Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazartesi, Kasım 4, 2024
No menu items!
Ana SayfaBilimPsikolojiİnsan İyi mi Yoksa Kötü mü? | Kendini Savunan İnsan - Erich...

İnsan İyi mi Yoksa Kötü mü? | Kendini Savunan İnsan – Erich Fromm

İnsancı etiğin insanın iyiyi bilmeye ve doğal gizilgüçleriyle usunun kuvvetlerine göre eylemde bulunmaya gücünün yettiğine ilişkin görüşü, eğer insanın yaradılıştan doğal olarak kötü olduğu dogması doğru olsaydı, kabul edilemeyecek bir görüş olacaktı. İnsancı etiğin karşısında olanlara göre, insan doğası öyle bir doğadır ki korkuyla gemlenmediği zaman, onu kendi türdeşlerine düşman kılacak, onlar kıskanacak ve tembel olacak şekilde yönlendirir. İnsancı etiğin temsilcilerinden çoğu, bu meydan okuyuşu insanın yaradılıştan iyi olduğunu ve yıkıcılığın onun doğasının bütünleyici bir parçası olmadığını vurgulayarak karşılamışlardır.

Gerçekte bu iki bağdaşmaz görüş arasındaki anlaşmazlık, Batı düşüncesinin temel temalarından biridir. Sokrates’e göre kötülüğün kaynağı, insanın doğal yapısı olmayıp bilgisizlikti; Onun için kötülük, yanlışlıktı. Tevrat ise bunun tersine, insanın tarihinin bir suç edimi ile başladığını ve «itilimlerinin çocukluğundan itibaren kötü olduğunu» anlatır. Ortaçağın başlarında bu iki karşıt görüş arasındaki savaş, İncil’deki Adem’in düşüşüne ilişkin söylenceyi nasıl yorumlayacakları sorusu çevresinde odaklanmıştı. Augustinus, insan doğasının düşme’den berî bozulmuş olduğunu düşünmekteydi. Yani, her kuşak ilk insanın başkaldırısının neden olduğu bir ilenç (lanet) ile doğmaktaydı. İnsanı ancak Kilise ve törenleri aracılığıyla iletilen Tanrı’nın bağışlaması kurtarabilirdi. Augustinus’un büyük düşmanı olan Pelagius, Adem’in suçunun salt kişisel bir suç olduğunu, kendisinden başka kimseyi etkilememiş bulunduğunu savunmaktaydı. Ona göre, sonuç olarak her insan, Adem’in düşme’den önceki güçleri kadar yozlaşmamış güçlerle doğmaktaydı. Suç, günaha kışkırtmanın ve kötü örneğin sonucuydu.

Savaş, Augustinus tarafından kazanıldı ama Onun bu yengisi, insan anlığını yüzyıllar boyu belirleyecek -ve karartacak- bir yengi oldu. Ortaçağın sonları insanın onuruna, gücüne ve doğal iyiliğine giderek artan bir inanca tanık oldu. 13. yüzyılın Tannbilimcilerinden Aquino’lu Thomas gibi Rönesans düşünürleri de her nekadar insana ilişkin görüşleri pek çok temel noktalarda değişiyor ve Aquino’lu hiçbir zaman Pelagiusçu köktenci «yanlış düşünceye» düşmüyorsa da, hep bu inancı dile getirdiler. Bunun karşıtı olan sav, yani insanın yaradılıştan kötü olduğuna ilişkin düşün, Augustinusçu görüşü yeniden canlandıran Luther ve Kalvin’in öğretilerinde dile getirildi. insanın tinsel özgürlüğü ve Tanrıyla bir aracı, yani papaz olmaksızın yüzyüze gelme hakkı -ve yükümlülüğü- üstünde ısrar ederken, onlar, insanın yaradılıştan kötü ve güçsüz olduğu görüşünün şiddetle karşısına çıktılar. Onlara göre, insanın kurtuluşu için en büyük engel gurur idi. insan gururunu ancak suçluluk duygulan, pişmanlık, Tanrıya koşulsuz boyun eğme ve Tanrı’nın acımasına (merhametine) inanç duyarak yenebilirdi.

Bu iki görüş, modern düşüncenin dokusunda birbirine karışmış olarak kalmıştır. insanın onuru ve gücü düşünü, Aydınlanma Felsefesi, 19. yüzyılın ilerici ve özgürlükçük düşüncesi ve en köktenci şekilde Nietzsche tarafından dile getirilmişti. insanın değersizliği ve hiçliği düşünü ise, içinde devlet ya da «toplumun» saltık yöneticiler haline gelmiş olduğu yetkeci dizgelerde yeni ve bu kez tümüyle laikleşmiş bir anlatım bulmuştu. Bu dizgelerde kendi önemsizliğini kavrayan bireyin bütünlüğünü söz dinleme ve boyuneğmede bulduğu varsayılmaktadır. Bu iki düşün, demokrasi ve yetkeciliğe ilişkin felsefelerde apaçık bir şekilde birbirlerinden ayrılırken kültürümüz düşüncelerinin daha az aşırı biçimlerinde ve daha da çok duyguda birbirlerine karıştırılmışlardır. Bugün biz, hem Augustinus’un hem Pelagius’un; hem Luther’in Hem Pico della Mirandola’nın; hem Hobbes’un hem Jefferson’in yandaşlarıyız.

İnsanın güç ve onuruna bilinçli bir şekilde inanıyor; ama -çok kez bilinçdışı olarak- insanın -ve özellikle de kendimizin güçsüzlük ve kötülüğüne de inanıp bunu «insan doğasını» göstererek açıklamaya çalışıyoruz. Bu iki karşıt düşün, Freud’un yazılarında ruhbilimsel kuram aracılığıyla dile getirilmiştir. Freud, pek çok yönlerden Aydınlanma ruhunun tipik bir temsilcisiydi. O, usa ve insanın kendi doğal isteklerini toplumsal uzlaşımlar ve kültürel baskıya karşı koruma hakkına inanıyordu. Ama aynı zamanda, insanın doğuştan tembel ve kendi kendini hoşgören bir yaratık olduğunu savunuyordu. Bu nedenle insan toplumsal yönden yararlı etkinlikte bulunacak şekilde zorlanmalıydı. İnsanın yaradılıştan yıkıcı olduğuna ilişkin en köktenci anlatım, Freud’un «ölüm içgüdüsü» kuramında bulunabilecektir. O, Çağdaş Yeni-ortodoks tanrıbilimin temsilcisi olan R. Niebuhr, Luther’in görüşünü aykırıkamsal bir biçimde ilerici siyasal felsefe ile birleştirerek yeniden açıklamıştır.
Freud’un tutumunun çelişik olan iki yanı, Onun The Future of an Illusion (Bir Yanılsamanın Geleceği) adlı kitabında bulunabilir.
Birinci Dünya Savaşından sonra, yıkıcı tutkuların gücü tarafından öylesine etkilenmişti ki içinde cinsellik ve kendini koruma gibi iki tip içgüdüden söz ettiği daha önceki kuramını usdışı yıkıcılığa en üstün yeri vererek düzeltti Freud, insanın üstünde eşit ölçüde güçlü iki kuvvetin karşılaştığı bir savaş alanı olduğunu varsaydı. Bunlar, yaşama itilimi ile ölme kilimi idi. Freud bu kilimlerin insan da dahil tüm organizmalarda bulunabilecek dirimbilimsel (biyolojik) güçler olduklarını düşünmekteydi. Ölme itilimi dış objelere yöneltildiğinde, kendisini, yoketme itilimi olarak açığa vurmaktaydı. Bu kilim organizma içinde kaldığı zaman ise, kendini öldürmeyi amaçlamaktaydı.

Freud’un kuramı, ikici (dualist) bir kuramdı. O, insanı temelden iyi ya da temelden kötü olarak görmüyor; ama eşit ölçüde kuvvetli iki çelişik güç tarafından yönlendirilmekte olduğunu düşünüyordu. Aynı ikici görüş, dinsel ve felsefi dizgelerin çoğunda dile getirilmiştir. Yaşam ve ölüm, aşk ve savaş, gece ve gündüz, ak ve kara bu kutupluğun çok sayıdaki simgesel anlatımlarından yalnızca bazılarıdır. Böyle bir ikici (dualist) kuram, insan doğasını araştıranlara gerçekten çok çekici gelir. Çünkü insanın iyiliğine yer verdiği gibi, ancak yüzeysel ve herşeyi kendinden yana yoran düşüncenin görmezlikten gelebileceği, insanın yıkıcılık konusundaki korkunç yeteneğini de hesaba katar. Ama, ikici görüş, bizim ruhbilimsel ve ahlaksal sorunumuzun yanıtı olmayıp yalnızca başlangıç noktasıdır. Bu ikiciliğin, hem yaşama hem de yoketme kilimlerinin insandaki eşit ölçüde kuvvetli ve yaradılıştan yetenekler oldukları anlamına geldiğini kabul etmek zorunda mıyız?

Böyle bir durum söz konusu olsaydı, insancı etik, insan doğasındaki yıkıcı yanın yaptırımlar ve buyruklar olmaksızın nasıl gemleneceği sorunu ile yüzyüze gelecektir. Yoksa, insancı etik ilkesine daha uygun bir yanıt bulabilir miyiz? Acaba yaşama uğraşı ile yıkma uğraşı arasındaki kutupluluk, değişik bir anlamda anlaşılabilir mi? Bu sorulan yamtlayabilmemiz düşmanlığın ve yıkıcılığın doğasını anlamamıza bağlıdır. Ama bu tartışmaya girmeden önce, ahlak felsefesi sorunu için nelerin bu yanıta dayandığını bilmemiz iyi olacaktır. Yaşam ve ölüm arasındaki seçim gerçekten ahlak felsefesinin temel seçeneğidir. Bu, üreticilikle yıkıcılık; güçle güçsüzlük; erdem ile kötülük arasındaki seçenektir. insancı ahlak felsefesine göre, tüm kötü kilimler yaşama karşı yöneltilmişlerdir. Tüm iyi itilimler ise, yaşamın korunmasına ve kendini açmasına hizmet ederler. Yıkıcılık (şiddet) sorununa yaklaşımdaki ilk adımımız, iki tür nefreti birbirinden ayırmak olacaktır. Ussal yani «tepkici»; ve usdı-şı, yani «özyapının koşullandırmış olduğu» nefret.

Tepkici, ussal nefret insanın kendisinin ya da bir başkasının özgürlüğünü tehlikeye düşüren bir şeye gösterdiği tepkidir. Öncülü ise, yaşama duyulan saygıdır. Ussal nefretin önemli bir dirimbilimsel işlevi vardır: O, yaşamın korunmasına hizmet eden eylemin duygusal  karşılığıdır. Yaşamsal tehlikeler karşı bir tepki olarak ortaya çıkar. Bu tehlikeler ortadan kaldırıldığında o da yokolur. O, yaşam uğraşının karşıtı olmayıp bu uğraşın yaratmasıdır. Özyapının koşullandırdığı nefret, nitelik yönünden değişiktir. Bu nefret bir özyapı özelliği olup düşmanlık duyan birinin içinde sürekli kalan ve dışarıdaki bir uyarıcıya karşı nefretle tepki göstermekten çok, nefret etmeye sürekli olarak hazır olma durumudur. Usdışı nefret, tepkici nefreti doğuran aynı türden gerçekçi bir nefret tarafından dışlaştırılabilir. Ama o, çok kez dile getirilmek için her fırsatı kullanan ve tepkici nefret gibi ussal-laştırılan nedensiz bir nefrettir.

Nefret eden kişi, kendisinden hiç ayrılmayan düşmanlığını dile getirme fırsatını bulmuş olmaktan sanki mutluymuş gibi bir hafifleme duygusu yaşar. Nefretinin doyum bulmasından duyduğu haz, nerdeyse yüzünden okunur. Ahlak felsefesi, (etik) öncelikle usdışı nefret sorunuyla yani, yaşamı yoketme ya da sakatlama tutkusu ile ilgilenmektedir. Usdışı nefret, kişinin özyapısından kaynaklanır. Objesi, ikinci dereceden önem taşır. Bu nefret, insanın kendisine olduğu kadar başkalarına da yöneltilir. Ama biz, çok kez kendi kendimize duyduğumuz nefretten çok, başkalarına duyduğumuz nefretin ayırdına varırız. Kendi kendimize karşı duyduğumuz nefret, genellikle özveri, kendini düşünmemezlik, herşeyden elini eteğini çekme (asktizm) ya da kendini suçlama ve aşağılık duygusu şeklinde ussallaştırılır.

Tepkici nefret, göründüğünden daha çok ortaya çıkabilir. Çünkü insan, genellikle bütünlüğüne ve özgürlüğüne karşıt olan tehlikelere karşı nefretle tepki gösterir. Bu tehlikeler açık ve seçik olmadıkları gibi, kolayca ayırdedilemeyen, giderek sevgi ve koruma maskesi altında gizlenen tehlikelerdir. Ama, böyle bile olsa, özyapı nefreti öyle büyük bir olay olarak kalır ki iki temel güç olan sevgi ve nefrete ilişkin ikici kuram olgulara uyar gibi görünür. Öyleyse ikici kuramın doğruluğunu itiraf etmek zorunda mıyım? Bu soruyu yanıtlamak için bu ikiciliğin özünü daha ayrıntılı bir şekilde araştırmamız gerekiyor. İyi ve kötü güçler eşit kuvvette midirler? Her ikisi de insanın özgün donanımının bölümleri midir? Ya da bunlar arasında başka hangi olası ilişki varolabilir?

Freud’a göre, yıkıcılık tüm insanlarda yaradılıştandır. Yıkıcılık, başlıca objesinin başkaları ya da insanın kendisi olması bakımından bir ayrım gösterir. Bu görüşten, insanın kendisine karşı duyduğu yıkıcılığın başkalarına karşı duyduğuyla ters orantılı olduğu sonucu çıkacaktır. Ama bu varsayım, yıkıcılıklarının öncelikle kendiken-dilerine mi, yoksa başkalarına mı yöneltilmiş olduğu göz önüne alınmaksızın; insanların toplam yıkıcılıklarının düzeyi yönünden farklı oldukları olgusuyla yalanlanmaktadır. Kendilerine karşı biraz düşmanlık duyanlarla başkalarına karşı büyük bir yıkıcılık duygusu bulmuyoruz. Tersine, insanın kendisine ve başkalarına duyduğu düşmanlığın bağlaşık olduğunu görüyoruz. Ayrıca, insandaki yaşamı yokedici güçlerin yaşamı ilerletici güçlerle ters bir orantı içinde ortaya çıktığını anlıyoruz. Yani, biri daha kuvvetli olduğu zaman öteki daha zayıf; biri daha zayıf olduğunda öteki daha kuvvetli oluyor. Bu olgu, yaşamı yokedici gücü anlamamız için bir ipucu sağlıyor. Yıkıcılık düzeyinin insanın yeteneklerini gerçekleştirmesinin engellenme düzeyi ile orantılı olduğu düşünülebilir.

Ben, burada zaman zaman bastırılan şu ya da bu isteğe işaret etmiyor; insanın duyusal, duygusal, fiziksel ve düşünsel yeteneklerinin engellenmesine; üreti- gizilgüçlerinin önüne geçilmesine değiniyorum. Eğer yaşamın büyüme, yaşanılma eğilimi önlenirse, böylece engellenen güç bir değişim sürecinden geçer ve yaşam yıkıcı bir güce dönüştürülür. Yıkıcılık, yaşanmamış bir yaşamın sonucudur? Yaşam geliştirici gücü engelleyen bireysel ve toplumsal koşullar, yıkıcılığı üretirler. Buna karşılık, yıkıcılık da kendisinden çeşitli kötülüklerin doğduğu bir kaynaktır. Eğer yıkıcılığın engellenmiş üretici gücün bir sonucu olarak gelişmesi gerektiği doğru ise, öyle görünüyor ki o haklı olarak insan doğasındaki bir gizilgüç diye adlandırılabilecektir., O zaman, buradan iyinin de kötünün de insandaki eşit kuvvette gizilgüçler oldukları sonucu çıkar mı? Bu soruyu yanıtlamak için gizilgücün anlamını araştırmamız gerekmektedir. Bir şeyin gizilgüç olarak varolduğunu söylemek, onun yalnızca gelecekte varolacağını söylemek anlamına değil, ama bu gelecekteki varoluşun şimdiden hazırlanmış olduğu anlamına gelir. Şimdi ve gelecekteki gelişme basamakları arasındaki ilgi, geleceğin gerçekte şimdiki varolduğu söylenerek betimlenebilir. Bu, eğer şirndiki basamak varsa, gelecekteki basamağın zorunlu olarak varolacağı anlamına mı gelir? Kuşkusuz ki değil.

Eğer biz, ağacın çekirdekte gizilgüç olarak varolduğunu söylersek, bu, her çekirdekten bir ağaç gelişmesi gerektiği anlamına gelmez. Bir gizilgücün gerçekleşmesi belli bazı koşulların varlığına dayanır. Çekirdek örneğinde bu koşullar, uygun toprak, su ve güneş ışığıdır. Gerçekte gizilgüç kavramının, gerçekleşmesi için gereken koşullarla özgül bağlantısı dışında hiçbir anlamı yoktur. Ağacın çekirdekte gizilgüç olarak varolduğu tümcesi, gelişmek için zorunlu özgül koşullar içine yerleştirilmesi sağlandığı takdirde çekirdekten bir ağacın çıkacağı anlamına gelecek şekilde belirtilmelidir. Eğer söz konusu uygun koşullar sağlanamamışsa, örneğin eğer toprak çok nemli, bu yüzden de çekirdeğin gelişmesine uymayan bir topraksa, bir ağaç haline gelemeyecek ve çürüyecektir. Eğer bir hayvan yiyeceksiz bırakılırsa, gelişmek için sahip olduğu gizilgüçleri gerçekleştiremeyecek sonunda ölecektir. Öyleyse, çekirdek ya da hayvanın herbirinden daha sonraki bir gelişme basamağmda belli sonuçlann çıktığı iki tür gizilgüçleri bulunduğu söylenebilir. Birisi, eğer uygun koşullar sağlanmışsa gerçekleşen birinci gizilgüç; ikincisi ise, eğer koşullar varoluşsal gereksinmeler ile karşıt ise gerçekleşen ikinci gizilgüçtür.

Hem birinci hem de ikinci gizilgüçler bir canimin doğasının parçalarıdır. ikinci gizilgüçler, kendilerini birinci gizilgüçlerin ortaya çıkmalarına neden olan aynı zorunlulukla ve açıkça gösterirler. «Birinci» ve «ikinci» terimleri, «birinci» diye adlandırılan gizilgücün gelişmesinin normal koşullar altında ortaya çıktığını; «ikinci» diye adlandırılan gizilgücün ise, anormal, hastalıklı koşullarda ortaya çıktığını göstermek için kullanılmışlardır. Yıkıcılığın insandaki bir ikinci gizilgüç olduğu ve kendisini yalnızca insan birinci gizilgüçlerin gerçekleştirmede başarısızlığa uğradığı zaman ortaya koyduğu varsayımımız eğer doğru ise, insancı etiğe karşı çıkışlardan ancak birini yanıtlamış bulunuyoruz. İnsanın zorunlu olarak kötü olmadığını ama büyüme ve gelişmesi için uygun koşullar sağlanmazsa kötüleştiğini göstermiştik. Kötünün kendine özgü bağımsız bir varoluşu yoktur. Kötü, iyinin eksikliği, yaşamı gerçekleştirmekteki başarısızlığın sonucudur.

Bununla birlikte insancı etiğe bir başka karşı-çıkışla da uğraşmak zorundayız. Bu karşı çıkış, iyinin gelişmesi için uygun koşulların, ödülleri ve cezalandırmayı kapsaması gerektiğini; Çünkü, insanın içinde, kendi güçlerini geliştirmek için hiçbir özendirici bulunmadığını söyler. Bundan sonraki sayfalarda normal bireyin kendi içinde gelişme, büyüme ve üretici olma eğilimine sahip bulunduğunu ve bu eğilimin felce uğramasının kendi basma bir ansal hastalık belirtisi olduğunu gösterme girişiminde bulunacağım. Ansal sağlık, fiziksel sağlık gibi bireyin kendisine doğru dışarıdan zorlanması gereken bir erek olmayıp, isteklendiricisi bireyin içinde bulunan ve bastırılması bireye karşı çalışan kuvvetli çevresel güçleri gerektiren bir erektir.”

İnsanın büyüme ve bütünleşme için yaradılıştan bir dürtüye sahip olduğu varsayımı insanın öznel bir armağan olarak elinde bulundurduğu ve onu yetkinleşmeye iten soyut bir dürtüyü göstermez. O, insan doğasından; eylemde bulunma gücü, bu gücü kullanma gereksinmesini yaratır; bu gücü kullanmadaki başarısızlık, işlevsizlik ve mutsuzlukla sonuçlanır ilkesinden çıkar. Bu ilkenin geçerliliği, insamn fizyolojik işlevleri ile ilgi içersinde kolayca görülebilir. İnsanda yürüme ve devinme (hareket) gücü vardır. Eğer, onun bu gücü en-gellencek olsaydı bunun sonucunda önemli fiziksel hastalıklar, ya da rahatsızlıklar ortaya çıkacaktı. Kadınlarda çocuk doğurma ve onları emzirme gücü vardır. Eğer bu güç kullanılmadan kalırsa yani bir kadın anne olmazsa, çocuk doğurma ve sevme gücünü harcayamazsa ancak güçlerinin yaşamın başka alanlarında artmış bir şekilde gençekleştirilmesiyle giderilebilecek bir kırıklık duyar.

Freud, cinsel gücün engellenmesinin nevrotik bozuklukların nedeni olabileceğini kabul ederek, acı nedeni olan bir başka harcama eksikliğine, cinsel gücü harcama eksikliğine dikkati çekmiştir. Cinsel doyumun önemini aşırı bir şekilde değerlendirmiş olmasına karşın Freud’un kuramı, insanın sahip olduklarını kullanma ve harcama konusundaki başarısızlığının hastalık ve mutsuzluk nedeni olduğu gerçeğinin pek derin bir simgesel anlatımıdır. Bu ilkenin fiziksel güçler için olduğu kadar tinsel güçler için de geçerli olduğu apaçıktır, insan, konuşma ve düşünme yetenekleri ile donatılmıştır. Eğer bu güçler engellenmiş olsalardı, kişi ağır bir şekilde zarar görmüş olacaktı. İnsan sevme gücüne sahiptir ve eğer, o bu gücünü kullanamazsa, sevme konusunda güçsüzse bu şanssızlığından acı duysa da başarısızlığının nedeni olan acıdan her türden ussallaştırmalarla ya da kültürel kalıpları kullanarak kaçma yollarını deneyebilir.

İnsanın güçlerini kullanmaması mutsuzlukla sonuçlanır. Bu olayın nedeni, insansal varoluşun aşıl koşulunda bulunabilir. İnsanın varoluşu, önceki bölümde ele almış olduğum varoluşsa ikiye bölünmüşlüklerle belirlenir. Onun kendisini dünya ve aynı zamanda kendi kendisiyle bir hissetmekten, hem başkaları ile bağlantılı olup hem de eşsiz bir varlık olarak kendi bütünlüğünü korumaktan; bunu da güçlerini üretici bir şekilde kullanarak sağlamaktan başka çıkar yolu yoktur. İnsan, eğer bunu yapamazsa, içsel uyum ve bütünlüğünü kurmayı başaramaz. O, bölünüp parçalanmış, başarısızlığın zorunlu sonuçları olan güçsüzlük duygusundan, can sıkıntısı ve yetersizlikten, kendi kendisinden kaçmaya zorlanmıştır. Canlı olan insan, yaşamayı istememezlik edemez. Yaşama ediminde başarılı olması için de biricik yol, güçlerini, sahip olduğu şeyleri kullanmasıdır. Kişinin üretici ve bütünleşmiş bir yaşam sürmedeki başarısızlığının sonucunu, nevrozdan daha açık bir şekilde gösteren belki de hiçbir olay yoktur. Her nevroz insanın doğasından gelen güçlerle bu güçlerin gelişmesini engelleyen güçler arasındaki bir çatışmanın sonucudur. Fiziksel hastalıkların belirtileri gibi, nevrotik belirtiler de kişiliğin sağlıklı bölümünün kendisini ortaya koymasına karşı yöneltilmiş sakatlayıcı etkilere karşı verdiği savaşın anlatımıdır.

Ama, bütünleşme ve üreticilik eksikliği her zaman nevroza yo-laçmaz. Zaten eğer durum böyle olsaydı, insanların çoğunu nevrotik olarak görmek zorumla kalırdık. Öyleyse, bizi nevrotik sonuca götüren özgül koşullar nelerdir? Yalnız kısaca sözünü edebileceğim bazı koşullar vardır. Örneğin bir çocuk ötekilerden çok fazla kırılmış olduğu için kaygısı ve temel insansal istekleri öteki çocukların-kinden daha keskin ve katlanılmaz olabilir; ya da çocuk, ortalama bireyinkinden daha büyük bir özgürlük ve özgünlük duygusu geliştirmiştir ve bu yüzden yenilgiyi çok zor kabul etmektedir. Ama nevroza neden olan öteki koşulları birer birer saymak yerine, soruyu tersine çevirmeyi ve pek çok insanın üretici ve bütünleşmiş bir yaşam sürmede başarısız olmalarına karşın, nevrotik olmamaları olgusundan sorumlu olan koşulların neler olduklarını sormayı yeğleyeceğim. Bu noktada iki kavramı birbirinden ayırmak yararlı olacak gibi görünüyor:

Bu kavramlar, eksiklik ve nevroz kavramlarıdır. Eğer kişi olgunluğa, kendiliğindenliğe ve gerçek bir öz deneyimine erişmekte başarısızlığa uğrarsa, özgürlük ve kendiliğindenliğin her insan tarafından erişilmesi gereken nesnel amaçlar olduklarını öne sürmemiz koşuluyla, böyle birinin çok önemli bir eksikliği bulunduğu düşünülebilir. Eğer böyle bir amaca herhangi bir toplumun üyelerinin çoğunluğu tarafından erişilememişse burada toplumsal bakımdan kalıplaşmış bir eksiklik olayı söz konusudur. Birey bu eksikliği pek çoklarıyla paylaşmaktadır ve bunun bir eksiklik olduğunu bilincinde değildir. Bu yüzden, güvenliği sanki o başkalarından değişikmiş, kimsesiz biriymiş türünden bir yaşantıyla tehdit edilmektedir. Onun tinsel zenginliğinden ve gerçek mutluluk duygusundan yitirmiş olabileceği şey, insanlığın geri kalan bölümü ile -onlan bildiği kadarıyla- uyum içinde bulunduğunu duymasından doğan güvenlikle karşılanır. Zaten onun bu önemli eksikliği, kültürü tarafından bir erdem düzeyine yükseltilmiş ve bu nedenle ona artan bir başarı duygusu vermiş olabilir.

Bunun bir örneği, Kalvin’in öğretisinin insanlarda yaratmış olduğu suçluluk ve kaygı duygusudur. Kendi özgüçsüzlüğü ve değersizliği duygusuyla ezilmiş, hiç durmaksızın kurtulduğunu mu yoksa öncesiz-sonrasız bir cezaya mı yargılanmış olduğunu düşünen, gerçek bir sevinç duyma yeteneğine sahip olmayan ve kendisini hizmet etmek zorunda olduğu bir makinenin bir dişlisi haline dönüştürmüş olan birinin gerçekte çok büyük bir eksikliği olduğu söylenebilir. Ama bu önemli eksiklik, kültürel bakımdan kalıplaştırılmıştır. Ona özellikle değerli bir şeymiş gibi bakılmış; böylece birey, nevrozdan korunmuştur. Eğer o, bu eksikliğin kendisine yeğin bir yetersizlik ve yahtlanma duygusu vereceği bir başka kültür içinde yaşıyor olsaydı, nevrozlu biri olup çıkardı. Spinoza, toplumsal bakımdan kalıplaşmış eksiklik sorununu çok açık bir şekilde dile getirmiştir. O bu konuda şunları söylemektedir: «Pek çok insan, büyük bir tutarlılıkla bir ve aynı etkiye yakalanmıştır. Bu kişilerin tüm duygulan, varolmasa bile onların varolduğunu düşündükleri bir obje tarafından çok büyük bir kuvvetle etkilenmiştir. Eğer bu durum, kişi uyanıkken olursa onun çılgın olduğuna inanılır…

Ama eğer açgözlü biri yalnızca para ve mülklerini; tutuklu biri, yalnızca ün kazanmayı düşünürse, onların çılgın oldukları değil de rahatsız edici birileri oldukları düşünülür. Bu gibiler genellikle küçük görülür. Ama gerçekte, açgözlülük, tutkululuk ve benzeri gibi şeyler hernekadar genellikle birer «hastalık» olarak düşünülmezlerse de çılgınlık biçimleridir.» Bu sözcükler bir kaç yüzyıl önce yazılmışlardı. Bu eksiklik, kültürel yönden, artık genellikle rahatsız edici ya da küçük görülen bir şey olmayacak şekilde kalıplaştırılmıştır. Ama, Spinoza’nm söyledikleri hâlâ geçerlidir. Günümüzde bir robot gibi eylemde bulunan ve duyan bir kimse ile tanışabiliriz. Onun gerçekten kendisinin olan bir şeyi hiç bir zaman yaşamadığını anlarız. O kendisini bütünüyle, ‘olması istenen kişi’ olarak düşünür ve duyumsar. Böyle birinde kahkahanın yerini gülümseme; bildirişimsel konuşmanın yerini anlamsız gevezelik, gerçek üzüntünün yerini ise donuk bir umutsuzluk almıştır. Böyle biri için iki yargı verilebilir:

Biri, onun tedavi edilemez gibi görünen bir kendiliğindenlik ve bireysellik eksikliği çektiğidir. Onun aynı zamanda temelde aynı durumda olan binlerce başka insandan farklı olmadığı da söylenebilir. Bu eksiklik için sağlanmış olan kültürel kalıp, bu gibilerin pek çoğunda bir nevrozun patlak vermesini önler. Ama bazılarında kültürel kalıp işlevini yerine getirmez ve eksiklik oldukça yeğin bir nevroz şeklinde ortaya çıkar. Bu gibi durumlarda nevrozun apaçık bir şekilde patlak vermesine kültürel kalıbın engel olamaması ya patolojik güçlerin yeğinliğinin daha büyük olmasının ya da, kültürel kalıp onların sessiz kalmalarım istediği halde, savaşmaya kalkışan sağlıklı güçlerin bir sonucudur.

Sağlık için uğraş veren güçlerin kuvvet ve direncini gözlemlemek için psikanalitik terapiden (ruhçözümsel sağaltım) daha iyi bir fırsat sağlayan hiç bir durum yoktur. Kuşkusuz, psikanalist kişinin kendisini gerçekleştirmesine ve mutluluğuna karşı iş gören güçlerin kuvvetiyle karşılaşmaktadır. Ama, o, üreticiliğinin sakatlanmasına neden olan -özellikle çocukluktaki- bu koşulların gücünü anlayabildiği zaman, hastalarının çoğunun eğer ruhsal sağlık ve mutluluğu başaracak bir itilim tarafından zorlanmamış olsalardı, çoktan beri bu savaştan vazgeçmiş olacakları olgusuyla etkilenmeden edemez. İşte bu temel içtepi, nevrozun tedavisi için zorunlu olan koşuldur. Psikanaliz süreci, kişinin duygu ve düşünlerinin ilgili olmayan bölümlerini çok daha iyi kavramaktan oluştuğu halde, bu türden bir düşünsel kavrayış, kişiye içine hapsolmuş olduğu çıkmaz sokakları tanıma gücü verir. Ve sorununu çözme girişimlerinin niçin başarısızlığa uğramaya yazgılı olduğunu anlamasını sağlar. Ama psikanaliz insandaki ruhsal sağlık ve mutluluk için işgörmeye ve etkili olmaya uğraşan güçler için yalnızca yolu temizleyip açar. Gerçekte yalnız düşünsel kavrayış yeterli değildir. Tedavi yönünden etkili olan kavrayış öyle bir deneyimsel kavrayıştır ki bu kavrayış içinde insanın’kendisine ilişkin bilgisi yalnızca düşünsel değil, ama, aynı zamanda duygusal bir nitelik de taşır.

Böyle bir deneyimsel kavrayış, insanın sağlık ve mutluluk için doğadan sahip olduğu bir itilime dayanır. Ruhsal sağlık ve nevroz sorunu, etiğin sorunları ile ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır. Her nevrozun bir ahlaksal sorunu temsil ettiği söylenebilir. Kişiliğin tümünün olgunluğunu ve bütünlüğünü gerçekleştirmedeki başarısızlık, insancı etik açısından ahlaksal bir başarısızlıktır. Daha özgül bir anlamda nevrozların çoğu, ahlaksal sorunların dile getirilişleri olup nevrotik belirtiler de çözümlenmemiş ahlaksal çatışkıların sonucudur. Örneğin, insan hiçbir organik neden olmadığı halde, zaman zaman başdönmelerinden yakınabilir. Bu belirtiyi psikanaliste anlatırken gelişigüzel bir şekilde, işinde belli güçlüklerle uğraşmakta olduğuna değinir. O, kendi kanılarına karşıt olan bazı görüşleri dile getirmek zorunda bulunan başarılı bir öğretmendir. Ama, bir yandan başarılı olma sorununu çözmüş, öte yandan ahlaksal bütünlüğünü korumuş olduğuna inanmaktadır. Dahası, bu kanısının doğruluğunu çok sayıda karmaşık ussallaştırma aracılığıyla kendi kendisine «kanıtlamaktadır». O, başdönmelerinin bir ahlak sorunu ile ilgili olabileceğini öne süren psikanalistin bu görüşünden rahatsız olur.

Ama daha sonraki çözümleme (analiz) kanısının yanlış olduğunu gösterir. Zaman zaman geçirdiği başdönmele-ri, özünün daha iyi olan yanının, temeldeki ahlaksal kişiliğinin, bütünlüğünü bozmaya ve kendiliğindenliğini sakatlamaya çalışan bir yaşam kalıbına karşı gösterdiği tepkilerdir. Kişi yıkıcılığını yalnızca başkalarına karşı gösterse bile, başkalarınınki kadar kendisindeki yaşam ilkesini de bozmaktadır. Dinsel dilde bu ilke, insanın Tanrı’nın imgesinden yaratılmış olduğu ve bu nedenle insana karşı olan her saldırının Tanrı’ya karşı bir suç olduğu şeklinde dile getirilmiştir. Laik dilde başka insanlara yaptığımız iyi ya da kötü herşeyi, aynı zamanda kendimize de yaptığımızı söyleyebiliriz. «Başkalarının sana yapmalarını istemediğin bir şeyi sen de başkalarına yapına,» özdeyişi etiğin en temel ilkelerinden biridir. Ama, başkalarına ne yaparsan, onu aynı zamanda kendine de yaparsın tümcesi de eşit ölçüde hak verilebilir bir tümcedir. Herhangi bir insanda yaşama doğru yöneltilmiş güçlere saldırmak zorunlu olarak bizim üstümüzde de yankılar yapar.

Kendi gelişmemiz, mutluluğumuz ve kuvvetimiz bu güçler için duyduğumuz saygı üstünde te-mellenir. İnsan, başkalarının bu güçlerine saygısızlık gösterdiği zaman, kendisi de etkilenmeksizin kalamaz. Kendimizinkine olduğu kadar başkalarının yaşamına da duyduğumuz saygı, kendi başına, yaşam sürecinin yardımcısı ve ruhsal sağlığın bir koşuludur. Başkalarına karşı duyulan yıkıcılık, bir bakıma, intihara ilişkin içtepilerle karşılaştırılabilecek patolojik bir olaydır. Kişi, yıkıcı içtepilerini görmezlikten gelme ya da ussallaştırma konusunda başarılı olabilir; ama yaşamının ve tüm yaşamın dayandığı ilkeye çelişik olan edim-lerce etkilenmeksizin ve onlara tepki göstermeksizin yapamaz. Yıkıcı bireyin kendi öz varlığını yoketmeye çalışan yıkıcılığının amaçlarına erişmeyi başarmış bile olsa, mutsuz olduğunu görüyoruz.

Bunun tersine, hiçbir sağlıklı insan, onur, sevgi ve yiğitlik örneklerini beğenmekten ve onlar tarafından etkilenmekten kendini alamıyor. Çünkü bunlar, onun kendi yaşamının da dayandığı güçlerdir.

İnsan İyi mi Yoksa Kötü mü? | Kendini Savunan İnsan – Erich Fromm

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments