. Yıllarca bunun sebebinin benim irade gücümün zayıflığı olduğunu sanarak, şaşkın şaşkın dolaştım, esas sebebinin kullandığım yanlış yöntem olduğunu düşünmüyordum.

Şimdi, sonunda, bencilliğimden kaçarak kurtulamayacağımı anlamaya başladım. O ‘yok edici şeyin’ içime gömülmesi gerekiyor.

Böylece yıllarımı alan bir çalışmaya başladım; yaşamımı, geleneklere, veya akılcı teorilere veya otoritelere göre değil, deneyimlerle düzenlemeye çalışıyordum.

Günlüğümün başına aşağıdaki pasajı yazdım:

“İnsan yaşamının amacını ve anlamını bilmememiz ve kuruntuları gerçek gibi gösterdikleri için manevi sezgilere güven duymamamız, bizi davranış teorilerine karşı uyarırlar.

Francis Galton.”

Bu cümlenin anlamını tam olarak kavrayamamıştım, çünkü davranış teorilerinden haberim yoktu. Yıllar sonra, tekrar okuduğum zaman, yazarın kamu gerçeği ile kişisel gerçekten, aynı şeymiş gibi bahsettiğini farkettim. Bu yüzden, belki de bu cümlenin benim için bir uyarı olduğunu hissetmekte haklı olduğumu düşündüm. Manevi sezgi derken, akılcı tartışmaya dayanmayan bir şeyi kastettiyse, bu var olduğu bilinen ama nasıl olup da bilindiği bilinmeyen bir şeydi.

Mantığa dayanmayan fikirlere güvenmemenin akıllıca olacağını hissediyordum; çünkü bunlar benim isteklerimi yansıtıyorlardı. Ama bu korkunun, güvensizliğin, benim iç alemimdeki gerçekleri görmememe sebep olmaması lazımdı.

Dış dünya hakkında olduğu kabul edilen kamu gerçeği, benim için önemli olanları göstermiyordu. Ama belki de kişisel gerçekler vardır, bilmekten çok hissetmeye dayanan bu gerçeklere arkamızı dönemeyiz. Bildiğim kadarıyla bilim bu alanla ilgilenmemiştir; bazen öyle birşey olmadığını, bazen de varsa bile bilimi ilgilendirmediğini söylemişlerdir. Ama bilim buna sahip çıkmasa bile, yine de bana biraz yararı olmaz mı acaba? istek ve mutlulukla ilgili bu soruların, bilimin gerektirdiği gibi kesin formüllerle çözümlenemeyeceğini biliyorum. Ama deney yöntemini uygulayarak, gözlem yaparak hipotezlere ulaşıp, sonra yine kişisel gerçeklerimle karşılaştırmalar yapamaz mıydım?

Beni ileride nelerin beklediğini az çok biliyordum herhalde, çünkü önümde duran buruşturulmuş bir kağıtta şunlar yazıyordu:

“İçimizdeki bu ruh ve hayat, çevremizdeki yaşamla hiçbir şekilde uyum sağlamıyor. Birisi ona ne düşündüğünü sorarsa, o, daima başkalarının söylediğinin tam tersini söyler… Aslında o, dünyanın en garip yaratığıdır; bir rüzgar gülü gibi dönek ve değişkendir, hem utangaç hem kabadır, bakire ve şehvet doludur, geveze ve sessizdir; çalışkan ve hassastır; melankolik ve hoştur; yalancı ve gerçektir; bilgili ve cahildir; liberal ve açgözlüdür; kısaca öyle kompleks, öyle belirsizdir ki; dış dünyada insanlarla ilişki kuran diğer görüntüsünün tamamen tersidir.

Virginia Woolf

Bu arayışın öyküsünü yazmaya karar vermemin sebebi eğer yazmazsam yolumu kaybedeceğimden korkmamdı. Yine de yıllarca tereddüt ettim, bunları nasıl yazacağımı bilmiyordum. Bana olanları anlatmaktan, kişisel olmaktan çekiniyordum, Bir yandan da ancak böyle yazarsam başkaları için bir değeri olacağını da biliyordum. Öyküyü sanki bir arkadaşın veya hayali bir tipin başından geçmiş gibi anlatmak istiyordum. Bu biraz da yetişme tarzım yüzünden oluyordu. Zamanla, sessizliğin kuvvetlilerin bir ayrıcalığı olduğunu, güçsüzler için ise bir tehlike olduğunu anladım. Susmam, anlatmamam gereken şeyler genellikle utandığım şeylerdi; halbuki bunları açıklamam ve itiraf etmem çok daha iyi olacaktı. Böylece direkt kişisel bir anlatım kullanmamın, herşeyin özü olduğunu farkettim. Roman yazarları ve şairlerin nasıl yaşanacağını yazdıklarından öğrendiklerini düşünürdüm. Kendi sorunlarını dramatize ederek, yazarak daha kolay çözümlüyorlardı. Peki ama, insanın iç dünyasındaki gerilimleri, sorunları sembolize ederek düşsel gerçekler yaratabilme yeteneği yoksa, bunlarla başka bir yöntemle başa çıkılamaz mı? Elbette psikoloji üzerine yazılmış olan veya nasıl başarılı, mutlu olacağınızı anlatan kitaplar vardır, ama bütün bunlar benim dışımda kalıyorlar; çok genel kavramlar kullanıp uygulaması zor kurallar öneriyorlar. Başkalarının benim nasıl olmam gerektiğimi yazmaları, tıpkı bir elmanın rengini kitaptan bakıp öğrenmeye benzer. Bu gibi şeyleri başkalarının fikri olmadan bilmek gerekir. Öyleyse, başkalarının yazdıklarına ihtiyacımız yoksa, kendimiz yazmalıyız.

Bu işe girişmek isteyenlere son bir uyarım var; bu kitap okumakla ilgilidir. Uzun süre, yazmayı erteledim. Öğrenmem gereken çok şey vardı, bu konuda yazılmış olan çok eserler olduğunu hissediyordum. Asla bu düşünceye teslim olmayın, asla ‘çok az şey biliyorum, başlamadan biraz daha okumalıyım’ demeyin. Önce gözlem yapmalı, sonra gözlemlerimi anlatmalı ve sonra eğer gerekiyorsa kitaplara bakmalıydım. Buna karar verince yazmak kolaylaşmıştı.

Sonunda yalnızca moralimi düzeltecek, bana bilgi yerine cesaret verecek kitaplar okumaya karar verdim. Yine de kitaplara çok şey borçlu olduğumu kabul ediyorum. Belki okumak düşüncelerimi geliştirmişti, ama çoğu yazılar beni şaşırtmış, aklımı karıştırmıştı.

En iyi öğretmen insana herşeyi kendisinin öğrenip, gerçeğe giden yolları bulmasını öğretir; bu yüzden ortaya çıkan sonucun ne kadarı öğrencinin, ne kadarı öğretmenin payıdır, pek anlaşılmaz. Aklıma aniden geldiğini sandığım pek çok fikrin, okuduklarımdan doğduğunu da şimdi farkediyorum.

Başka bir nokta da, bulduğum şeyler yalnız benim için gerçek olmalıdır. İzlediğim yol, belki de ana yoldan çok uzaktaki, ıssız bir patikadır. Okuyuculara, bir gezginin yolunu kaybetmesi ve ana yola ulaşmak için şaşkın şaşkın dolaşması ilginç gelmeyebilir. Belki de onlar, daha yolun başında, hangisini izleyeceğini biliyorlardır.

Yazdıklarımı yeniden okuyunca, karşılaştığım bazı zorlukların size çocukça gelebileceğini düşündüm. Ama sonra insanın kendisinin tek ve eşsiz olduğunu düşünme yanılgısına sık sık düştüğünü hatırladım.

Yine de ıssız bir patika olduğunu sandığım yolun sonunda bir ülkeye vardım. Bu ülkeyi bazıları çok iyi tanır, bazıları varlığını bildiği halde hiç bahsetmezler ve bazıları da ismini bile duymamıştır.

 

***

 

Bu çalışmada, toplumumuzca normallik diye bilinen bir çeşit paylaşılmış psikopatolojinin güzel bir tanımı yapılmıştır. Şaşırtıcı olan şey ise Miss Field’ın değişmeye çalışması ve kendini iyileştirmek için uğraşmasının, toplumumuzca hastalık olarak nitelendirilmesidir. Bunun gerçekten böyle olduğunu görebilmek için, Freud’un bir mektubundan alınan şu meşhur ibareyi düşünmemiz yeter: “Bir insan yaşamın anlamını sormaya başlarsa, hasta oldu demektir.”

İyi bir İngiliz Psikologu olan Miss Field, pek çok kişinin bugünkü kronik durumlarını tanımlıyor ve bizlere bu konuda birşeyler yapabilmek için harcadığı çabalarını anlatıyor. Psikanalizi düşünmüş fakat “herkes için uygun olan birşey bulmak istediğini” söyleyerek bundan vazgeçmiştir. Bunun yerine, kendi “özel gerçeğini” aramaya başlar; bu “duygu gerçeğidir “. Elinde bir defterle yaşamındaki her olayı gözlemleyip, tanımlamaya çalışır. Ona göre, ne yapması gerektiğini düşündüğü şeyler için kendini zorlaması, ilk adım olmamalıdır; yapacağı şey “yaptığı şeyleri araştırmak” olmalıdır. Aşağıdaki parça, Miss Field’in “insanın Kendi Hayatı” isimli, 1952’de yayınlanan kitabından alınmıştır.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments