Hüznü, felsefeci olarak, doğrusu, mesleği felsefe öğretmek olan birinin gözlüğüyle anlatmaya çalışacağım. Söyleyeceklerim biraz “akademik” felsefe çizgisinin dışında gelişecek. Hiçbir felsefe okulunun sözcüsü olmadığını ileri süren bir okulun sözcüsü gibi konuşacağım. Hüznü bir yaşantı (experience) olarak betimleyeceğim. Hüzün, bu yazımda tekrar tekrar dile getireceğim gibi, “özgül”, kültürümüze özgü, bir yaşantıdır. Elbette, evrensel, kültürler arası boyutları vardır. “To whom shall I tell my sorrow?” (Derdimi kime dökeyim?) diyen bir Anglo-Amerikalıyı anlayabilirim. Melali anlayan nesle âşinâyız çünkü, insanların çektikleri actları, iç dünyalarını alt üst eden duygu fırtınalarını, bedenlerini sarsan depremleri kavrayabiliriz. Bunu bir sempati, bir empati yeteneği ile açıklamayı düşünmüyorum. Ben bir çok ruhhekimi arkadaşımın da sahip olmaya çalıştığı felsefî duyarlılığımı inceltmeye uğraşarak hüzünle ilgileniyorum. “İnsanla ilgili hiçbir şeye yabancı değiliz” diyor, Batılı. Bu kültürün insanları olarak bu kitabın sayfalarında düşünce ve duygularını, deneyimlerini, bilgilerini aktaran arkadaşlarım da, insanla ilgili olan hiçbir şeye yabancı değiller, inanıyorum.
Yine, inanıyorum ki, hüzün yaşantısını betimleme çabalarım, belki biraz alışmadıkları bir dille anlatılıyor olsa da, hekim arkadaşların ilgisini çekecektir, çünkü insanı anlatmaya çalışıyorum. İnsanın durumlarından birini, hüzünlü insanı, mahzunu söylemeye uğraşıyorum. Kimdir mahzun?
Bizden biridir. İçimizden biri. İşte o mahzunu kendi gözlüğümle, Türkçemin olanağıyla dile getireceğim. Elbette mahzun insan, onu betimleyen insandan izler taşıyacaktır. Hüznü mahzun biri olarak anlatacağım sizlere. Hüznün bana öğrettiklerini ortaya koymaya çalışacağım. Hüzün hocamdır çünkü. Size hocamı anlatacağım. Nedir umudum? Umudum, onun belki sizin de hocanız olabileceğinde yatıyor. Hocamı paylaşmak isteğimde.
Hüzün, dolu, birikimli bir yaşantıdır. Bize kendimizden, kendimizde yaşayan gerçeklikten seslenir. Hüzün yaşantısını başarıp yaşayabilenler, onun bir hastalık olmadığını anlarlar. Hüzün, onun sesini duyanlar için, içimizdeki insanlığın, içimizdeki kültürün, dilin, müziğin sesidir. Hüzün bizim kültürümüzün bir sesidir. Bundan dolayı öbür dillere çevrilirken anlamını yitirir. Melankoli değildir. Sıkıntı da. Çöküntü de. Hüzünde derin bir mânâ ve lezzet vardır. Hüzn hüsndür. Hüsn-î mânevidir, iç güzelliğidir. Melal değildir hüzün, usanç, usanma, bıkma, sıkılma, sıkıntı değildir. Belki “melâl-i hasret ü gurbettir, hasret ve gurbetin hüznüdür. Hüzün, ince bir özlemdir. Yaşantıların yıllarca içimizde oluşturduğu çökeltinin sonucunda ortaya çıkar. Öfke, hınç hiç değildir. Dünya hüzünsüz yaşanamaz bizim kültürümüzde. Gönlümüzün penceresinden görünen dünya bizi mahzun kılar. Çünkü, dünya, aslında “dünyayı ahzân”dır, hüzünler dünyasıdır. (Bu görüşümü birazdan tartışacağım.) Mahzun, dünyadan kaçmış, dünyadan elini ayağını çekmiş biri, “dünya korkağı” değildir. Çünkü hüzün cesaret ister, hüzünlenme cesareti, yaşantıları yeniden gözden geçirebilme cesaretidir. Bir iç çekiştir. Bir “âh”tır. Yeniden yaşamak, yaşananı yeniden yorumlamak için. Bu nedenle hüzün “arada olan”dır. Eski yaşantılarla yenileri arasında bir köprü yaşantıdır. Mahzun insan korkmaz. Telâşsızdır. Yarışmaz, atışmaz, saldırmaz, küsmez. Şaşkın değildir. Emin de. Ruh serinliği vardır onda. Hüzün ruhsal bir durum olarak görünse de, kökleri hayatımıza verdiğimiz anlamdadır. Varlığın kültür aynasından seyridir. İnsanın tahammül gücüyle ilgilidir.
Yaşamış insan mahzundur. Duymuş, düşünmüş, özgür, özerk, kendi kendisi olabilen, özgün insanın bir başarısıdır. Kültür aracılığıyla yaşandığı, o kültürdeki kişilerin biricik olan varlığına bağlı olduğu için özgündür. Kısaca, gönlü olanın yaşadığı, dünyaya açıldığı, dünyayı tadıp kavradığı bir gönül penceresidir. Bilgili insan mahzundur. Cahil, üzülebilir, öfkelenebilir, acılanabilir, iç burukluğu, sıkıntı duyabilir ama hüzünlenemez.
Bilen ve isleyen insan, arayan, araştıran, bulmak, buluşmak isteyen mahzun olabilir. Hüzün yokuşun başında olmaktır. Yokuş hayattır. Bizi anlamlar dünyasına, gökyüzüne çıkaracak yokuşun. Bunun için hüzne “yokuşun başından seslenen gökyüzü” diyorum. Hüznü yaşayabilmek gönlümüzü yaşayabilmekle olanaklıdır. Bize seslenen gökyüzünü duyabilmek… içindeki gökyüzünün zaman zaman griliğini farkedebilmek. Mahzun, bu açıdan yaşantıyla dolu olandır. Mahzun muhtaç değildir. Kendine yeter. Hüzün bir imtiyazdır. Yaşantılara anlam arama, anlam verme imtiyazı.
Hüzün anlamların bir açıdan yaşanması olduğu için, anlamla ilgili noetik bir durumdur. Bu açıdan hastalık değildir. Anlamların bir sindirilme biçimidir. Nihilist bir durum değildir. Üzüntü hiç değil. Mahzun neden üzülsün ki? Yaşantıların ardsna çekilmiş, o yaşantıları özümsemektedir. Mahzunluk spontan bir gönül durumu olduğu için hesapla, planlanarak yaşanamaz. Düşünüp taşınıp, tasarlayarak mahzun olamazsınız. O denli sahici, o denli birdenbire, o denli kendiliğindendir. Hüznü yaşayan, içinde yer aldığı kültürü duyar. Duyumsar. Buğulu bir hülyadır. Gerçeklik hüznün buzlu camından görülür. Buğusunun ardından. Biz Türkçe konuşan, Türkçe duyan, geçmişini ve değerlerini yaşayan, düşünen, isteyen, umutlanan, bekrleyen insanların öbür kültürlerde yaşayanlara özgün sözler devşirebileceği bir yaşantılar olanağıdır, hüzün.
DÜNYA NEDEN HÜZÜNLER DÜNYASIDIR?
Dünyayı, “neyse öyle” görme olanağım yok. Onu hep belli bir açıdan, kendi gözümle, kendi görüşümün sınırları içinde görmeye mahkûmum. Bu zorunluluğun da gözümden, bakışımdan kaynaklandığını söyleyebilirim. Bu konu üzerinde düşünenlerin kaçamayacakları bir parodoks var burada: öznelliğimin kaçınılmaz oluşunun öznel olmayan bir biçimde ileri sürülmesi sorun yaratıyormuş gibi görünüyor. Doğrusu, bu durum bana çözmeye çabalanacak bir sorun olarak gelmiyor. Dünyayı yaşamanın, yaşantılarına sahip olmanın, onlar üzerine düşünmenin olağan bir özelliğidir. Dünyayı başkalarıyla bir ölçüde paylaşabileceğimiz kendi yaşantılarımızla kavrayabiliyoruz. Sınırlyız. Sınırımızı anladığımızda, sınırımızı aşmaya uğraştığımızda, sınırlarımızı geçmek istediğimizde dünya hüzünlü varlığıyla çıkıyorkarşımıza. İşle bu özelliklerinden dolayı hüzün, voluntarist, epistemolojik, ontolojik boyutlarıyla çıkıyor karşımıza. Gözümüz bir fotoğraf makinası değil. Gözümüz, isteyen, sık sık sınırını aşmanın olanaksızlığını olanaklı hâle getirmeye uğraşan varlığımızla bütünleşiyor. Bilmek, daha önceki bilgilerimizle sürüyor. Yaşantılarım, bilgilerimle, kavramlarımla, içinde bulunduğum kültürle bir arada oluşuyor. Yaşantımın yöneldiği alan, gözümün yapısıyla, önceki yaşantılarımla anlam kazanıyor. Ayaklarım yerdeyken umutlarım, beklentilerim gökyüzüne yöneliyor. Yaşantılarımın iç dinamiği beni yaşadıklarımın sınırlarına zorluyor. Bilgimi duygularımla, bedenimle, kültürel varlığımla birleşürebilme başarısına erişebilmişsem, içimde ve dışımda olup bitenlerin işleyişini denetleyebilmede, anlayabilmede, eksikliklerimi ve özürlerimi görüyorum. Evrende bir “hiç” olduğumu anlıyorum. Bu hiçlik duygusu bana dünyayı “hüzünler dünyası” olarak gösteriyor. Bu evren evimdir. Başka evim yok. Ama evimi kavramada, evimi evim olarak duymada zorlanıyorum. Bir gurbet duygusu sarıyor içimi, dünyayı kavrarken. Hüzün çiçek açıyor.
Oysa olağanlığın dünyasında, alışkanlıkların ördüğü günlük yaşayışımda aşinalığın yarattığı güven duygusunun rahatlığı içinde olabiliyorum. Aşinalığın dünyasında hüzün yok. Yine görüyorum ki bu aşinalığın güvenirliliği geçicidir. Doğrusu, benim bilgimle, duygularımla, gönlümle olan ilişkimde, içimdeki yaşantı ateşi günlük yaşamın güvenilirlik sağlayan perdesini yakıyor. Yaşantım çoğalıp birikerek öyle bir bütünlük oluşturuyor ki, artık bu güvenilirlik perdesini aralama kaygısını taşımaya başlıyorum. Hüzünle tanışıyorum. Dünya hüzünler dünyası olarakçıkıyor karşıma. Kırılganım çünkü. Gerçekliğin yaşantılarını sindirirken kırılıyorum.
Yaşadığım, adına çoğunlukla “modern” denilen kültür, beni önceden konulmuş kalıplara yöneltip, yararı, çıkarı kollayan beklentiler içinde bırakıyor. Kırılganlığımın üstünü örtüyor. Beni sürekli uyanık, sürekli denetlemeye, sahip olmaya çabalayan homofaber, homo sapiens yapmaya çabalıyor. Hüznüm yasaklanıyor. İktidar mahzun insandan korkuyor. Mahzun, perdeleri yakan, aralayan, isteyen, kendisine verilenleri dönüştürmeye çabalayan insandır. Üzerimizde farkına varamadığımız bir hüzün politikası uygulanıyor. Mahzunluğum elimden alınıyor. Mahzun insanın patolojik bir özellik taşıdığının sanılması da buradan kaynaklanıyor. Oysa hüznü yaşayamayan, yaşantılarını değerlendirmede eksiktir. Neden mahzun olayım ki? Hüzün istenir mi hiç? Hayatımızda hüznün yeri nedir?
Hüzün bir durgunluklur. Bir öç alma duygusu, bir kin, bir suçluluk duygusu değil. Kendiliğinden oluşan bir yeniden değerlendirme, yeniden anlama çabasıdır. Daha önce söylediğim gibi, dünya, “dünya-yı ahzan”dır, hüzünler dünyasıdır, görebilene. Bu görüşle bir karanlık yoktur. Melankoli, bir umutsuzluk, yılgınlık, bıkkınlık yoktur. Hüzün, haddini bilen insanın yaşaması gereken bir gönül durumudur. Dünya hüzünle, daha anlamlı doğrultuda değiştirilebilir, içinde ince duygulan, bilimi, maneviyatı taşır, çünkü.
Hüzün bir “arada olma” yaşantısı. Ne bir içe çekilmedir ne de dışarıya yönelmiş azgın isteklerin etkisindedir. Dingin bir gönül durumudur. Tutkular şiddetini yitirmiş, yumuşamış, dönüşmüştür. Mahzun, onu sarmış olan aşinalığı yaşar once. Sonra sarsılır. Hüzün işte bu sarsıntının aşinalığıdır. Hüzündeki kıpırtılı, kaypak huzur buradan gelir. Geçici bir dinginliktir, içinde küçük salınanlar taşıyan. Aşinalık hüzne aşinalıktır. Varlığa, evrene yakınlık duygusu Hegelci anlamda Aufhebung’a uğramıştır. İlk yakınlık, ham yakınlık yitirilmiş, yerine onu da içine alıp aşan başka bir yakınlık oluşmuştur. Hüzün şok duygusu da değildir. Belki çokların ardından yaşanabiler. Hüzünde gizli bir ihtiyat’vardır.
Dramali Hasan’m rast makamındaki ünlü şarkısı nasıl başlar bilirsiniz:
Baharın gülleri açtı
Yine mahzundur bu gönlüm.
Etrafa neş’eler saçtı.
Beyhude geçti bu ömrüm.
Dramalı Hasan hüznü, bence inanılmaz sadelikte müthiş çarpıcı bir biçimde anlatmıştır. Hüzün kışın ya da güzün duyulan sıradan bir duygu değil. Baharın gülleri açınca duyulur. Gönül duyar onu. Sevinç sahnede iken, kuliste hep hüzün vardır. Sevinç ve hüzün aynı hanede barınamayacak konuklar değildir. Hüzün arkada durandır. Ardçıdır. Hüzün anlar: Ömür sevinç içinde boşuna geçmiştir.
İNSAN NİÇİN HÜZÜNLÜDÜR?
Bu yazının sınırları içinde kalarak söyleyelim: Hüzün gözümden geliyor. Hüzünlüyüm çünkü gören, anlayan, bilen, akıl eden, duyguları varlığa eren (varlığa ulaşan, varlığı yakalayan) gözüm var. Gözüm yüzsüz değil. Hüznüm var, çünkü, gözüm, çünkü yüzüm var. Yüzüm: Kişiliğim biricikliğim, bana ait olan varlığım var. Özerk yanım. Yaşamışım, perdeleri yakmışını, içimin derinliklerine inmiş ateşi duymuşum. Yaşantılarımın canlı devingenliği (dinamizmi) bir köz bırakmış bende. Hüznüm var, çünkü közüm var. Bildikçe bilemediklerim var. Bildikçe bilebildiğim, bilgimin sınırları var, bilgimin ötesi var: Gizim. Gözüm, yüzüm, közüm ve gizim, işte bundan dolayı hüznüm var. Bitmedi. Bunları anlatan sözüm var. Seslenmişim, mahzun olabilen kardeşlerime ulaşmayı bekleyen anlatacaklarım var, sözlerim var. “Sözüm var” iki anlamda: Hem söz verdim onlara, hem de bağlandım, onlarla irtibat halindeyim. Diyeceklerim var. Hüzün suskun değildir. Mahzun susmaz. Şarkı söyler. Yazar, konuşur. Kendimi, yaşantılarımı, hüznümü anlatır. Hüzün söze bulandıkça koyulaşır. Öyleyse, gözüm, yüzüm, közüm, gizim ve sözümle önünüzdeyim kardeşlerim. Hüznümü duyun. İnsan gibi insan olmanın hüznünü. Dünyayı daha yaşanabilir bir dünyaya dönüştürmeye yorulmanın hüznünü. Hüzün tüm evrene, evrendeki duyabilen bütün varlıklara iletmeye çabaladığım sesimdir. “Kulakları olan işitsin.”